10 Haziran 2006
YALOVA’da sıcak ve güneşli bir cumartesi ikindisi. Yaklaşık iki yüz kişi, işi gücü bırakıp Belediye Meclis Salonu’ndaki Türkiye ve Avrupa Birliği konulu konferansa gelmiş. Etkinliği düzenleyen, milletvekili Muharrem İnce. Konuşmamı kısa kesip söyleşi moduna geçiyorum. 35-40 kişi söz alıyor. Hemen her sorunun içinde bazen açık, bazen gizli bir endişe var: "Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olabilecek mi?"
Yalova’daki seviye, soruların kalitesi insanı umutlandırıyor. Ama Türkiye o cumartesi günü beni dinlemeye gelenlerden ibaret değil.
* * *
Elif Şafak... En son "Baba ve Piç" adlı romanını okudum ve bu genç kadının gözlem gücüne ve Türkiye’yi farklı yönleriyle kavrama tutkusuna bir kez daha hayran oldum. Elif Şafak iyi bir edebiyatçı ve bunu söylemek için ille de bir romanın içindeki tarihsel değerlendirmelerini paylaşmam gerekmiyor.
Elif Şafak dünyayı dolaşıyor ve çok iyi bir izlenim bırakıyor. Peki ya Türkiye Elif Şafak’a ne yapıyor? "Baba ve Piç" adlı kitabında "Türklüğe hakaret" olduğu iddiasıyla dava açıyor.
Bir başka tanıdık yüz, Perihan Mağden. Kalemi "şiddet"li bir yazar. Ama kalemdeki kırıcılık linçe gerekçe olamaz. Oysa Perihan Mağden, "vicdani ret" konusunda yazdıklarından dolayı yargılanmakla kalmıyor, mahkeme kapısında "PKK cariyesi" olmakla suçlanıyor. Bana göre bu bir "linç"tir, çünkü birini linç etmek ve duygusal işkence için ille de fiziki saldırı gerekmez.
Başka neler oluyor Türkiye’de? İki yazarın rol aldığı bu gerçeküstü oyunun diğer sahnelerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi mayo reklamını yasaklıyor. RTÜK araştırması 7/14 yaş arası çocukların Türk dizi kahramanları içinde en çok Polat Alemdar’ı sevdiklerini gösteriyor.
Bakire çıkmadığı için babasının verdiği silahla ağabeyi tarafından vurulan 17 yaşındaki Yasemin’in annesi ise "Kocamı da, oğlu mu da asın" diyor.
Bütünlükse bütünlük. Bütün bu olaylar aynı zincirin halkaları gibi uyum içinde birbirini tamamlıyor.
Arada sırada, çok ender olmakla birlikte Yalova’daki gibi "medeni" bir ortama girince nefes alıyorsunuz. Uzun süre tıkanmış kalmış birinin temiz havaya çıkması gibi. Ama Yalova’da sorulan soru beyninizi kurcalamaya devam ediyor.
* * *
Yukarıdaki örnek olayların oluşturduğu şahane bütünlük içinde Avrupa’nın kapısını çalıyoruz. Bunların hangi birini Avrupalı’ya anlatabilirsiniz? Korkarım Avrupa’ya giden binlerce koliye yapıştırılan Piyale Madra’nın sevimli Türkiye karikatürleri imaj değiştirmeye yetmeyecek, zira evin içini toparlamadan yapılan dış yüzey boyası tutmaz.
Ama önce biz bu olan bitenle kendimiz hesaplaşalım. En iyisi AB’yi bir yana koyup, önce kendimize karşı saygınlığımızı yitirmemeye bakalım. Unutmayın bütün bunlar ait olduğumuz ülkede oluyor. Sorumluyuz.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2006
BRÜKSELKOŞAR adım Spinelli Binası’ndan içeri girdim. Burası Avrupa Parlamentosu’nun ana binalarından biri. Hürriyet’in Çağdaş Eğitim Vakfı ile birlikte yürüttüğü "Aile İçi Şiddete Son" kampanyasının Avrupa Parlamentosu’ndaki tanıtımı için Brüksel’deyiz.
Müracaatta kartımı almak için beklerken aklım binanın adına takılıyor.
Türkiye’de Avrupa Birliği’ne karşı çıkan solcular, Avrupa Birliği fikrinin babalarından İtalyan komünisti Altiero Spinelli’yi hatırlarlar mı? 1907 doğumlu Spinelli, hayatı boyunca komünist oldu. Federal Avrupa’yı savundu. İtalya’nın faşist lideri Mussolini onu hapse attırdı. Spinelli, hapisteyken döneminin ünlü liberal ekonomistlerinden Prof. Luigi Einaudi’nin kitaplarını okudu ve etkilendi. Bugünün Avrupa’sını hazırlayan en önemli manifestoların bazılarını o hazırladı.
Spinelli, 10 yıl Avrupa Parlamentosu üyeliği yaptı, 1986’da öldü. Adı, 1993 yılında yeni Avrupa Parlamentosu binalarından birine verildi.
İşte Avrupa biraz da bu.
* * *
Avrupa’nın çoğulcu ve demokratik ortamına rağmen biz Türkler için Spinelli Binası’ndan içeri adım atmayı sağlayacak ilişki ağlarını kurmak her zaman çok kolay olmadı. Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinin başlamasıyla birlikte değişen şeyler var, ancak o gün Spinelli Binası’na girişi asıl kolaylaştıran Türkiye’den çıkan çok iyi bir projeydi.
Birazdan, toplantı başlayacak ve Avrupa Parlamentosu milletvekili Heide Rühle, Hürriyet’in "Aile İçi Şiddete Son" kampanyasının projesini sunarken "Hürriyet, uluslararası bir tartışma platformu yarattı ve konuyu Avrupa Parlamentosu’na taşıdı" diyecekti. Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı ise "Böyle bir konuyu ancak Hürriyet gibi bir güç, toplumun gündemine taşıyabilirdi" derken ne kadar haklıydı.
Bu arada gördük ki kampanya Türkiye sınırlarını aşmakta. Farklı ülkelerden ve partilerden pek çok Avrupa milletvekili, konuşmalarında kampanyayı kendi ülkelerinde de yapmak istediklerini söylediler.
* * *
Bir şeylerin "peşine takılan" değil de, "başlatan" konumunda olmak mümkünmüş, bu kampanya bize hem iyi bir örnek oldu, hem de güven kazandırdı.
Türk kökenli Avrupa Parlamentosu üyelerinden Emine Bozkurt, konuşmasında adına uluslararası ödül verilen ünlü gazeteci Pulitzer’den alıntı yaptı. Pulitzer, "Gazetelerin dostu olmaz" demişti. Ama Emine Bozkurt’a göre Pulitzer’in sözü bu kampanya bağlamında geçerli değildi. Hürriyet’in dostları vardı.
Hürriyet’in Avrupa’daki dostları, Türkiye’nin de dostları.
Uçağa yetişmek için binadan çıkarken gökyüzündeki bulutlara baktım. Hayatını Avrupa halklarının birleşmesine adamış olan Spinelli’ye selam gönderdim. Bu iş böyle böyle olacak Sinyor Spinelli...
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2006
GÖZÜMLE görmesem Türkiye için kurgulanmış bir reklam filmi çevrildiğini sanabilirdim. Olay şöyle başladı: Kaş’taki yazlıkta komşumuz olan Mehmet Gökçül, bir şenlik davetiyesi getirmiş. O cumartesi Kaş’ın Dereköy’ünde ilk kez bir şenlik düzenleniyormuş. Çoğu şehir çocuğu gibi tehlikeli derecede steril bir ortamda yaşayan oğlumun farklı bir dünya görmesinin de iyi olacağını düşünüp yola koyulduk.
Mehmet’in köyü Dereköy’de, Likya döneminden beri yerleşim var. Selçuklularla birlikte Türkmenler gelmiş. Burada yetişmeyen meyve yok gibi.
45 dakikalık yolculuktan sonra köye vardık.
* * *
Mehmet yolda köyün 32 yaşında genç bir muhtarı olduğunu, şenliği bir hafta önce karar verip onun tertiplediğini anlatmıştı.
Köye varınca keten takım elbiseli muhtar Salih Gökçül tarafından karşılandık. Köyün tek düzlük yerinin etrafına güneşlikler konulmuş, sandalyeler dizilmiş. Bir tarafta kazanla et ve bulgur pişiyor, diğer tarafta gözleme yapılıyor. Cam bardakla ayran servisi var. Sonradan öğrendiğime göre bütün bu yemekler "sponsorlu"ymuş.
Doğal olarak her taraf çocuk kaynıyor. Yenilip içilen, çocuk dolu yerde çöp olmaz mı? Olmayabiliyormuş. Şenlik için Kaş Belediyesi’nden özel olarak temizlik görevlisi getirtilmiş. Şenlik boyunca iki görevlinin ortalıktaki bütün çöpleri, pet şişeleri, çocukların cips torbalarını toplayıp durması dikkatimizi çekti.
Yanda bir orkestra kurulmuş. Beden eğitimi öğretmeni genç hanım sunuculuğu üstlenmiş. Meydanda ise boy ortalaması 1 metre 75 santimden aşağı olmayan köylü kızlar modern dans gösterisi yapıyor. Kızların hepsi manken gibi.
Mehmet’le köyü gezdik. Kültür Evi adını verdikleri eski ilkokulda köydeki eski mutfak ve tarım aletlerini sergilemişler. Her bir aletin altına açıklama yazmışlar. Köy için broşür bile bastırmışlar.
* * *
Genç muhtarın etkinlik düzenlemedeki becerisine hayran kalıp bir taraftan kadın-erkek meydanı çevreleyen köylüleri, diğer taraftan yoğurt tepsisi içinde altın bulma, çuvalla koşu gibi yarışmaları izledik. Bunun turistik bir gösteri olmadığını da belirtmek gerek, yani yabancılara düzenlenmiş bir şov değil. Nitekim araya sızmış bir-iki İngilizin dışında tamamen kendi iç kamuoyunu ağırlayan bir etkinlik.
Derken bir anons, plaket verilecekmiş. Lions kulüplerini aratmayan biçimde köyün yaşlılarını onurlandıran bir plaket törenine de tanık olduk.
Kaş’ın bugünkü halkını Dereköylüler gibi civar köylerden gelenler oluşturuyor. 25 sene önce Antalya sahil yolu yoktu. Dünya ile irtibatı kesik, yolu yok, suyu yok 96 köyü ile Türkiye coğrafyasının dışında bir yerdi Kaş.
Ben bu köye çok şaştım. Ve burada çok ama çok umutlandım. Türkiye bize anlatıldığı gibi değil. İrtica bu ülkede başarılı olamaz.
Dönüş yolunda Mehmet’e "Köyde piyano var mı?" diye sordum.
"Henüz" yokmuş.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2006
BU memleketin yazar çizer takımına tatil yaramıyor. Oğlumla baş başa yoğun kültür aktarımlı iki gün geçireyim dedim, burnumdan geldi. Elimizde Keloğlan ve Nasreddin Hoca kitapları... Tam da Nasreddin Hoca’nın bindiği dalı kesme hikáyesini okuyorduk. Adam bindiği dalı kesiyormuş, Hoca "düşeceksin" demiş. Adam dalı kesmeye devam etmiş. Düşünce de hocaya koşmuş. "Hoca hoca, düşeceğimi bildin, öleceğimi de bil" demiş. Hoca da, "Öleceğini bilemem ama elindeki baltayla üzerine çıktığın dalı kestiğini görünce düşeceğini bildim elbette" cevabını vermiş.
Durum aynen böyle... Oğlum çok güldü ama ben ağlıyorum. Danıştay’da yaşanan vahim olay birdenbire ortaya çıkmış değil, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar devam eden laiklik aleyhtarı hareketlerin bir sonucu... Menemen olayı, Nakşi isyanları, halka mal olmuş ve halka mal olmamış inkılaplar ayrımı, siyasi geleceklerini Said-i Nursi’ye bağlayan iktidarlar. Milli Eğitim’de imam hatiplerle açılan gedik. Cemaat ve vakıf okulları... Cumhuriyet değerlerini özümsememişlerin devletin kadrolarına yayılması... Ve gele gele, bir tarikatlar ve cemaatlar topluluğu görüntüsü veren bir Türkiye. Ve o Türkiye’nin çıkardığı bir iktidar...
Türkiye yeniden çok kritik bir döneme girdi. Ne yazık ki her türlü provokasyona uygun bir zemin yaratıldı bir süredir.
Provokasyondan şikáyet edenlerle o zemini yaratanların aynı kişi olması da ayrı bir talihsizlik.
Olay, yıllardan bu yana laik Cumhuriyet’i yıkmak isteyenlerin nihayet bugün ortamı müsait bulmalarıdır.
Ortamı yaratanlar ise belli...
23 Nisan’da çocuk temsilci diye 21 yaşındaki adamı Meclis kürsüsüne çıkarıp tuhaf tuhaf konuşturacaksınız... Her yargı kararından sonra eleştireceksiniz... Laik eğitimin mimarı Mustafa Necati’nin evini köfteci dükkánı yaptıracaksınız... Olacağı buydu.
* * *
Meclis Başkanımız der ki, "Laikliği tartışmaya açalım"...
Ve bizim yazar çizer arkadaşların bir kısmı da ona katılırlar. Neymiş efendim, bizim laiklik gibisi Avrupa’da yokmuş...
Birincisi, her memleket laiklikle ilgili kendi uygulamasını tarihten gelen özelliklerine göre kendisi yapmış. Dünyada bunun tek tipi yok.
İkincisi, hangi Avrupa ülkesinde Danıştay üyesi öldürülüyor?
* * *
Batı laiklik mücadelesini çok kanlı yapmış, papazlarını kesip biçip kilise kapılarına asmış. Bizde hiçbir zaman oradaki sertlik olmamış. Yoksa geçmişimizde ne zaman bir boşluk yakalansa Osmanlı’dan itibaren din adına hep daha fazlası istenmiş. 17’nci yüzyılda şeriatın savunucusu olarak ortaya çıkan Kadızadeler dönemi yaşamışız. Gericiliğin en şiddetli şekilde hákim olduğu o yıllar, dönemin önemli gücü Venediklilere yaramış, biz istikrarımızı yitirirken Venedik gemileri gelip bizim boğazları kapatmış.
Bunları hatırlamayı hiç istemezdim. Ve bilmem ki bunları yazmanın bir anlamı var mı?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2006
İNSANIN ulusal gururunun ne zaman incineceği hiç belli olmuyor. 29 Mart günü Brüksel Havaalanı’nda koşuştururken torba biçimindeki çantamın fermuarını çekmeyi unuttuğumdan içinden cüzdanımı götürdüler. Uçağa binmeden önce oğluma Tenten kitabı almak için girdiğim kitapçının kasasında fark ettim cüzdanın uçtuğunu. Allah’tan uçağa binmemiştim ve kredi kartlarını iptal ettirebilecek zamanım kalmıştı. Filmi geriye sarınca cüzdanı kimin nasıl çaldığını da hatırladım ama iş işten geçmişti. Irkçı durumuna düşmemek için bölge tespitimi açıklamayacağım ama belli bir ırka ait oldukları belli olan iki delikanlının alışveriş ettiğim havaalanı dükkanında oynadıkları şaşırtmaca sonucunda gitmişti cüzdan.
Cüzdanımda nakit olarak 200 Euro ve miktarını tam olarak hatırlayamadığım YTL vardı.
* * *
Aradan zaman geçti, Brüksel’den Zeynel Lüle aradı. Nüfus kağıdım ve ehliyetim konsolosluktaymış, cüzdan ise bu gibi durumlarda havaalanı polisinde kalırmış. Bu haftaki son gidişimde havaalanının kayıp eşya bürosuna uğrayıp bulunan cüzdanı istedim. Cüzdanı verdikten sonra "Biraz daha bekleyin parayı getireceğiz" dedi bir polis memuru.
Nasıl yani, diye sordum, hırsız cüzdanımdaki parayı almamış mı?
Para gelince durum anlaşıldı. Hırsızlar cüzdanımdaki 200 Euro’yu ve kredi kartlarını çalmışlar, ama benim gıcır gıcır 152 Yeni Türk Liramı almaya tenezzül etmemişlerdi.
YTL’nin değerini ne kadar yüksek tutarsanız tutun yurtdışındaki imajı bu kadarmış demek ki...
İşte şaka ile karışık ulusal gururumun incindiği nokta burası oldu.
Lütfen, "Her şakanın altında bir gerçek gizlidir" lafını unutmadan okuyalım bunu.
* * *
Ulusal gururun ne zaman incineceği belli olmaz demiştim.
Bir de şu Atatürk Orman Çiftliği vakası var. Fakat bu seferki vaka hırsızın YTL’yi küçümsemesine benzemiyor, olay çok daha ciddi.
Hayatının bir dönemini Ankara’da geçirmiş olan herkesin anılarında yeri olan Atatürk Orman Çiftliği etrafında bir dolap dönüyor bir süredir. İki yıllığına ASKİ’ye kiralanan çiftlik alanları kira sözleşmesi süresi bitmesine rağmen geri verilmeyip başka bir formülle 10 yıllığına daha belediyeye kiralanıp üzerine bazı inşaatlar yapılmak isteniyor.
Bunda ne var diyebilirsiniz. Hayvanat Bahçesi ise belediye işletsin diye düşünebilirsiniz. Ama mesele bu değil. Mesele, oldukça büyük bir kitlenin paylaştığı, "Ankara yönetiminin bu girişimdeki gerçek amacının Atatürk Orman Çiftliği’nin adındaki Atatürk’ün çıkarılması olduğu" düşüncesi...
Bu satırların yazarı dahil insanlar böyle bir kuşkuya kapılabiliyorsa demek ki ciddi bir güven bunalımı söz konusu. Biliyor musunuz, bu da insanın ulusal gururunu incitiyor, hem de bu sefer çok ciddi incitiyor.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
YUNANİSTAN’da kaldığım otelin açık büfe kahvaltısında kül üzerinde cezvede Türk kahvesi pişirilip ikram edildiğini görünce içim sızladı. Adamlar önüne "Greek Coffee" diye bir de açıklama yazmışlar. Hayır, sandığınız gibi olmadı. Hiç kızamadım, hatta içimden "helal olsun" bile dedim. Bunu dedim; çünkü Türk kahvesi ender bulunur bir içecek olmaya başladı Türkiye’de. Siz hangi ultra lüks otelimizin kahvaltısında bunu gördünüz? Görmedinizse, o zaman da Yunanlı gelir bizim kahvemize sahip çıkar, bize de susup oturmak kalır.
Madem ki siz bu memlekette gittiğiniz lokantalarda Türk kahvesi istediğinizde yok denmesine sesinizi çıkarmıyorsunuz, o vakit Yunanlılara kahvemize sahip çıktıkları için bozulmaya hiç hakkınız yok. Tam tersine, belki de onları kutlamak gerek.
* * *
Bizim bazı Nişantaşı lokantalarında Türk kahvesi servisinin olmaması öteden beri canımı sıkar. Bazen de Türk kahvesini köpüksüz ve telvesiz öyle kötü pişirip getirirler ki, içtiğinize içeceğinize adamı pişman ederler.
Kayak için gittiğimiz anlı şanlı bir otelimizde Türk kahvesini, devlet dairesinde kapı ardında kaçak pişirir gibi içine elektrikli tel döşenmiş plastik kaplarda musluk suyuyla yaptıklarını görünce de çok şaşırmıştım.
Türk kahvesinin sunumunda da giderek daha büyük görsel felaketler yaşanıyor. Tepsi yok, yanında bir bardak su da yok; lokumunu, badem şekerini zaten unut. Üstelik garabet fincanlarla yapılan servis... Ve bir türlü şekerin ayarının tutturulamadığı restoran mutfakları.
Bana öyle geliyor ki lale seferberliğinin yanında İstanbul’un bir de Türk kahvesi seferberliğine ihtiyacı var. Sadece İstanbul’un mu, tüm Türkiye’nin var.
* * *
Uzunca bir aradan sonra gittiğim Atina’yı Olimpiyatlar’ın çok ciddi adam ettiğini gördüm. Akropol civarı düzeltilmiş. Bunun yanı sıra lokantalardaki yemeklerin kalitesi de iyileşmiş. Yemekler eskisi gibi yağ içinde yüzmüyor, üstelik en turistik bölgelerde bile bizim ev yemeği anlayışımızda özel mönüler sunuluyor. Tıpkı "Yunan kahvesi" meselesinde olduğu gibi, "Ama onlar zaten Türk yemeği" diye itiraz edenlerimiz seslerini kısabilirler; çünkü öyle olsa bile bizim lokantalarda rastlanmayan çeşitlilikteki Türk asıllı yemek, Atina tavernalarına uyum sürecinden geçip yeni birer kişilik kazanmış.
Biz burada yemeklerimizi çok ihmal ettik. Sebze ağırlıklı dünyanın en sağlıklı mutfaklarından birine sahipken kendimizi küçümsedik. Kahvemizi ise kendimize ait olan pek çok şeyle birlikte ruhumuzdan sildik.
* * *
Akropol’ün eteklerindeki bir meydanda az şekerli Yunan kahvesi ısmarladım. Köpüklü kahvem tam kıvamında geldi. İçimden, helal olsun dedim.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2006
LİSE öğrencisi kız, sevdiği sınıf arkadaşını öldürdüğü o silahı nereden bulmuş? Kahvaltı masasında Hürriyet’i kapma sıramı beklerken bu soruyu sordum. Aldığım cevap, "Silah bulmaktan kolay ne var?" oldu. Evlerde silah bulundurmaya ve "at-avrat-silah" üçlemesiyle gurur duymaya devam edebiliriz.
Gün içinde bu olayla ilgili çevremle konuşurken kapıldığım endişeyi, erkek çocuk annesi olmama bağlayanlar çıktı. Üstelik haklıydılar; ama mesele elbette ki bundan ibaret değildi.
Biz kadın-erkek eşitliğini başka türlü anlamıştık diye de düşündüm.
Bunların hiçbiri olayı tahlile yetmedi.
* * *
Öte yandan Türkiye’de kadınlar tarafından işlenen cinayetlerle ilgili olarak Adli Tıp ve psikiyatrların yaptıkları 2004 tarihli bir araştırmaya göre, cinayet işleyen veya buna teşebbüs eden kadınların yüzde 32’si ateşli silah kullanıyor, yüzde 26’sı ise kesici aletleri... Kadınların çoğu planlamadan öldürüyor ve en çok da şiddete uğradıkları için kocalarını öldürüyorlar.
Bu tablo da lisedeki "Beni niye terk ettin?" kurşununu açıklamaya yetmiyor.
Bu cinayette belli ki kendisi de şiddet içeren "ya sev ya terk et" söylemi işlememiş, iş "ya sev ya öldür"e dönüşmüş.
* * *
Gerilim filmi olan "Beyza’nın Kadınları"nın vizyonda olması, bana cinayet kavramının kadınla birlikte sinemada ele alınışını da hatırlattı. Hitchcock ve Polanski gibi yönetmenlerin, cinayet işleyen hasta kadın kahramanları oldu. Türk sineması ise "Beyza’nın Kadınları"na kadar daha çok onuru için adam öldüren tiplemelerle beslendi.
Namus davasına mahpushaneye düşen kadınlarımız için gözyaşı dökmeyi severiz biz.
Bütün bunlardan sonra geliyoruz ve vuruyoruz kafamızı en klasik tahlile: Bizi her dakika kültürel ve duygusal olarak besleyen ortak aidiyet alanımızın her tarafından şiddet fışkırıyor. Gün boyu ve geceleri aynı anda milyonlarca kişinin seyrettiği ekranlarda şiddet var. Şiddeti seyretmek, hele küçük yaştan itibaren şiddet aktarımına görsel olarak açık olmak, silahı kapıp eyleme geçmeyi kolaylaştıran bir etken. Eğitimden yoksun bireyler de şiddet içeren görsellerin etkisine çocuklarla aynı derecede açıklar.
Çocuklarımızın bilinçaltını açabilseydik, içinin tıka basa şiddetle doldurulduğunu görürdük. Evlerimizin içinden siyaset dünyasına kadar geniş bir alanda yüz ifadelerine, sözcüklere, beden diline yansıyan şiddeti de katın hesaba.
Her dakika suça ve şiddete yöneltildiğimizin farkında değiliz. Şarjörlerimiz dolu, her an ateşe hazırız.
Ve lisede cinayet işlendiğinde soruyoruz: "O silahı nereden bulmuş?"
Ruhunuzu yoklayın, ne dediğimi anlayacaksınız.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2006
"ÖĞRENCİLERİM 27 Mayıs’ı bilmiyor" diye yakındı bir öğretim üyesi dostum. Gerçekten büyük hayal kırıklığı içindeydi. Üzülmesin diye ona farklı bir kulvardan yanıt verdim: "Benim genç arkadaşlarım da erguvanın renginden habersizler."
Sonra da oturup düşündüm. Hangisi daha önemliydi? 27 Mayıs mı, erguvanın rengi mi?
Elmalar ile armutları karşılaştırdığımı düşünürseniz haklı olabilirsiniz, ama ben yine de bunu yaptım ve erguvanın renginin 27 Mayıs’tan daha önemli olduğuna karar kıldım.
Kim olursan ol, nereden geldiysen gel şayet İzmir’de yaşıyorsan rokayı, İstanbul’da yaşıyorsan da erguvanı bileceksin arkadaş.
Bir ara gençlere haksızlık ettiğimi düşündüm. Kaç tane erguvan kaldı ki etrafta. Boğaz hattından taşınalı beri erguvana hasret kaldık. İstanbul tepelerini süsleyen o koyu pembe fırça darbelerinin şehre kattığı estetik boyutu, binlerce modern yapı diksek bile elde etmemiz mümkün değil.
İstanbul’un 2010 yılının Avrupa kültür başkenti seçilmesine, ana arterlere binlerce lale ekilmesine elbette ki çok sevindik. Ama bu sevincimizi her daim kursağımızda bırakan çok da çirkin bir İstanbul var içinde yaşadığımız. Mide bulantısı verecek kadar iğrenç bir yapılaşma, tabela kargaşası ve her yanı saran ahenksizlik, şehrin barındırdığı kültür hazinelerinden haz almamızı engelliyor.
Bir gece rüyamda gri ve sıvasız bir binaya bomba koyduğumu gördüm.
* * *
İstanbul’da yaşamak sadece Boğaz’da bir gemi üzerinde olmak, köprünün üzerinden geçerken aşağıya bakmak ya da Boğaz sırtlarından ve kıyısından etrafı seyretmekten ibaret olsaydı keşke. Ama işte sürekli hareket halindeyiz bu koca şehrin içinde ve çoğu kez öğürtüye neden olan büyük çirkinlikler karşısında estetik tat alma duyumuzu yitirme noktasındayız.
Estetik nesneler görülür, işitilir ya da yaşattıkları duyguların izdüşümü zihinlerimizde yer eder ve bu özellikleriyle de haz verirler. Karşılıksız bir hazdır bu. Üstelik estetik akıl diye bir şey de olmalıdır insanda ki onun uygulamadaki denetleyicisi olsun.
Hadi itiraf edelim. İstanbul çoğu zaman hepimizin kabusu. Estetik duygularımızı nasıl geliştireceğiz? Laleyle, erguvanla simgelerini arayan bu şehrin paralı okullarında öğrenci ailelerine yapılan vaatler arasında düşünmeyi öğretme, düşgücünü geliştirme, sabırlı olmayı ve gözlem yapmayı öğretmenin yanı sıra bir nokta daha var gözüme çarpan, o da estetik duyguları geliştirme vaadi. Bakın işte ben bu vaadin peşinden giderim, çünkü hayattan haz almayı da öğretmeli okullar çocuklarımıza.
* * *
Çocuğuma önce 27 Mayıs’ı mı öğreteceğim, yoksa erguvanın rengini mi? Sıralamada erguvanların rengini seçenlerdenim.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku