2 Aralık 2006
PAPA Sultanahmet Meydanı’na geleceği sırada muhteşem manzaralı Mavi Ev’in çatısında kurulmuş olan seyyar BBC World stüdyosunun canlı yayınına katıldım. Boğaz muhtemelen güvenlik nedeniyle trafiğe kapalıydı. Uzakta biriken gemi sayısı sürekli artıyordu. Tepemizde helikopterler ve martılar, ezan sesi ve buz gibi esen rüzgárın uğultusu... Deneyimli gazeteci Dan Damen, Papa’nın seyahatinin Türk halkı için ne anlama geldiğini sordu. Tabii ki Türkçe konuşup bayrak sallamasını, AB’ye destek vermesini sevmişti insanlar ama herkesin yüreği ağzındaydı. "Hayırlısıyla bir an evvel başımıza yeni bir dert açılmadan şu ziyaret bitsin" duygusu hemen herkeste hákimdi. Özellikle Avrupalılar tarafından itilip kakılıyormuş duygusu üzerlerine sinmişken durduk yerde bir de Papa yüzünden eleştirilme endişesini taşımak fazla gelmişti Türk halkına.
BBC’de anlatamadım ama AB’ye en güzel tepkiyi gençler veriyor. Bir süredir internette dolaşan fıkrada Türkler Çanakkale’de ölen Anzaklar için bile dünyadan özür dilemişler ama 2050 yılı gelmiş AB hálá Türkiye’yi tam üye yapmamak için bahane arıyor.
* * *
Mavi Ev’in çatısında ikinci soru: Bizler için Mavi Cami’nin önemi nedir? Mimar Sinan buraya cami yapmaya ömrü boyunca direndi. Ayasofya ile rekabete girmedi. Sultanahmet Camii’ne Batılılar haklı olarak Mavi Cami diyorlar, zira içindeki çinileri en önemli tarafı. Yoksa Sinan’ın muhteşem Selimiye’si yanında öğrencisi Mehmet Ağa’nın eseri olan Sultanahmet Camii’nin esamesi okunur mu, bunu iyi mimarlara sorun.
Yine de Sultanahmet Camii iyi ki var, zira Ayasofya da böylece müze olarak rahat bırakılıyor.
Osmanlı döneminde padişah da Papa gibi dini ve siyasi otoriteyi birlikte taşımış. Sultanahmet Meydanı siyasi otoritenin uzantısı olan bir yer, burada cami olması normal.
Papa’da birincil kimlik dini ama her ne kadar Vatikan tarafından aksi söylense de ziyaretinin siyasi yönü kuvvetliydi. Sultanahmet Meydanı camisi, kilise müzesi, Mısır’dan gelen dikilitaşı, Alman Çeşmesi ve turistleriyle global bir mekán. Papa bu mekánda yadırganmadı. Hatta muzip Türk halkı onun Sultanahmet Camii’nde biraz daha kalıp duayı sürdürseydi Müslüman olacağına dair şakalar bile yaptı. Bana kalırsa bu şaka bile Papa’nın üç günün sonunda Türklerle arasında duygusal bir bağ oluşturduğunun kanıtı.
Ama bu bağ neye yarayacak? Papa’nın Türkiye ziyareti İkiz Kuleler olayından sonra genel olarak Müslümanlara karşı duyulan kuşkuları gidermeye yetmeyecek.
* * *
Avrupa Birliği Türkleri fazla yordu. Fransa Meclisi’nin Ermeni kararı, Avrupa Parlamentosu’nun tükenmek bilmeyen eleştirileri ve Kıbrıs’ta çözüme hayır diyen Rumlara karşı cezalandırılmak... İşleri fıkraya vurmak ve karikatürleştirmek işte bu bıkkınlığın göstergesi. Hayırlısıyla, hoşçakalın Papa.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
DÜNYANIN hangi iyi iletişimcisine sorsanız günümüzde ülkeler için en iyi iletişim yönteminin sanat ve kültürü kullanmak olduğunu söylüyor. Güneş ve kumsalla tanıtım yapmak, Portekiz örneğinde olduğu gibi teknoloji yatırımlarını engelleyebiliyor. Ya da Rusların yaptığı gibi yabancı gazetecileri uçaklara doldurup yedirip içirdikten sonra ülkelerine göndermenin, tanıtımda etkin bir yol olmadığı konusunda bunu önerenlerin dışında hemen herkes hemfikir.
Ülkeler de herhangi bir marka gibi başarılı olmak istiyorlarsa insanları kalplerinden yakalamak zorunda. Duygulara dokunmak ise en zoru.
Brüksel’de Avrupa Komisyonu’nun geniş giriş holünde açılan bir sergi işte bunu başardı. Heykeltıraş Hasan Fuat Sarı, 26 yıldır Finlandiya’nın Turku kentinde yaşıyor. AB Komisyonu binasında açtığı sergiye AB’nin Genişleme Genel Müdürlüğü büyük destek verdi, Koç Grubu’nun katkısı da cabası.
Sanatçının su ve çevre sorunlarını konsept olarak aldığı sergide kullanılan bisiklet tekerlekleri büyük ilgi topladı. Sergiyi her gün komisyondaki çeşitli konferansları izlemeye gelen yüzlerce kişi gezdi ve sergi defteri övücü cümlelerle doldu.
Hasan Fuat Sarı’nın Osmanlı hat sanatından esinlendiği metal heykelleri ile bisiklet tekerleklerini kullandığı eserleri, eleştirmenlerin dikkatini çekti. Sanatçı tekerleğin medeniyeti, suyun da akışkan bir madde olarak sevgiyi temsil ettiğini söylüyor.
* * *
Medeniyet ve sevginin buluştuğu bu sergide yaptığı açılış konuşmasında Genişleme Genel Müdürü Michael Leigh, Türkiye/AB ilişkilerinde bundan böyle tren kavramı yerine bisikleti kullanmayı önerdi. Çünkü dedi Leigh, bisiklet daima ileri gider.
Ben geri giden bisikleti sadece sirkte gördüğümü hatırlıyorum! Umarım AB’de bindiğimiz bisikletin pedallarını geri çevirmeye kalkışmayız.
Bisiklet üzerindeyken pedal çevirmezseniz düşersiniz.
Türkiye bugün için bisikleti yokuş vitesine alıp pedallara asılmak durumunda. Ama biz uzunca bir süre kendimizi göl kenarında gezintiye çıkmış gibi rehavete kaptırdık.
* * *
Serginin açılışında Türkiye Büyükelçisi Fuat Tanlay, Finlandiya Büyükelçisi Antti Sierla ve AB nezdindeki Daimi Temsilcimiz Volkan Bozkır da birer konuşma yapıp AB ile ilişkilerde artık sanat ve kültür gibi farklı konuları konuşmanın zamanının geldiğini söylediler. Sergiyi gezenler de Akdenizli Türk kültürüyle beslenmiş bir sanatçının Finlandiya iklimiyle buluştuğunda ortaya çıkan etkileyici sonucu gördüler. Kültürlerin buluşmasından alınan sonucu Avrupalı dostlarımıza daha fazla göstermeliyiz.
Bu arada Avrupa üzerinde pedal çevirmeye devam. Unutmayın, geri giden bisiklet sadece sirklerde olur.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2006
KÜÇÜK bir kız bebeğe tecavüzün faturasını birkaç sapığa çıkarmak yeterli mi sizce? O iğrenç adamları ve o pislik kadını lanetleyip huzura kavuştunuz mu? Dostum avukat Cihan Yamaner "İnsanlık tarihi boyunca ne zaman bir ülkede yasaların uygulanmasında zaaf oluşmuşsa cinsel suçlar artmıştır" diyor.
Ağaçları bırakıp ormana bakalım.
* * *
Türklerin internette çocuk pornosu izleme şampiyonu ilan edilmelerinin üzerinde yeterince durmadık. Evet çok rahatsız edici bir gerçek, ama toplum olarak her geçen gün artan veya daha çok ortaya çıkan cinsel suçların tahribatına açığız.
İstatistikler ülkemizde cinsel suç oranının son bir yılda yüzde 300 gibi yüksek bir oranda artmış olduğunu gösteriyor. Ya eskiden elimizde olan bilgiler yanlıştı, ya şimdi bir patlama yaşanıyor.
Çocuk fuhuşu ve pornosu gözümüzün önünde "sektör" olmuş da haberimiz yok. İnsanlarda sanki birileri bir şeyleri örtbas ediyor duygusu hákim olmaya başladı. Bu kadar suç bugüne kadar nasıl gizli kapaklı işleniyordu?
Diyelim ki suçlu yakalandı. Erzincan’da tecavüze uğrayan 7 yaşındaki kız çocuğunu olay yerine götürüp köylünün gözü önünde keşif tatbikatı yaptıran mahkemeye ne demeli? Keşiflerin aleni yapılması çocuk üzerinde büyük ruhsal tahribata yol açar. Neden orada ilkokul birinci sınıftan ayrılan bu yavruya destek olacak bir psikolog yok? Ayrıca aileler ele güne rezil olma korkusuyla olayı gizlemek isteyebilirler.
Mahkemeden kim hesap soracak?
Evimize günlük gazeteleri alan bizler çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Gazete okumasını teşvik ettiğiniz 8 yaşındaki oğlunuz "Anne bu bebeğe ne olmuş?" diye sorduğunda ne cevap vereceğiz?
Milli Eğitim Şûrası imam hatiplileri liselerle eşitlemekle uğraşacağına bu konulara bakmalıydı. Lise müfredatlarına din dersi koymakla çözülemeyecek kadar karmaşık bir mesele bu.
Ama biz esas soruna eğilmeyip bir yandan imam hatiple diğer yandan türbanla ve senfoni orkestrasının göğüs çatalıyla uğraşırsak daha başımıza çok şey gelir.
Yeri gelmişken türbanla saç gizlemeyi ne kadar doğru bulmuyorsam, çalışanların temsil özelliği taşıdıkları yerlerde göğüs dekoltesiyle dolaşmayı da hatalı gördüğümü söylemek isterim. Birileri kapanıp kimlik arıyor, diğerleri de açılıp saçılıp.
Biz bu konularla meşgulken çocuk istismarı alıp başını yürüyor. Türkiye çocuk pornosu şampiyonu ilan ediliyor. Başka ülkelerde de var deyip geçilecek bir konu değil bu. Amerikalı ya da Alman yaptı mı münferit olay diye bakılır, ama bizde oldu mu toplum olarak yaftası üzerimize yapışır.
Türkiye’nin hukukçuları, eğitimcileri, sosyologları, psikologları ve medyası çocuk istismarını çok ciddiye almak zorundalar.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
ALTI eski dışişleri bakanı, Can Dündar’ın programına çıkıp "AB ile müzakerelere ara verilsin" demişler. "Askıya alınsın" demek kolay. Ancak bunu söylerken herhalde ara verilen müzakerelerin tekrar nasıl açılabileceğini düşünmeden konuşmuşlar.
Müzakereler bir kere durursa yeniden başlatılması için 25 üye ülkenin 3 Kasım 2005’te esirgemedikleri onayı teker teker yeniden vermeleri gerekecek.
Kolay mı böyle bir momentumu tekrar yakalamak? Müzakerelere ara verme "coffee break-kahve molası" almaya benzemez.
* * *
Ankara’nın da, AB’nin de müzakereleri askıya alma lüksüne yanaşmayacaklarını ve sürecin kesintisiz devam etmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Türkiye-AB ilişkilerinde en büyük çözümlere her zaman en gergin anlardan sonra ulaşıldığını hatırlayalım.
AB, her düzeyde insanın bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğu konuların başında geliyor. 6-7-8 Kasım günlerini Brüksel’de geçirdik. Uluslararası medyanın yaklaşımının da bizim buradakinden farklı olmadığını gördük.
Türkiye ve AB dendi mi uluslararası medya kendini olumsuza kurmuş. Bu yılın İlerleme Raporu’nun da öncekilerden daha kötü çıkacağına ilişkin genel bir kanı oluşmuştu. Herkes kaza bekliyor. AB kamuoyunda Türkiye açısından bir kötüleşme söz konusu. Bunun en önemli sebeplerinden biri, AB’nin liderlik vasfı olmayan kasaba politikacıları tarafından yönetiliyor olması.
AB’yi oluşturan devletler bugün bazıları büyük, bazıları küçük birer kasaba görünümündeler. Örneğin, büyük kasabalardan Fransa’da cumhurbaşkanlığına aday üç liderin üçü de televizyona çıkıp vur abalıya hesabı Türkiye’ye çakma politikası güdüyorlar. Diğer büyük kasaba Almanya’ya bakalım. Frederich Ebert Vakfı’nın son kamuoyu araştırmasına göre, her dört Alman’dan biri aşırı sağa ve ırkçılığa meyilli çıkmış.
Ufukta Avrupa kaderine hákim olacak bir lider, hiçbir üye ülkede görünmüyor. Avrupa nüfusu yaşlanıyor, azalıyor, yabancı düşmanlığı artıyor. Bu durumun önünü kesecek lider de çıkmıyor.
* * *
Ne yapalım? AB yaşlanıyor, kendini yenileyemiyor diye ilişkimizi askıya mı alalım? Trenden aşağı mı atlayalım?
Hayır. Tren, yoluna Türkiye ile devam etmeli. Ancak Türkiye’de mutlaka yapılması gereken başka bir şey var. Türk modernleşmesini AB çapasından kurtarmak zorundayız. AB zoruyla modernleşme görüntüsü hoş değil, üstelik de tehlikeli. Zira bu kez de AB’ye kızan, modernleşme ve demokratikleşmeye karşı çıkıyor. Bu durumun adına "AB paradoksu" da diyebiliriz.
Türk modernleşmesini yeni bir perspektife oturtmanın zamanı gelmiştir. Bunun için AB karşıtı olmak gerekmiyor. Tam tersine modernleşmeyi AB çapasından kurtarabildiğimiz ölçüde, AB içinde de saygınlığımız artacak ve bindiğimiz AB treni daha hızlı hareket edecektir.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
ZEYTİNYAĞI gibi suyun üstüne çıkmak... Bu güzel deyim Kıbrıs bağlamında Rum tarafının yaklaşımına çok uyuyor. Sen hem anlaşmaya yanaşmayan taraf ol, hem de işi Türkler bozdu diye propaganda yap. Öte yandan Türkiye’nin kendini iyi pazarlayamadığı da gerçek. Ama biz zaten bu "pazarlama" sözcüğüne alerjik sayılırız. Neymiş öyle kadın pazarlar gibi memleketi pazarlamak! Hatırlarsanız bu alerjimiz yüzünden "Türkiye’yi pazarlamalıyız" dediği için Başbakan’ın yemediği medya zılgıtı kalmadı. Eh ne de olsa Türkiye medyasında suyun başını tutanlar olarak kapalı ekonomi çocuklarıyız. Başbakan pazarlama yerine "marketing" demiş olsaydı pek kimse bir laf etmezdi, bu da ayrı bir gerçek...
Neyse ki artık Avrupa Birliği tarafında da bu Rumların zeytinyağı numarasını yutmayanlar var. Fakat sonuç değişmiyor. Kıbrıs sorunu çözümsüz kaldıkça AB ilişkisini yüreğimiz ağzımızda izlemeye devam.
* * *
Zeytinyağı deyince... Öte yandan bizim AB ile çok ciddi ve gerçek zeytinyağı sorunumuz da var. Türk zeytinyağını marketlerde rastladığımız şık şişeler içinde AB’ye ihraç etmemiz yasak. Zira Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği anlaşmasına göre şişelenmiş ya da kutulanmış zeytinyağı paketlenmiş sınai ürün özelliği kazandığından AB’ye giremiyor. Türkiye ancak dökme zeytinyağı ihraç edebiliyor. Bu da bizim için ciddi bir katma değer kaybı demek.
AB ile ilişkilerimizi zeytinyağı boyutunda izlemenin de anlamlı olacağını düşünüyorum. Hem bizim, hem karşı tarafın hataları var. Önce kendi hatalarımıza bakalım. Hedef elbette markalı ihracatın artırılması olmalı, ama Türk ailesi ve Türk restoranları hálá zeytinyağı kullanımı konusunda ikna edilmiş değil. Ve daha da önemlisi ne kamuoyu önderleri ne de siyasi karar mekanizmalarını yönetenler bu ürünün stratejik önemini anlamış değiller.
Bugün AB ile markalı ürün ihracatında sorunumuz var, ama Gümrük Birliği öncesinde de dökme zeytinyağı ihracatı bugünkü seviyelerinde değilmiş. Rakamlar 95’ten itibaren ihracatın hız kazandığını gösteriyor. Demek ki AB’nin olumlu bir etkisi olmuş. Son 10 yıllık dönemde ihracatın yüzde 40’ı İtalya’ya, yüzde 20’si İspanya’ya dökme olarak yapılıyor, onlar kutulayıp satıyorlar.
* * *
Bu sorun nasıl aşılacak? İspanya’da başbakanın kendisi çıkıp zeytinyağı reklamında oynamış. Bizim de siyasetçilerimiz bu cesareti gösterebilmeli. Liderlik vasfı "pazarlamacı" suçlamalarına göğüs germeyi gerektirir. Ama işimiz yazının başında da söylediğim nedenlerle zor.
Zeytin ülkesi olmak Tanrı’nın bir lütfu. Türkiye’de 130 milyon zeytin ağacı var. Zeytin üretiminde ikinci, zeytinyağında beşinciyiz. Türkiye markasının stratejik ana ürünlerinden biri pekala zeytinyağı olabilir, ama planlı hareket etmek, kafa yormak ve pazarlamaya önem vermek koşuluyla.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
ÜNİVERSİTELERDEKİ "ahlak" araştırmasının sonuçlarını görünce Türkiye’deki Fransız Büyükelçisi’nin sözlerini hatırladım. Büyükelçi, Yaşar Kemal, Fransız gazeteciler ile İstanbul Modern’de açılan Gökşin Sipahioğlu sergisi için yemekteydik ve tabii ki Fransız Meclisi’nden geçen Ermeni yasa tasarısını konuşuyorduk. Tartışmanın orta yerinde Fransız Büyükelçi, "Ama" dedi, "Sizde kadınların yüzde 54’ü dayak yemeyi normal karşılıyor!.." Ermeni yasasıyla "guel alaka" dedik elbette bu konuyu değiştirme girişimi karşısında. Gelgelelim çok önemli bir ipucu saklıydı büyükelçinin bilinçli şaşırtmasında, o da şuydu: Fransa, AB projesinde yer almamızı engellemek için bizi nereden vuracağını çok iyi biliyor, üstelik maşallah biz de tüm kozları altın tepsi içinde sunuyoruz ellerine...
* * *
Kadınlarının yarıdan fazlasının "hak ettim vurdu" dediği bir ülke, kültürel olarak AB’de olabilir mi? Buradaki ince ayrıntıyı iyi fark etmemiz lazım. Din farkı nedeniyle bir karşı çıkış yok; çünkü din üzerinden yürümek en azından entelektüel olarak büyük ayıp, medeni insanlara yakışmaz. Ama iş kadın meselesine geldiğinde bizi zayıf noktamızdan vuracaklarını senelerdir söylüyorum.
Söz konusu olan ülke Fransa olunca pek çok cevap yetiştirmek mümkün elbette. Nitekim baktım meslektaşlarımız, Fransız devlet başkanlarının aşklarını yazmaya başladılar bile. Eh ne de olsa "metres" sözcüğünün ve müessesesinin kökeni de Fransızca. Fransa’da da, İngiltere’de de, Belçika’da da kadınlar dayak yiyor elbette, ama biz savunmayı böyle yapamayız. Daha doğrusu savunacak tarafımız yok.
* * *
Dün Hürriyet’te açıklanan ve namus cinayetlerinin Doğu’daki üniversitelerde okuyan öğrencilerin yüzde 30’u tarafından normal karşılandığını gösteren araştırma her şeyden önce "korku" veriyor.
Aramızda potansiyel canilerin dolaştığına dair bir korku duygusu bu...
Öte yandan töre ya da namus cinayetlerinin Doğu’ya özgü bir sorun olduğunu da biliyoruz. Örneğin, Diyarbakırlı kadınlar bu sorunu yerel düzeyde çözümlemek için projeler üretiyorlar. Uzaktan kumandayla bu işin düzelmediği ortada.
Türkiye’nin batısında yaşayanlar ise namus cinayetlerinin Kürtlere ait bir sorun olduğunu biliyorlar ve biraz da bu utancı üzerlerinden atma güdüsüyle bir söylem geliştiriyorlar:
Töre cinayetleri, Doğu’daki feodal düzenin kalıntısı ve Türklerin değil Kürtlerin sorunu...
Ancak kendini töre cinayetleri konusunda böyle savunmak da bizi ayrımcılık noktasına götürür. Teşhis doğru, ama savunma yöntemi yanlış.
Türkiye’nin AB ile kültürel anlamda eşitlenmesinin anahtarı, kim ne derse desin kadınların elinde. En büyük sorun da Doğu’daki kadınların... Türkiye’nin AB ile entegrasyonu büyük ölçüde Doğu’nun kültürel değişiminden geçiyor.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, bizim artık Mars diye bildiğimiz gezegen için "Merih" diyor. Ve Türkiye’de bazı "Merihliler" olduğunu söylüyor. Merih diye güzel bir kelime dururken neden Mars’a döndüğümüzü anlayamadığım için Sayın Talat’a dil kullanımı açısından da sempati duyduğumu söylemem lazım. Ama açıkçası Merihli benzetmesindeki mizahı da sevdim.
Talat’a göre Anadolu’ya Merih’ten inmiş gibi davranan bazıları Kıbrıs’ta izolasyonların kalkmasıyla Türkiye limanlarının açılması arasında hiçbir bağ göremediklerini söylemekteler. Oysa izolasyonların kalkması elimizdeki bir koz. Bunu neden kullanmayalım?
Geçenlerde Turkish Daily News’de İngiltere’nin Türkiye büyükelçisinin olayı çok güzel irdelediği yazısında da bu konuya atıf vardı. AB tarafı bu ilişkinin nasıl kurulduğunu anlamakta zorlanıyor.
AB tarafını anladık ama bizim tarafta bunu anlamamaya ne dersiniz? İşte Talat’ın Merihlileri bunlar.
* * *
İşin doğrusu ne? KKTC’ye karşı sürdürülen izolasyonların kalkması için AB’nin söz verdiği tarih 26 Nisan 2004. Bu tarihte toplanan AB Bakanlar Konseyi KKTC üzerindeki izolasyonların kalkacağına dair kurumsal olarak yapılmış bir taahhütte bulunuyor.
Bugünkü gelişmelerin temelini anlamak için işte bu karara geri dönüp bakmak gerekiyor.
26 Nisan 2004 taahhüdü taslak metin olarak tüzüklere geçtikten sonra ne oldu?
Türkiye AB’nin bu taahhüdüne sadık kalacağını umarak hareket etti. 17 Aralık 2004’teki ek protokolü de buna dayanarak imzaladı.
AB tarafı ise aradan geçen zamanda bu tüzüğü sulandırdıkça sulandırdı. Tüzüğün ilk halinin ırzına geçildi. Verilen söz uygulanmadı.
Buna rağmen hálá limanların açılması ile izolasyonların kalkması arasındaki bağlantıyı reddetmek mümkün mü? Biz daha kendi içimizdeki Merihliler bunu anlamadıkları için gerçeği AB tarafına anlatmakta zorlanıyoruz.
* * *
Ve biz şimdi gerçekçi olarak kendimize bakalım. Hükümet Kıbrıs’la ilgili olarak 17 Aralık 2004’te imzaladığı Ek Protokolü -içinde limanların açılmasından söz edilmese bile- Meclis’ten geçirebilir mi? Bu protokolün içinde gerçekten Türkiye’yi zora koşacak bir nokta olamayabilir. Ancak gel de bunu Meclis’e anlat.
Olay bir kere limanlar zaviyesinden görülmeye başladıktan sonra muhalefetin geri adım atması söz konusu olamaz. Üst düzey bir Türk Dışişleri yetkilisinin belirttiği gibi sorun teknik değil siyasi. Teknik olarak Meclis’ten geçebilecek bir şeyi muhalefetin yaratacağı tepki nedeniyle kabul ettirmek artık siyaseten mümkün değil.
Bir tarafta Merihliler, diğer tarafta AB karşıtları... Kıbrıs’la ilgili olarak yurtdışındaki tepkileri göğüslemek içerdekilere karşı koymaktan daha kolay.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
OĞLUMU iyi ki Fransız okuluna göndermemişim, yoksa kendimi suçlu hissederdim. Fransa parlamentosunun kararı karşısında ilk tepkim bu oldu. Annenin yaşadığı Fransa travmasına çocuğu ortak etmiş olmanın yükünü taşımayı istemezdim doğrusu. Ardından Nobel’i Orhan Pamuk’un kazanması... İki olayın aynı güne rastlaması ne büyük talihsizlik. Şunu rahat rahat sevinebilelim diye iki gün sonra açıklayamazlar mıydı?
Ne zor bütün bunları yaşamak. Ve sadece bunlar mı? Bir psikiyatri kongresinde Türkiye’de ruh sağlığı bozulmuş 13 milyon kişi açıklanmış. Bu ortamda az bile.
* * *
Fransa’nın Türkiye-Avrupa Birliği üyelik müzakerelerini engellemeye kalkıştığı dönemde, "Paris hükümeti bunu yaparsa Yaşar Kemal, Fransız şeref madalyası olan Legion d’Honneur’ünü geri versin" diye bir görüş ortaya atmıştım. Bugün ise bunu yapmaya değmez diye düşünüyorum. Parlamentosu bu kadar sersemce bir kararın altına imza atabilen Fransa, artık o kadar da ciddiye alınacak bir ülke değil çünkü. Madalyaları geriye vermeye kalkışmak, bu olayı fazla önemsemek olur.
Bugün ihtiyacımız olan şey vakardır. Bence verilecek en iyi cevap, her türlü tepkide vakur olmak. İnfial içinde gereksiz duygusal tepkilerde bulunmak aleyhimize işler.
* * *
Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde 4 milyona yakın Türk yaşıyor. Avrupa Türklerinin, bulundukları ülke vatandaşlığına geçip seçme ve seçilme hakkı elde etmeleri süreci de hızlanıyor. Buna rağmen Türkler, henüz seslerini duyurmaktan acizler. Neden?
Böyle olmasının çok basit bir sebebi var. Avrupa Türklerinin yaşadıkları ülkelerin etkin çevreleriyle temasları yok. Kamuoyunun can alıcı noktalarında değiller. Medyada entelektüel ağırlıkları hissedilmiyor.
Yurtdışındaki Türk örgütlenmeleri, camiler etrafında kapalı biçimde yürüyor. Sayıca çok olmak bir şey ifade etmiyor. Farklı ülkelerdeki Türklerin bir diğer defosu da ülkeden ülkeye birbirleri arasında iletişimlerinin olmayışı.
Bir sonraki dönemde Avrupa Parlamentosu, Türk kökenlileri buluşturma işlevini görebilir. Zira geçen haftaki Belçika yerel seçimlerinde görüldüğü gibi Türkler oy patlaması yaptılar ve temsilci sayısını üç kat artırdılar.
Bu gidişatı bizden daha iyi izleyenler olduğu içindir ki şimdi Avrupa ülkelerinde Türkiye’yi AB’den dışlamak isteyenler arasında Türklerin önünü nasıl keseriz telaşesi yaşanıyor. 2002’nin ağustos ayında kabul edilen ilk AB demokratikleşme paketinin ardından bu grubun ezberi bozuldu. Ne 301’den yargılananların beraat ettiklerinin, ne de Osmanlı arşivlerinin açık olduğunun henüz farkında değiller.
Fransız parlamentosunun kararı, gerçekte Ermenilere duyulan sempati nedeniyle değil, Türkleri AB sürecinde engellemek isteyenlerin sayesinde alınmıştır.
Yazının Devamını Oku