12 Ağustos 2006
TATİL aylarının rehavet ortamında ortak aidiyet alanlarımı oluşturan konuların sığlığı daha net seçiliyor. Cep telefonunun modeli, arabanın markası, onun bunun özel ve cinsel yaşamı ile elbette ki ceplerdeki paranın miktarı. Kanaat önderi konumunda olması gerekenlerin bile duygu paylaşımlarını mişli muşlu cümlelerin arkasına gizlenerek tükettiği bir toplumun geleceğinden ne hayır geleceği üzerinde durulması gereken bir konu.
Entelektüel sığlık üzerinde güçlü bir ülke inşa etmek zor. Her alandan örnek var. Dış politikaya ideoloji karıştırma hastalığımız nüksetmiş, kime ne? Bu toplumun düşünce liderleri komünistse Sovyet yanlısı, liberalse Amerikancı, dindar ise Arap yanlısı olmak zorundaydılar. Bugün de değişen bir şey yok. Bu ülkenin çıkarının neyi gerektirdiğini belirleyen, herkesin kendi dar ideolojik takıntısı.
Türkiye mişli muşlu konuşuyor ve mişli muşlu yapıyor. Bu arada galiba Avrupa Birliği’ni de kendimize benzetmeye başladık. Örneğin, Türkiye’deki AB temsilciliği, AB işinden anlayanlardan oluşan bir A Takımı oluşturdu. Geçenlerde bir dostum, elinde bu 150 kişilik A Takımı listesi hesap soruyor, o listede neden yokmuşum diye. AB doğru bir yöntem izlemiş, gidip kurumlara sorup aday göstermelerini istemişler, onların verdiği isimlerden de bu liste oluşmuş, ama sonuç tartışılır. Nedeni içinse bu yazının başlığına bakın; çünkü yine miş muş olmuştur. Ayrıca medyadan sadece CNN ve NTV’den isim alınmış.
Şimdi artık cesaretimizi toplayıp gerçekleri söyleme zamanı. Mişli muşlu Türkiye’nin AB stratejisinin iletişim bacağında söyleyecek sözü olanların bir adım ileriye çıkmaları gerekiyor. Bugün çıkmazlarsa ne zaman ihtiyacımız olacak bizim A takımlarına? Sadece iki ay sonra AB’de Kıbrıs yüzünden başımız çok ciddi olarak belaya girebilir.
A Takımı’ndan bu konuda çalışan bir hücre mi var? Benim bildiğim yok. Ama Kıbrıs Rumları, Annan Planı’nı reddeden taraf olduklarını unutturmak için Türk tarafına geçimsiz maskesini yapıştıracak ataklara başladı bile. Bu gidişle üç vakte kalmaz bir de bakacağız ki Türkler yine Kıbrıs’ta sorun yaratan taraf olmuş. Adamlar sihirbaz mı? Hayır. Ama biz uyuyoruz.
Kıbrıs konusunda en az çabayla en çok etki yaratacak olan kesim entelektüellerimiz ve akademisyenlerden oluşan bağımsız kanaat önderleridir. Her şeyi Dışişleri yapamaz. Her şey parası var diye iş dünyasından beklenemez. Ne iyi olurdu Türk sivil toplum kuruluşları kendi aralarında bağımsız bir Kıbrıs iletişim ağı oluşturabilselerdi. Bunun için gerçekten çok az vakit var; ama bu çağrıyı duyacakların çıkacağına inanıyorum. Kıbrıs için de miş muş yapmanın bedeli AB treninden düşmek olabilir.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2006
BANA müzelerini say, sana kim olduğunu söyleyeyim. Bunu, İsviçre’nin nüfusu sadece 15 bin olan ufacık Vevey Kasabası’nda hafta sonunda gezdiğimiz müzelerden sonra rahatlıkla söylüyorum. Önce Oyun Müzesi’ne gidildi. Ardından Fotoğraf Müzesi, Tarih Müzesi ve Sanat Müzesi. Bağcılar Müzesi ile Doğal Bilimler Müzesi’ni ziyarete vakit kalmadı.
En güzel lokma Yiyecek Müzesi idi. Nestle’nin Leman (Cenevre) Gölü’ne bakan tarihi eski genel merkezinde yaptırdığı bu müzeyi gezerken ne kadar hayıflandığımı anlatamam. En çok da kusura bakmasınlar Türk sanayicilerine kızdım. Örneğin, Türkiye’nin büyük tekstilci aileleri hálá bulundukları şehirde, Gaziantep’te, Denizli’de neden birer tekstil müzesi yaptırmadılar? Neden Antalya’da bir turizm müzemiz yok? Neden Bolu’da, Gaziantep’te mutfak müzesi kurulmasına sponsor olmak kimsenin aklından geçmez? Nerede İstanbul’un moda müzesi?
Bizde hálá, müze yaparsam aileden kalan eşyaları ve geçmişte kendi ürettiğimiz malları sergilemem gerekir, gibi bir düşünce hákim. Oysa tekstil müzesi kuracaksanız, ille de babanızın iğini sergilemeniz şart değil.
* * *
Müze konusu, paradan ziyade vizyon gerektiren bir mesele. Sanayicimiz dünyanın dört bir tarafına mal satıyor; ama vizyonlar henüz o denli boyut kazanmadı.
Müze kıtlığında Koç’un, Sabancı’nın, Eczacıbaşı’nın müzeleri elbette ki övgüyü hak ediyorlar. Bu üç kuruluşun İstanbul’daki müzeleri şehrin yaşam kalitesini yükseltti. Bunda mutabıkız ve gurur duyuyoruz. Ancak dünya ölçeğinde düşündüğünüzde büyük kuruluşların bu müzeleri yapmalarından daha doğal ne olabilirdi? Yapmasalardı ayıp olurdu.
Global iş dünyasında müze konusu artık vizyonu da aştı misyon oldu.
* * *
Ben yine Vevey’deki Yiyecek Müzesi’ne dönüyorum.
Bu ay müzenin küçük restoranında öğle mönüsü için İran yemekleri pişiyor. Uğradığımızda aşçı kadın, boyuna dilimlenmiş patlıcanlara fırçayla zeytinyağı sürüp fırına atmakla meşguldü. Üzerlerine de sonradan sarmısaklı sos eklenecekmiş. Bu sırada oğlum da yine müze mutfağında düzenlenen 1 saatlik tatlı ve tuzlu İsviçre bisküvisi pişirme kursunu alıyordu. Kurs bitince kendi bisküvilerini içine koyup götürmesi için şık poşetler verdiler. Bisküvilerimizi Türkiye’ye taşıdık.
Müzede sadece Nestle’nin tarihinden bahsedilmiyor. Pişirme ve yeme kısmı dışında alışveriş ve yemek düzeni ile ilgili bölümler, sofra düzenini gösteren vitrinler ve yemekle ilgili düşünebileceğiniz her türlü tarihi bilgi var. Video ekranlarda filmler gösteriliyor. En ilginci de 6 ay süren Muz Sergisi. Muz sandıkları, muzlu tablolar, biblolar, muz desenli çarşaf takımları, fotoğraflar. Ayrıca bir muz firmasının sponsorluğunda bedava muz yeme imkánı.
Müzeler, bir ülkenin ve insanlarının gelişmişlik düzeyinin aynası, derken sanırım haksız sayılmam.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
GEÇENLERDE gazeteci eski arkadaşlarımla Brüksel’de buluştuğumuzda gerçeğin farkına vardım. Bu arkadaşlar önemli basın yayın organlarında çalışan uluslararası gazeteciler olmalarına rağmen hemen hiçbirinin Kıbrıs sorunu hakkında kapsamlı bir fikri yoktu. Genelde Avrupa kamuoyunda hÁkim olan görüş neyse, gazetecilerinki de aynısı... İçlerinden biri Kıbrıs sorununa bakışlarını samimiyetle anlatırken bakın ne diyordu:
Haritayı açınca algıladığımız manzara şu: Türkiye işgalci konumunda kocaman bir ülke, üstelik şeceresi de parlak değil. Hemen aşağısında ise "Kurtarın beni" diye feryat eden küçük bir ada var. Kimsenin aklına büyük ülkenin haklı, küçük adanın haksız olacağı gelmiyor.
Kıbrıs’ı yukarısında Türkiye ile birlikte algıladıklarında gördükleri resim bu. Bu adanın içinde de küçük bir taraf olduğunu ve asıl o küçük kısmın başının dertte olduğunun farkında değiller. Bunun için daha incelikli bir algı mekanizmasının işlemesi gerekiyor. Gelgelelim bu mekanizmayı işletecek yeterli dürtü yok. Dürtüleri ise ancak Türkiye tarafı yoğun ve etkili bir iletişim kampanyasıyla var edebilir.
* * *
Kıbrıs meselesini kavramak, kim olursanız olun "etkin dinleme" yöntemlerinin kullanılmasını gerektiriyor. Oysa Avrupalı kamuoyu önderlerinin Kıbrıs’ta ne olup bittiğine ilişkin etkin dinleme yapmaları için üzerlerinde herhangi bir vicdani baskı yok. Önemli olan bu ihtiyacı doğurtabilmek.
Örneğin "AB aktörleri" dediğimiz, tüm Avrupa’da karar mekanizmalarını etkileyen yaklaşık 100 bin kişi var. Bu insanların onda biri bile bugün artık asıl sorunun, Güney Kıbrıs’ın adadaki sorun çözülmeden önce AB’ye alınması olduğunu bilmiyor.
Öte yandan, Türk limanlarını açmak keşke sorunu çözmeye yetseydi. Diyelim ki limanları açtık. O lök gibi Türkiye’nin midesine oturan, birinci derecede taraf olduğu, adadaki mülkiyet sorununu kim çözecek?
Kıbrıs’ın lideri Papadopoulos’un Türkiye-AB müzakerelerini şantaj unsuruna dönüştürüp KKTC yi ve hatta Türkiye’yi teslim alma politikası izlediğini birilerinin AB aktörleri denilen kitleye anlatması gerekiyor.
* * *
Fetih mantığından kurtulup önümüzdeki beş yılda Kıbrıs için yapılacakları kapsayan bir iletişim eylem planı yazılması gerekiyor. Sağa sola atılan tek kurşunlarla olacak bir iş değil bu.
Kıbrıs sorunu yeni girişimler gerektiriyor. Bir yanda bizim toplumsal blokajlarımız, diğer yanda AB’dekilerin saplantı derecesine varan algı sorunu. Öyle olmasaydı koskoca AB’nin Kıbrıs ve hatta Türkiye politikasını Kıbrıs Rumları belirleyebilir miydi?
AB’ye neye teslim olduğunu hatırlatırken, bizim de bu konuda AB aktörlerini sürekli bilgilendirmemiz gerekiyor. AB, Kıbrıs konusunu düzeltecek ilgi, bilgi ve kapasiteden yoksun. Böyle olduğunun farkında olmamaları ise büyük sorun.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
BU yazı bir özür yazısı olacak. İpek Çalışlar’ın yeni çıkan "Latife Hanım" adlı kitabını bir çırpıda okuyup bitirdiğimde yerin dibine geçmekten beter olmuştum. Ben hayatımda hiç, ama hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum.
Biz ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kadın hakları savunucularıyız, kadınları siyasete sokmak için uğraş verenlerdeniz...
Nasıl oldu da bunca yıl Latife Hanım’ı yok sayabildik? Bu büyük ayıbı işlemeyi nasıl başarabildik?
Mustafa Kemal’in yaşamını anlatan kitapların hemen hepsini erkeklerin yazmış olması hafifletici neden olabilir mi? Kafamızdaki sevimsiz ve huysuz Latife Hanım imajı nasıl oluşmuştu? Onun, Cumhuriyet’in kadın devriminin arkasındaki isim olduğu hepimize nasıl unutturulmuştu?
* * *
Kitabın son sayfasını çevirdikten sonra şu kadarını söyleyebilirim ki, İpek Çalışlar’ın "Latife’den duyulan tedirginlik Mustafa Kemal’in ölümünden sonra giderek arttı. Ya bir gün siyasete atılmak isterse korkusu pek çok şeyi etkilemiş olabilir" yorumuna da katılıyorum. Çünkü Latife Hanım, Mustafa Kemal’in "beyninin öteki yarısı" olarak gördüğü çok zeki ve olağanüstü bir kadın. Bu ilişkiye tarafsız bakabilmeyi başarmış olanların hepsi, boşanma olmasaydı eşinin özeni sayesinde Atatürk’ün yaşamının daha uzun olacağı görüşündeler.
Şurası bir gerçek ki, Türkiye’nin ilk kadın avukatı ve Atatürk’ün Cumhuriyet ideolojisini birlikte oluşturduğu Ağaoğlu Ahmet’in kızı Süreyya Ağaoğlu’ndan başka bunca yıl kimse çıkıp da kadın hakları bağlamında Latife Hanım’ı anmak ihtiyacını hissetmemiş. Anan olduysa da kayda geçmemiş.
Örneğin biz... Türkiye’de kadınlar ve siyaset konusunu işleyen "Kadınlar Olmadan Asla" adlı kitabı 1998’de yayınladık. Editörlüğünü üstlendiğim kitapta benim dışımda Yeşim Arat, Canan Arın, Narınç Ataman, Ayşe Güneş Ayata, İmren Aykut, Lale Aytaman, Fatmagül Bektay, Ayşegül Baykan, Seda Güler, Şengül Hablemitoğlu, Nazlı Ilıcak, Meryem Koray, Güldal Okuducu, Ceylan Orhun, Nevval Sevindi, Yaşar Seyman, Şirin Tekeli ve Berna Yılmaz’ın makaleleri yer aldı. Bu koca kitapta da ne hazindir ki Latife Hanım’dan bahis yok! Bundan büyük bir utanç vesilesi olabilir mi? Türkiye’nin her kesiminden ve her akımından kadınlar bir araya gelmişiz ve Latife Hanım yok sayılmış.
* * *
Her şey bir yana, Názım Hikmet’in anlatımıyla "mavi gözlü dev"in sevdiği "minnacık kadın"ın büyük aşkına hürmet etmeliyiz. Yıllar sonra Anıtkabir’e tek bir kırmızı gül bıraktıran, "Bunu Latife gönderdi deyin, o beni duyar" diyecek kadar sevdalı bir Latife Hanım’ı nasıl oldu da bunca yıl görmezlikten gelebildik?
İpek Çalışlar’a gözümüzdeki kalın camlı erkek gözlüklerini atmamıza yol açtığı için büyük bir teşekkür borçluyuz.
Kitabı öncelikle tüm kadınlara tavsiye ediyor ve Edirnekapı’ya gittiğimde Latife Hanım’ın mezarını ziyaret etmeye söz veriyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
ÇEVKO’nun kurucularından Prof. Dr. Ali Beba, Pepsi Co-Frito Lay’in Ortadoğu bölgesini yöneten eşi Ümran Beba’nın peşine takılıp tatil için Beyrut’a gitti. Geçen çarşamba günü Prof. Beba Beyrut’tan dönerken eşi iş için Beyrut’ta kaldı.
Prof. Beba’nın uçağı kalktıktan bir saat sonra Beyrut havaalanı bombalandı ve kapatıldı.
Geride bıraktığı eşiyle irtibat kuramayıp 3 ve 6 yaşlarındaki iki küçük oğluyla İstanbul’daki evinde televizyonun karşısında endişeli saatler geçiren Prof. Beba, çocukları "Annemiz öldü mü baba?" diye sorunca kendini kötü hissedip beni aradı. Dışişleri’ne soruldu, Beyrut’taki Türkler için İsrail güvencesinde bir karayolu koridoru oluşturulduğu ve konvoyun Suriye’ye doğru yola çıktığı öğrenildi.
Prof. Beba telefonda şöyle yakınıyordu: "Karımı neden Ortadoğu bölgesinin başına atarlar? Ne alakamız var bizim Suriye’yle, Irak’la, İran’la? Bu ülkelerin Türkiye ile ortak nesi var?"
Bu cümlenin altını çizdim.
Bütün bu Beyrut kargaşası yaşanırken Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattının resmi açılış töreni vardı. Farkında olalım olmayalım Türkiye dünya sahnesinde yeniden konumlanmaktaydı.
* * *
Ceyhan’daki tören sırasında CNN Türk canlı yayınına telefonla bağlandım. Ahu Özyurt ve Emin Çapa’ya beni BTC’nin gerçekleşmesinde emeği olanlar arasında tanıttıkları için teşekkür borçluyum. Bir dönem bu konuyu çok yazdım, başıma bu yüzden çok işler açtım. Bu hattın ödülünü de, cezasını da aldım. İlk gazetecilik ödülümü 1993 yılında Bakü-Ceyhan’la ilgili bir yazım nedeniyle kazandım. Buna karşılık Mavi Akım rakip proje olarak gündeme gelip yüksek gaz fiyatları tartışılmaya başlandığında birilerinin ayağına çok sert basmıştım ki onlar da beni cezalandırdılar. İki sene elime kalem değmedi, ama bugün geriye baktığımda ne iyi etmişim de yazdıklarımı yazmışım diyebiliyorum.
Özellikle 90’ların ikinci yarısında hangi amaca hizmet ettiklerini anlayamadığım pek çok insan vardı etrafımızda. Gamlı baykuşlar gibi iktidara ve sütunlara tünemiş, "Bu hat bir hayal, içinden geçirecek petrol bulunamayacak, projeye kimse kredi vermeyecek, Türkiye’ye hiç yararı yok" demekteydiler. Oysa akıllı tutum, Rusya gerçeğini kabullenip, bir yandan Moskova’yı da tatmin edecek enerji çözümleri üretirken, diğer yandan da Bakü-Ceyhan’dan taviz vermemekti.
Ama işte hayallerinin peşine düşenler kazandı. Bu fırsattan yararlanıp, Bakü-Ceyhan fikrini ilk gündeme getiren ve onun gerçek babası olan, Rusların darbeyle devirip yerine Haydar Aliyev’i getirdikleri Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey’i de anmak gerekir.
* * *
Bakü-Ceyhan boru hattı ile enerji dengeleri değişiyor. Enerji kaynaklarının çeşitlenmesi dünyayı rahatlatırken Batı Avrupa, Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmada Türkiye’nin önemini görüyor. Prof Ali Beba haklı. Türkiye gerçekten de Suriye, İran ya da Irak değil. BTC ise bizi farklı kılan yeni bir etken olacak.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2006
SEKSENLİ yılların sonuydu. Bir bayramda gazetenin ekonomi servisine karton kutular içinde erzak geldi. Paketler dağılmış, pirinçler saçılmış, yağlar akmış, feci bir manzara. Erzak gönderen ise sonradan banka sahibi olacak bir "işadamı". Aradan 15-20 yıl geçtikten sonra hálá bizi hem kızdıran, hem güldüren bu olayı hatırlamamın sebebi "sosyal sorumluluk" konusunda yaptığım bir araştırma. O gün bugün ne değişti diye bakınca, 3. kuşak sanayici olmakla övünen aile şirketlerinin "sosyal sorumluluk" bütçelerinde bayramlarda çuvalla erzak dağıtmanın hálá yer aldığını gördük.
Türkiye genelinde çoğunluk meşruluğu dine dayalı yardımlarla eski usulde davranmayı sürdürüyor. Buna karşılık bazı şirketler albenili sosyal sorumluluk projeleri üretmeye başladılar. Bu projeler gazetelere bazen hak ettikleri gibi, bazen de fazlasıyla yansıyor. Kurumsal sosyal sorumluluk projesi üretimi aşamasına geçen az sayıdaki Türk şirketindeki sorun, proje seçerken yeterince odaklanmamaları. Bakıyorsunuz bir yıl basketbola sponsor, ertesi yıl yüzmeye, sonraki yıl saray temizlemeye, gelecek yıl müziğe... Darmadağın bir yaklaşımın etkisi de istenen düzeyde değil. Şirketler açısından da bu durum, paranın verimsiz kullanımı anlamına geliyor.
Bu anlattıklarım ekonomik olarak dünyanın ciddi olarak gündeminde. Zira zenginler çoğalıyor ve ajandalarına "güç eşittir vermek" denklemi yerleşiyor.
Zenginler artık parayı en iyi hangi vakıf yönetiliyorsa ona vermeyi tercih edecekler. Öyle olmasaydı, ne dünyanın ikinci en zengin adamı Warren Buffet servetinin 31 milyar dolarını dünyanın zaten bir numaralı zengini olan Bill Gates’in vakfına verirdi, ne de The Economist dergisi son sayısında bu olayı kapak yapardı. Kapakta Bill Gates’in kucağında siyah bir çocukla fotoğrafı ve insanlık için bağış anlamına gelen "filantropi" kelimesinin "Billanthropy"e dönüştürülmüş hali var.
Hayır derneklerinin paraları çarçur ettikleri ve kötü yönetildikleri araştırmalarla sabit. Örneğin Türkiye’deki pek çok sivil toplum kuruluşu SSK ve vergi borcu olduğu için Avrupa Birliği’nden para alamıyor.
Sivil toplum kuruluşları ve şirketlerin kurumsal iletişim departmanları iyi yönetilmeden sosyal sorumluluk alanında verimli olmak mümkün değil. Bill Gates Vakfı dünya için iyi örnek. Bill Gates vakıf yönetmeyi o denli ciddiye alıyor ki başkanı olduğu Microsoft’taki işini yarı zamanlı hale getiriyor.
Hayırseverlik de girişimci ruh gerektirir. Başarılı bir yatırım yapmakla, başarılı olacak yardım projesini seçmek arasında fark yok.
Vakıfları bekleyen iki tehlike var: Birincisi kötü yönetim. İkincisi ise bağışçıların kibri.
Öldükten sonra adınızı devam ettirmeyi mi seçeceksiniz, yoksa The Economist’in önerdiği gibi gerçekten hayırsever bir hayırsever olmak istiyorsanız paranızı sağlığınızda mı dağıtacaksınız? Bence de ikincisi.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
ONA katılmıyorum, ama onu anlıyorum. Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün evi olan Pembe Köşk’te sarf edilir bu sözler. Beyaz örtülü sofrada İsmet İnönü’nün yanında kızı Özden Toker, damadı gazeteci-yazar Metin Toker ve oğlu Erdal İnönü vardır. Metin Toker bir konuda İsmet Paşa gibi düşünmemektedir.
İsmet Paşa konuya farklı bakan damadına kızar, ama oğluna dönüp "Sesin çıkmıyor, sen de ona katılıyorsun" diye çıkışır. Genç Erdal İnönü ise babasına, "Ona katılmıyorum, ama onu anlıyorum" cevabını verir.
Ona katılmıyorum, ama onu anlıyorum...
Demokrasinin özünü yansıtan bu cümle bana çok anlamlı geldi. Özden Toker de aynı şekilde düşünüyor olmalı ki yıllar sonra hálá hatırladığı bu sözleri ağabeyinin doğum günü için Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı TÜSES’in düzenlediği gecede yaptığı konuşmada dinleyicilerle paylaştı.
* * *
Fenerbahçe burnunda True Blue diye yeni bir yer açılmış. TÜSES’in yemeği burada yapıldı. Sosyal demokrat bir çevrenin, sendikacıların, akademisyenlerin katıldığı bir etkinlik için sigara dumanından göz gözün görmediği bir mekanın seçilmemesi yeni bir durum. Bulvar Palas’taki "seçkin" davetlerle izbe yerler arasında gelip giden Türk sosyal demokrasisinin Fenerbahçe burnuna çıkarma yapmasını olumlu karşıladım. Elbette bu kişisel izlenim karşısında "öyle değildi böyleydi" diyenler çıkacaktır, ama anlamaya çalışanlar çıkarsa, onlar benim ne dediğimi anlayacaklardır.
Özden Toker’in Amerika’da tedavisi süren ağabeyini anlatırken seçtiği örneklerden biri de riyakarlık üzerineydi. İsmet Paşa’nın getirdiği tüm hediyelere rağmen onun "Anneni mi seviyorsun babanı mı?" sorusuna küçük Erdal her zaman "Annemi" cevabını vermiş. Hatta gün gelmiş, oğul İnönü babasını elinde kocaman hediye paketiyle görür görmez "Ben annemi seviyorum" diye önceden bildirimde bulunmaya başlamış.
Özden Toker, "Çocuklar riyakarlık bilmez, ama ağabeyim büyüyünce de kimse onu riyakarlaştıramadı" diyerek noktaladı sözlerini.
* * *
Riyakarlaşmadan siyaset yapılabilir mi? Erdal Bey bunu yapabildi. Murat Karayalçın, Fenerbahçe’de o akşam yaptığı konuşmada hatırlattı; Erdal Bey 1983 yılının haziran ayında doğum gününde getirildiği parti liderliğinden tam 10 yıl sonra yine doğum gününde kendi iradesiyle ayrılmayı bildi. Şimdi Karayalçın’ın partisinde bu süreyi 7 yıla indirmişler.
Fenerbahçe’de Süleyman Çelebi’nin de katıldığı gecenin sonunda DİSK’in de içinde bulunduğu yeni sol platformun bu haftasonu "hareket"e dönüşme kararını açıklayacağı konuşuluyordu.
Erdal Bey Amerika’da satranç kitapları okuyormuş. Yeniden yapılanma ihtiyacı duyan Türk solunun satranç tahtasında ise oyun henüz açılıyor, ilk hamle "Hareket"ten geldi. Yeni harekete katılmasalar bile anlayanları çok olacaktır.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
<b>BRÜKSEL</b><br>YAĞMURUN yakıştığı bir şehir olabilir mi derseniz, Brüksel derim. Hafta başındaki 35 derecelik boğucu sıcağın ardından o sabah Schuman Meydanı’nda şakır şakır yağmur yağıyordu. Avrupa Birliği’nin bir binasından diğerine koşarken sırılsıklam olmuştum; ama kimin umurunda? Ters dönen şemsiyemi toparlamaya çalışırken "Ciddi bir yol kazasına uğramazsak" diye düşündüm, "2014 yılında Avrupa Birliği’ne üyeyiz". Siz bakmayın bazı Avrupalı politikacıların ileri geri konuşmasına, AB örgütü sadece sekiz yılı kalan bu sonuca hazırlanıyor. Brüksel’de iken bunu hissetmek daha kolay ve burası bizim ikinci başkentimiz olmaya çok ciddi aday.
* * *
TÜSİAD’ın Brüksel temsilciliğine AB Komisyonu’ndan ulaşmak için iki seçeneğiniz var. Ya bir durak metro, ya da 50’nci Yıl Parkı’nın içinden yürüyeceksiniz. Benim tercihim yürümek.
TÜSİAD binası şık bir burjuva evi, eskiden kapısından içeri atlarla girilirmiş, arka bahçesindeki ahırlar hálá duruyor. TÜSİAD’ın gizli özlemi, bu ahırları kültür merkezine dönüştürmek.
Atlardan söz etmişken, Avrupa’da ilk "atsız" araba yarışı 1894 yılında Paris’te yayınlanan Le Petit Journal tarafından düzenlenmiş. Aradan zaman geçmiş, ahırlar kültür merkezi olmuş; ama petrol ve enerji konusu önemini koruyor. Nitekim AB-Türkiye müzakerelerinde önem verilen başlıklardan biri de enerji. Öyle ki AB enerji müktesebatına uyum için Türkiye’den gidip Brüksel’deki AB temsilciliğimizde çalışacak olan enerji uzmanı sayısı 70.
Sonuç olarak bizim mütevazı AB temsilciliğimiz, ilişkiler geliştikçe büyüklük olarak yetmez olmuş. AB nezdindeki TC Büyükelçiliği bir sokak öteye, üç misli büyük bir yere taşınıyor.
Bu arada TOBB da Brüksel’de şemsiye örgüt olarak daha geniş bir örgütlenmeye hazırlanıyor.
* * *
Türkiye’de oturup AB konusunda hemen her işi olumsuz tarafından ele almaya bayılıyoruz. Oysa buradan bakıldığında çarkların tahmin edilenden de hızlı döndüğü görülüyor.
Buralarda hálá Rumların esamisi okunuyor mu derseniz, evet okunuyor. Ama AB, adadaki sorun çözülmeden Kıbrıs Rumlarını üye alarak yaptığı hatanın farkında ve hava Türkiye lehine dönmeye başladı.
Bu noktada beni endişelendiren mesele başka. Bizim olayları kriz mantığıyla ele alma alışkanlığımız değişmiyor. Tedbirli olmak başka, paranoyak olmak ayrı. Paranoya zararlı bir ruh hali, bir hastalık. AB ile ilişkilerde tedbiri elden bırakmamalı; ama komplo teorilerine de itibaretmemeliyiz.
* * *
Akşam 20 yıl önce Katolik bir Belçikalı papaza yalvar yakar vaftiz annesi olmamı kabul ettirdikleri Anais’i yemeğe götürdüm. Kime rastladık dersiniz? Uzun yıllardır Brüksel merkezli yaşayan İdil Biret’e. Yan masada da Türkiye’den bir başka tanıdık.
Ben kendimi burada gerçekten evimde hissediyorum.
Yazının Devamını Oku