
Yedikule Eski İstanbul’un son durağı...
Şarkılara konu olan Yedikule semti, camileri, kuleleri, kiliseleriyle geçmişin ruhunu özenle yaşatıyor. Çarpık apartmanlar, estetikten yoksun yerler ne kadar çoksa çiçekli, cumbalı evler de o kadar fazla ve içten içe bir yarış halindeler.
Bazı semtlerin bitmeyen saltanatı, geçmeyen modası var. Özellikle de eski İstanbul’un hâlâ bir şekilde hüküm sürdüğü bir semtse bu. Yedikule mesela... Zaman surların dışında kendi telaşı ve agresifliği içinde akadursun Suriçi’nde neredeyse her bir sokak incelikli vakitlere açılan bir kapı olur. İsmindeki esrardan mı yoksa kendi halindeki duruşundan mı bilinmez, bu özel semt daima bir tanımlanamazlığın ortasında durur.
‘1.500 yıldır kentsel tarım alanı’ gibi afili bir bilgiyi yanımıza alarak semtteki gezimize başlayalım. Yedikule Bostanları, milyonluk şehirde kendini var eden romantik bir bahçe. Osmanlı’dan bugüne uzanan kuyulardan çıkarılan sularla hâlâ mahsul veren benzersiz bir yer.
Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi gönüllülerinden, tarihçi Prof. Dr. Cemal Kafadar buranın önemini ve kültürel miras olarak neden korunması gerektiğini anlatırken şöyle diyor: “Toprak arşivdir. Emekle işlenmiş, zanaatla yoğrulmuş bir toprak hafriyat malzemesi değildir. Surların toprağına baktığınızda yüreğiniz yanar. O bostanlarda kaç bostancının emeği var, ki o topraktan bitkilerin tarihlerini de çıkarmak mümkün. İstanbul’un taşı toprağı altındır dediğimizde, o deyimin içerdiği ironi bir yana, bunu gerçekten görebiliriz.”
Evet, şimdi de karşımızda Yedikule Kapısı... İçeri girdiğinizde sizi karşılayan ilk yapı, haliyle Yedikule Zindanları oluyor. Sanat tarihçileri kaçıncı olduğu konusunda tartışadursun, Büyük Theodosius’un yaptırdığı Altın Kapı’yı, 2. Osman’ın katledildiği Genç Osman Kulesi’ni ve diğer 6 kuleyi ziyaret edin; çünkü burada tarihin loş ve karanlık tarafları var.
Mihraptaki gizli oda
İmparatorluğun 16’ncı padişahı olan Osman-ı Sani (Osmanlı Türkçesiyle 2’nci Osman), hepi topu 4 yıl kadar hüküm sürmüş olsa da kişisel tarihi devam etmiş, merak edilmiş bir sultan. Babası Sultan Ahmet’in onun adını; hanedanının kurucusu Osman Gazi’den mülhem (ilhamla) koyması, çürümüş Konstantinopolis’i yeniden fethetmesine mesaj mıydı bilinmez ama daima reformları yapamamış bir hükümdar imajıyla anılmıştır.
Şimdi araba tamircilerinin ve gürültülü caddenin ortasındasınız. Bir kere hangi sokağa girseniz, karşınıza bir eski zaman güzeli çıkıyor. Fakat benden size bir tavsiye; yönünüzü sol tarafa çevirin ve Mimar Sinan’ın son eserlerinden Hacı Evhad Camisi’ne gidin ve bilhassa İznik çinilerini fotoğraflayın. Camiye adını veren sokaktan sapmayın, biraz daha devam edin, karşınıza Küçük Efendi Külliyesi çıkacak. Baştan haber edeyim; burası 19’uncu asrı mayalayan Türk barokunun bugüne gelen nadide yapılar topluluğundan. Adını Ayasofya vaizi Feyzullah Şükrü Efendi’den alan bu kompleksin şaşırtıcı özelliği, imamların namaz kıldırdığı yer olan mihrapta bir gizli odanın olması. Bu arada yerin altında başka çilehaneler de mevcut, yine su haznelerine dikkat, sizi başka zamanlara götürebilir.
Hıristiyan Osmanlının Evi
Şimdi yine Yedikule’nin içlerine doğru revan olalım. Ahalinin İmrahor İlyas Bey Camisi diye andığı, eskinin en büyük ve en eski manastırlarından Studios Kilisesi’ni göreceksiniz. 461’de Vaftizci Yahya adına yaptırılan bu Bizans yapısı, Osmanlı tarihi için de enteresan bir yer. Yıldırım Bayezid’in en küçük oğlu Kasım Çelebi, padişahın en büyük oğlu Süleyman Çelebi tarafından Bizans’a rehin bırakılır. İşte bu genç prens, 1417’deki veba salgınında ölmezden evvel Hıristiyan olur ve bu araziye defnedilir, geçmiş içinde geçmiş...
Manastır şimdilerde atıl bir halde olsa da ‘bir zamanlar 700 keşişi barındıracak kadar zenginmiş’ dedikten sonra yolumuza devam edelim.
Halkın Cuma Tekkesi olarak bellediği, yine 19’uncu asra tarihlenen tekke-cami formunda inşa edilmiş Uşşakî Camisi’ne doğru adımlayın. Burada, çeşme içindeki taşa işlenmiş, Karahisari’nin elinden çıkma nefis bir yazı var. 1556’da vefat etmiş, ekol sahibi bir hattat olan Ahmed Şemseddin Karahisari’nin bu sanatını mutlaka kadrajlayın. Mübalağa yok, böylesi bir üsluba çok nadir tesadüf edersiniz. Bir de ‘Revnakoğlu’nun İstanbul’u’ kitabının ilgili yerlerine de göz atın bir yandan tarihin içinde yürürken.
‘Semte veda ederken Sirkeci-Kazlıçeşme banliyö trenini kullanabilirsiniz’ hatırlatmasını yaptıktan sonra artık yazının sonuna gelelim: Çarpık apartmanlar, estetikten yoksun yerler ne kadar çoksa çiçekli, cumbalı evler de o kadar fazla ve içten içe bir yarış halindeler. Bugün bir avuç kalan Ermeni, Rum ve Rumelili nüfusuyla Yedikule, yine de bir Yeni Türkü şarkısı gibi geçiyor zamandan: “Nargilem
duman duman, ah bayıldım aman aman/İstanbul güzel ama zabitleri pek yaman...”