27 Ocak 2007
TÜRKÇE de Avrupa Birliği dilleri arasında yer alsaydı acaba tercüme kabinini nereye sığdırırlardı? Brüksel’de, AB basın toplantılarının yapıldığı salonun ortasında durmuş bunu inceliyordum. Avrupa Parlamentosu’nun Türk kökenli Hollandalı üyesi Emine Bozkurt o sırada Çokdillilikten Sorumlu AB Komisyonu üyesi -ki bu konudaki AB bakanı anlamına geliyor- olmak için adaylığını koyan Romanyalı Leonard Orban’ı "Türkçe" ile sıkıştırıyordu. Öyle ya, Türkçe AB üyesi Kıbrıs’ın anayasasına göre bu ülkenin resmi dili olmakla kalmayıp Batı Avrupa’da 4 milyon kişi tarafından da konuşuluyordu. Ayrıca Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerinin yanında şimdi de Bulgaristan ve Romanya’da da Türkçe konuşan ahali vardı.
Leonard Orban geçenlerde talip olduğu göreve, yani Çokdillilikten Sorumlu AB Komiserliği’ne getirildi. Dün görüştüğüm Emine Bozkurt, Orban’ın Türkçe’ye AB’nin çeşitli programlarından destek verme sözünü hatırlatacağını söyledi. Bozkurt aynı zamanda Türkçe’nin AB’nin resmi dili olmasını da istediğini belirtti. Konu yeniden Avrupa Parlamentosu gündemine gelecek.
Öte yandan Brüksel’de Avrupa Birliği’ni izleyen gazetecilere her gün düzenli olarak bilgi verilen salonu çevreleyen kabinlere baktığımda Türkçe için boş yer kalmadığını gördüm. Kabul etmek gerekir ki Cumhuriyet kurulurken Ankara’nın planlamasını yapan Alman mimarların nüfusun 4 milyonu aşacağını hesaplayamamaları gibi AB’nin kurucuları da 21 dilin birden AB’nin "resmi dil"i olmasını kolay kolay öngöremezlerdi.
Ben de Emine Bozkurt gibi Türkçe’nin çok uzak olmayan bir geçmişte AB dili olması gerektiğine ve "olacağına" inananlardanım.
AB’de üye ülkelerin birinde resmi dil olmasına rağmen resmi dil statüsüne geçmemiş iki dil var, birincisi nüfusu 440 bin olan Lüksemburg’un dili, diğeri ise Kıbrıs’ın resmi dili görünen Türkçe. Ancak Türkçe rakam olarak AB’de en az 5 milyon kişinin ana dili ve bu açıdan Lüksemburgca’ya fark atıyor. Diğer taraftan da Bulgaristan nüfusunun yüzde 10’unun konuştuğu Türkçe bu ülkede resmi dil değil.
Emine Bozkurt Türkçe konusunun peşini bırakacak gibi görünmüyor. Ülkemizdeki "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyalarında gelinen nokta işte bu. Avrupa’nın değişmeyen statik bir olgu olmadığını anlamak için de güzel bir örnek.
CEM: 20 YIL ÖNDE YAŞADI
İsmaİl Cem temsil ettiği tüm değerlerle Türk sol siyasetinin en az 20 yıl önünden giden bir aydındı. Toplumlar ilerilerinde olan insanları her zaman yeterince değerlendiremez. Evet, o hüzünlü veda şiirinde dediği gibi daha fazlasını yapabilirdi, ama yapamamış olması onun suçu değil. Siyasette onun gibi düzgün bir isim bırakıp gitmek bu ülkede kaç kişiye nasip oldu ve olacak?
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
İKLİM kıyameti dedikleri yoksa bu mu? Moskova’yı ilk kez karsız görmek alışılmamış bir duygu. Arbat Sokağı’nda eksi 40 derecelerde dolaşmayı beklerken artı 4 derecelerde güneşli bir günde vardık Moskova’ya. Turizm Bakanı Atilla Koç, Rus yetkililerle yakın temas stratejisine girmiş, ayrıca Türkiye’nin Rusya pazarındaki tanıtımı amacıyla ayrılan 15 milyon doların doğru harcanması için Moskova’daki Türk turizmcilerle görüşüyor.
Eğer bizim turizmciler birbirlerinin ayağına basmazsa Rusya’dan sadece Antalya’ya gelen 1 milyon 300 bin turistin çok yakında iki katına çıkması işten bile değil.
Alman pazarından Türkiye’ye gelen turist sayısındaki 550 bin kişilik azalma Rusya’ya yansımadı. Buna yakında başlaması muhtemel Çinli akımını da eklerseniz, Türkiye’nin turizmdeki geleceği parlak görünüyor.
Ruslar için geleceğin ilginç alanlarından biri de kayak turizmi. Türkiye’nin doğusu bu açıdan çok şanslı. Ancak Turizm Bakanımız çok da haklı olarak doğudaki otel yatırımlarının azlığından şikáyetçi.
2011 Üniversitelerarası Kayak Olimpiyatları’nın Erzurum’da yapılması, Doğu’nun makus talihini yenmesinde bir dönüm noktası. Bu fırsatı iyi değerlendirmek gerek. Unutmayalım ki bundan yüz yıl önce Alp Dağları’ndaki köylüler o kadar fakirdiler ki sadece kestane ve şarapla beslenebiliyorlardı. Bugün ise Alpler kayak turizmi sayesinde zenginlik saçıyor.
Çin ve Rusya turizm açısından Türkiye’nin önündeki fırsatlar. Ama işin bir de yönetilmesi gereken tehdit ve riskleri var.
Uzun vadede en önemli tehdit küresel ısınma. Akdeniz kıyılarımızda hava çöl sıcağına dönerse burası eskisi kadar ilginç olmayabilir. Ya da Alplerdekilerin endişe ettiği gibi bizim kayak merkezlerimizde de kar kalmazsa vay halimize.
Küresel ısınma tehdidini ciddiye almak zorundayız.
Bir başka tehdit, terör. Geçen yıl Almanya başta olmak üzere Avrupa pazarındaki kaybın önemli sebebi, birkaç yerde patlayan bombalar. Bu açıdan basının da sorumlu davranması gerekiyor. Almanya’dan 500 bin turistin Türkiye’ye gelmekten vazgeçmesinin maliyetini siz hesaplayın.
Ve gelelim en can alıcı konu olarak görülebilecek Kuzey Irak meselesine. Orada ne yapılacaksa bir an evvel yapılıp bitirilmesinde yarar var.
"Sınırlarımı koruyorum, hepsi bu" diyemezsiniz. Batı’daki algı, Türkiye’nin savaşa girdiği şeklinde olacaktır. O nedenle de Türkiye’nin her an savaşa girebilecekmiş gibi bir görüntüde olması, turizm açısından tehlike arz ediyor.
* * *
Bu satırları yazdığım sırada gazeteci Hrant Dink’in genel yayın yönetmenliğini yaptığı Agos’un önünde korkunç bir cinayete kurban gittiği haberi geldi. Bu provokatif saldırı, sadece iç barışımız açısından tehlikeli değil, dünyadaki algımızı da bozacak bir gelişme. Meslektaşımızın ailesinin, Türkiye Ermeni cemaatinin ve basınımızın başı sağolsun.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2007
ÖNCELİKLE belirtmeliyim ki bu satırların yazarı "milli havayolu" bilincine sahip bir Türk Hava Yolları taraftarıdır. Tam da bu yüzden THY’nin hataları onu, örneğin Air France’ta karşılaştığı küstah tavırlardan çok daha fazla üzmektedir. Uçakların tıklım tıklım dolu olduğu bu yüksek sezonda THY’yi kullanan binlerce yolcunun okuduğu THY dergisi Skylife’ın kapağıyla başlayayım. Son sayısında İzmir incelendiği için Konak Meydanı’ndan çekilmiş bir fotoğraf kapağa yerleşmişti. Bu fotoğrafta üzerine kuşların konduğu bir cami, önünde insan kalabalığı var. Tek başına düşündüğünüzde fotoğrafın kalitesi iyi olabilir, ancak amaç önemli. Skylife Dergisi, Türkiye’nin algı yönetiminde en önemli araçlardan biri. Oysa söz konusu fotoğrafa bakan, burasının Pakistan’ın ya da Ortadoğu’nun herhangi bir kenti olduğunu sanabilir. Üstelik de söz konusu olan ilimiz İzmir!
Bana öyle geliyor ki etrafımız kraldan fazla kralcılarla dolu. Deve kurban eden zihniyete hoş görünmek için şimdi de Skylife’ın kapakları feda edilecekse vay halimize.
* * *
Bir diğer konu, THY’nin CIP salonunun dekoru. Burası business class uçan yolculara ayrılmış olan bekleme salonu. Yabancı işadamları, diplomatlar, fikir önderleri buradan geçiyor. Türkiye’ye veda edilen bu son izlenim noktasının dekoru, geçen yıl bazı ünlü Türk mimarları tarafından yenilendi. Şaşaalı yeni salon tam bir "kitsch".
Turuncu plastik laleler mi istersiniz, saray mobilyalarının vahşi kopyalarından Josephine koltuklara kadar bu salonda yok yok. Kimse kusura bakmasın; ama estetik duygusu yüksek biriyseniz size öğürtü verebilecek kadar sakil bir dekor. Öyle ki insan kendini görüntü kirliliği saldırısı altında bile hissedebilir.
CIP salonunun en feci yeri ise lavabolar. Güzelim mermer kurnanın üzerine sade bir ayna çekmekle yetinilmeyip her musluğun üzerine aslen plastikten yapılma küçük boy oymalı bir ayna daha yapıştırılmış. Artık buna da kitsch denmez ise ne denir bilmiyorum.
* * *
Türkiye’nin tanıtımı bir bütün olarak ele alınmak zorunda. Turizm Bakanlığı’nın 2007 yılında harcamayı vaat ettiği 120 milyon dolarlık tanıtım bütçesi heba olsun istenmiyorsa THY’nin belirleyici bir "iletişim platformu" olduğu hesaba katılmak zorunda.
Diğer taraftan, sorun sadece THY ile de çözülecek gibi değil. İstediğimiz kadar turistik kampanya yapalım, yolsuzlukların üstesinden gelinmemişse, hálá rüşvetle iş görülüyorsa, insan hakları karnesi düzelmemişse, işkence azalsa bile sürüyorsa, ülke markasını düzeltmek mümkün değil.
Josephine koltuklara uzanıp plastik lale koklamayı reddeden milli havayolcuları birleşmeye davet ediyorum!
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2007
AMERİKA’nın ünlü ve zengin televizyon yıldızı Oprah Winfrey, servetinin 40 milyon dolarıyla Güney Afrika’daki çok fakir ama bir o kadar da zeki kızların kaydedildiği bir lise olan "Liderlik Akademisi"ni bu hafta açtı. Okulun içinde Oprah’ın en önem verdiği yer tiyatro. Oprah, tiyatro dersinin ileride lider olmak isteyenlere en büyük destek olacağı kanısında.
Televizyonların herkese mikrofon uzattığı şu dönemde kalabalık önünde konuşurken kendini rahat hissetmek önemli. Bu gerçek sadece siyasetçiler için değil, iş dünyasının ve sivil toplumun tüm aktörleri için de geçerli. Fikir önderi payesi biçilen insanların çoğu iki lafı doğru dürüst yan yana getirmekten aciz.
Benim ana mesajım nedir? Konuşurken bunu hangi yan mesajlarla köprüleyip besleyeceğim? Yan mesajlarımı önemlerine göre nasıl sıraya sokacağım? Söylediğim şeyin arkasında durmamı sağlayan somut veriler nelerdir? Neyi hangi tonda ve hangi beden diliyle söylersem daha etkili olur? Liderlerimizin çoğu maalesef önceden düşünerek konuşmuyorlar. Topluma hamasetten başka aktaracak şeyleri olmayınca da yerimizde sayıyoruz.
Bir de madalyonun öbür yüzü var. Gazeteciler de talepleri pek yükseltmiyor. Çarpıcı başlıkların altını gerekçeler ve verilerle doldurmakta yeterince ısrarlı değiliz.
* * *
Bu hafta cenazesi kaldırılan Amerika’nın eski başkanlarından Ford’un ardından sarfedilen olumlu sözler dikkatimi çekti, gazeteciler onu överken Başkan Ford kadar basına açık başka bir lider görmediklerini ısrarla vurguladılar.
Liderler için medyayla doğru ilişki kurmak çok önemli. Ancak çoğu liderin ister siyasetten, ister ekonomiden, ister sivil toplumdan olsun çoklukla yaptığı büyük bir hata var; o da gazetecileri düşman gibi görmek. Gazeteci de bu korkuyu sezince hedef haber yakalamaktan açık yakalamaya kayabiliyor. Başkan Ford ise medyayı müttefik kılmayı başarabilmişti.
Buradan tekrar tiyatroya döneceğim. Seyircinizden korka korka sahne alan oyuncu mu olacaksınız, yoksa birlikte düşünmek, birlikte hissetmek için mi o sahnedesiniz? Liderlik ikinci şıkka uymayı gerektiriyor.
Toplumun peşinden koşan bir popülist mi, yoksa halkı peşinden sürükleyen gerçek bir lider mi? Her alanda liderin ağzını açmadan önce düşünmesi gerekiyor. Liderin telefonda konuşmadan önce bile önüne bir iki not almasının kime zararı olabilir? Unutmayalım ki aklı ele veren dildir.
Öte yandan hepimiz bazen çocuğumuzla, bazen evde, bazen işte zaman zaman lideriz. Ve bu yazıya biraz Oprah, biraz Ford, ama daha çok bayramda okuduğum "Çömez-Öğrenmenin Dayanılmaz Keyfi" ilham verdi. Cüneyt Koryürek’in bu kitabı şu sözlerle bitiyor: "Ben çömez olduğumu biliyorum. Ama çömezliğin uzun bir yol olduğunu da biliyorum. Bu sonu olmayan bir yol ve bu sonsuz yol beni büyülüyor."
Bana öyle geliyor ki liderliğin ön koşulu, çömezliği keyifle kabullenmektir.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2006
"YILIN nasıl geçti?" diye soranlara "Ok gibi" diyorum. Her birimizin doğum anında yayından çıkan, nerede ve ne zaman düşeceğini bilmediğimiz bir oku var. Yılı kapatırken sözünü etmek istediğim ise Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde zamanı simgeleyen ok. Okun yaydan çıktığı an kimilerine göre 1839 Tanzimat Fermanı, kimine göre 1923, kimine göre de 1963 Ankara Anlaşması.. Peki ama, okun hedefi vuracağı o beklenen an hiç gelecek mi? Yoksa o yarı yolda düşecek mi? Ya da hedeften mi sapacak?
Ok hedefe kilitlenmiş giderken dünyadaki atmosfer değişiyor, bu bizim suçumuz değil. 11 Eylül sonrası tüm Batı’da İslam’la ilgili olan her şeye karşı derin bir güvensizlik oluşmaya başladı. İşin bizi ilgilendiren kısmı AB’li kimi liderlerin halkın hissiyatını körükleyerek Türkiye’nin üyeliğini yokuşa sürmeleri. AB’de ırkçılığa varabilen dışlayıcılık karbonat ilaveli hamur gibi kabarıyor. Çok kültürlülükten sert bir sapma ile kültürel yabancı düşmanlığına doğru bir kayış olduğu gözden kaçacak gibi değil.
Bunun karşısında da Türkiye’de neler oluyor? 2006 yılında AB’ye duyulan tepki ile beslenen milliyetçiliğin hızla yükselişe geçtiğine tanık olduk. Üstelik bu tepki sadece adı milliyetçi olan partilerin tekelinde de değil. Baykal liderliğindeki CHP de aynı söylemi benimsiyor.
Bu arada Baykal’ın yabancı diplomatlarla görüşmelerinde "Bekleyin iktidara gelince nasıl AB’ci kesileceğim" dediğine ilişkin duyumlarımız var. Halkı peşinden sürüklemesi gereken liderlerin iktidar uğruna verdikleri popülist tavizler bize zaman kaybettiriyor.
Sonuçta AB’deki Türkiye karşıtları, ülkemizdeki tepkici milliyetçiliği beslemekte gurur duyabilirler...
* * *
11 Eylül sonrasının gerilimli dünyasında Türkiye’nin özgün kimliği ile ister jeopolitik, ister kültürel, ister siyasal ve ekonomik alanlarda olsun Avrupa barışına katkısını görmek liderlik kalitesine sahip olmayı gerektirir. Belki de Avrupa’nın asıl sorunu budur.
2007’de geçen yıl üzerinde pek durulmayan nokta Türkiye-AB ilişkisinin karşılıklı olarak taraflara neler kazandıracağı olmalı.
Bu açıdan bu yazıda sadece enerji konusu üzerinde durmam bile yeterli olabilir. AB’nin enerji ihtiyacı giderek artıyor. Türkiye üzerinden Avrupa’ya artan miktarlarda Hazar ve Ortadoğu gazı taşınacak, 2010’lu yıllardan başlamak üzere özellikle 2020’lerde büyük miktarlara ulaşılacak. Halen Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz taşıyacak iki boru hattının projeleri yürüyor. Yani Türkiye, AB’nin enerji güvenliğinde kilit ülkelerden biri. Türkiye üzerinden taşınan gaz ise Avrasya kaynaklı enerji.
Türkiye AB karşısında öyle çelimsiz bir ülke değil, yeter ki karşı tarafa neler kazandırıp kaybettirebileceğimizin önce kendimiz farkına varalım.
Hepimize şanslı bir yıl diliyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2006
TARİH 6 Ocak 2006, günlerden cuma. 7’nci doğum günü ile aynı anda ilk kez karne almanın heyecanını yaşayan oğlum, "Dedemle Metro City’ye gidelim" diye tutturuyor. Amacı belli, hediye aldırtacak. Benim ise ertesi güne yetişecek yazım ve şiddetli bir migrenim var.
İçime tam sinmiyor ama sonuçta dede, torun ve yardımcımız birlikte Metro City’ye gidiyorlar.
Yaklaşık 1 saat sonra cep telefonum çalıyor. Kimbilir oğlan ne seçti, hediye için icazet alacaklar diye geçiriyorum içimden. Başım zonkladığı için kızıyorum ve telefonu açmıyorum. İkinci telefon, üçüncüsü... Yardımcımız beni Avrupa Hastanesi’ne çağırıyor.
* * *
Olay şöyle cereyan ediyor: Bizimkiler Metro City’nin otoparkına aracı bırakıp yürüyen merdivene biniyorlar. Oğlum her çocuk gibi meraklı. Kafasını uzatıp aşağıyı kontrol ediyor. O sırada yürüyen merdiven bir duvara paralel olarak ilerlemeye başlıyor. Merdiven ile duvar arasındaki mesafe giderek daralıyor ve üstelik bir de bitim noktası var. İşte o sırada oğlumun başı duvarla yürüyen merdivenin arasına sıkışıyor. Tam bir korku filmi. Bir iki saniye sonra yavrumun başı ezilebilir. Yardımcımız can havliyle yürüyen merdiveni durdurmak için siyah banda yapışıyor. Çığlıkları duyan bir görevli düğmeye basıyor. Merdiven aniden durunca dede dört takla atıp geriye yuvarlanıyor.
Ambulans gelmiyor. Sağlık görevlisi ortada yok. Bizimkiler, yardımcımızın kullandığı araçla hastaneye ulaşıyorlar. Babam kanlar içinde, başına sekiz dikiş atılıyor. Keza bacağı dikiliyor. Oğlum şokta, boğazı ve yüzü gözü mosmor.
Ufak bir çocuğu merdivenin önüne koyun. Merdivenin formundan aşağı inip yukarı çıkmaya yarayacağını algılar ama tehlikesinin farkına varmaz. Aynı çocuk bir asansörün içine girse, daha önce düğmelere basılacağını görmemişse onu kullanamayacaktır. İnsanlar çevrelerindeki nesneleri ve mekánları, onlara sunulan kodlarla algılarlar. Bu kodlara daha önceden edinilmiş bilgiler yüklenilmemişse algılama mümkün olmaz.
Yürüyen merdivenler ise asansör ile merdivenin bileşimi olup topluma açık çok katlı alanlarda kolaylıkla hareket etmemizi sağlayan çağımızın önemli buluşlarından biri. Ancak açık alanlar hepimizin algısını yönlendirip dikkat dağıtan dürtülerle dolu. Bir alışveriş merkezinde renkten ışığa çocukları uyaracak her türlü görsel cazibe mevcut.
Diyeceğim o ki, bu yoğunlukta çekicilik olan mekánlarda insan güvenliğini sağlayan unsurların normalin üzerinde bir dikkatle tasarlanması gerekir.
İnsanların yaşam güvenliğini sağlamak, bu tür mekánların mimari tasarımını, inşaat uygulamasını ve yönetimini üstlenenlerin görevi. Ama görüyoruz ki bizde bu görevler işin ehli olmayanlara veriliyor. Unutmayalım ki Cevahir’de yürüyen merdivenlerde ölenleri kimse itmedi. Bu çocuklar intihar da etmediklerine göre katil kim?
Çağdaş dünyaya teknolojiyi tüketerek ayak uydurmak yetmiyor.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
NOBEL ödüllerinin dağıtıldığı gece çekilen o fotoğrafı hatırlıyor musunuz? Frak giymiş yan yana oturan sekiz erkek. Her birinin başının üzerinde birer mutluluk halesi sanki birazdan uçacaklar. Fotoğrafın altında farklı alanlarda ödül alanların her birinin ülkesi yazıyor. Soldan sağa başlayın izlemeye: Amerika, Amerika, Amerika, Amerika, Amerika, Amerika, Türkiye, Bangladeş.
Bilim ödüllerinin hepsi Amerikalıların. Edebiyat ödülü Türkiye’ye, barış ödülü Bangladeş’e gitmiş...
Başlarının üzerinde mutluluk halesi olan adamların içinde sadece bir tek Avrupalı var. O da Türk yazarı Orhan Pamuk.
2006 yılının Nobel ödülleri fotoğrafının Avrupalıların bilinçaltında yer edeceğini düşünüyorum. Türkiye Avrupalı mıdır değil midir? Değilse Nobel’de Avrupa da yok. Türkler Avrupalı ise ancak Orhan Pamuk sayesinde Nobel’de varlar.
Yalan mı?
* * *
Amerika’nın Nobel fotoğrafındaki üstünlüğünü tescil eden o fotoğraf aynı zamanda Avrupa’nın neye yatırım yapması gerektiğini gösteriyor. Fotoğrafı içerden bir bakışla konuşturduğunuzda üç ana tema çıkıyor ortaya. Birincisi Avrupa’nın bilim ve teknoloji alanında fena halde geri kalmakta oluşu. İkincisi genç Türklerin Avrupa Birliği’ne katkı potansiyeli. Üçüncüsü ise kendi içinde derin kimlik çatışmaları yaşamakta olan bir kıtanın kendi içinde barış projesi üretemeyişi ve tam tersine çatışmayı artıran dışlayıcı bir üslup içinde kendini yitirmesi.
Avrupa bu üç ana temadan sadece birincisinin farkında. Nobel bilim ödüllerini alan Avrupalıların sayısı giderek azalıyor. Amerika ve Japonya’nın teknoloji alanındaki üstünlüğü karşısında Avrupa Birliği araştırma geliştirme bütçesini giderek artırıyor. Dünyanın bugüne dek gördüğü en büyük AR-GE bütçesi olan 53 milyar Euro’yu işte bu rekabette geri kalmamak için ayırdılar. 2007-2013 yıllarını kapsayan bu bütçeden Türkiye de pay alıyor.
İkinci konu Türkiye. Avrupa Birliği’nin bazı ülkelerinin vizyon eksikliği nedeniyle göremedikleri gerçek Türkiye’nin AB’ye muhtemel katkısı. Bu katkının "büyük pazar" olmanın çok ötesine geçeceğini Nobel fotoğrafındaki Türk yazarından daha iyi başka ne temsil edebilir?
Üçüncü konu ile ikinci konu birbiri ile irtibatlı. Avrupa Birliği yarım yüzyıl önce bir barış projesi olarak doğdu. 50 yıl sonra Avrupa’nın bugünkü yeni nüfus yapısında hem kendisi hem de dünyanın geri kalanı için barış projesi olmayı sürdürmesi Türkiye ile kuracağı ilişkiye bağlı.
* * *
AB bir yana, gelelim bize. Biz neden kendimizi sevemiyoruz? Bu sorunun cevabı AB ile ilişkilerimizi sağlıklı bir zemine çekmek için de verilmeli.
2006 yılı Nobel ödülleri fotoğrafını karşımıza koyup bu son sorunun cevabını bulacağımız bir iç yolculuğa çıkmayı öneriyorum.
Neden çok gördük kendimize o mutluluk halesini paylaşmayı?
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2006
AVRUPA Birliği’nin geçen 27 Kasım’da müzakereleri kısmen askıya almayı önerdiği gün öğle vakti, büyük bir uluslararası yayının Brüksel temsilcisi olan arkadaşım arayıp sordu: "Türkiye ile müzakereler kesildi, ne düşünüyorsun?" O sabah gündemi izlememiş olsam tufaya gelebilirdim, o kadar emindim ki sorusunu sorarken. "Hayır yanılıyorsun" dedim, "Bazı başlıkların ele alınmaması söz konusu sadece, müzakereler sürecek."
Peki ama çok da iyi bir gazeteci olan arkadaşımı yanıltan ne olabilirdi?
Bunu kendisiyle konuştuk. Türkiye ile ilgili beklentiler çok olumsuz. Tam bir vur "duyunca" öldürme hali. Gazeteci bile olsalar, Türkiye’nin AB üyeliğine bu kadar yakınlaşmasına inanasıları gelmiyor.
25 yıldır Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini izliyorum. Türkiye ile ilgili Avrupa’daki kamuoyu algısı bu kadar kötü, sadece 80’li yılların başında askeri yönetim sırasında olmuştu. Türkiye o günlerden bu yana demokratikleşmede çok büyük adımlar attı. Peki son dönemde ne oldu da Türkiye’ye bakış yeniden bu kadar kararabildi?
* * *
Kilit tarih 11 Eylül 2001. New York’ta İkiz Kuleler’e yapılan saldırı sadece Amerika’yı yaralı bir hayvana dönüştürmedi, Müslüman kimliğine karşı Avrupalıların korkularını ateşleyen etken oldu. Buna en iyi örnek Hollanda ve orada yaşananlar.
Hollanda’nın ülke markasında "çokkültürlü" olmanın büyük katkısı vardı, hálá da direniyor. İki yıl önce Müslümanlıkla alay eden sahneler çeken Hollandalı bir sinema yönetmeni sokak ortasında boğazı kesilerek öldürüldü. Katil, Hollanda’ya çoktan entegre olduğu düşünülen bir Müslüman’dı.
11 Eylül’den itibaren tüm diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Hollandalılar da zaten diken üstünde oturuyorlardı. Bu korkunç olay Hollandalıların bastırılmış tüm korkularını tetikledi. Çokkültürlülüğü ülke markası yapmış olan bir toplum bunu sorgulamaya başladı. Şimdi artık Hollanda bile kamusal alanda dinsel kıyafetleri yasaklayabilecek noktaya geldi.
* * *
Çokkültürlü toplumdan vazgeçip yabancılara farklı bir entegrasyon modeli arayışına giren Hollanda örneğini neden verdim? Avrupalının kendi kimliğini tarif etmekte zorlandığı bir dönemden geçiyoruz. Muhtelif kimlikli olmak mümkün mü? Öte yandan tek bir kişinin aynı anda hem Müslüman, hem Hollandalı, hem Afrikalı, hem kadın, hem siyah kimliklerini taşıması ne mene bir duygudur? Bir adım ötesinde toplumların bölünmeden, ayrışmadan çokkimlikli olması mümkün müdür?
Çokkültürlülük ve çokkimliklilik tartışmasının seyri Türkiye’nin Avrupa’daki geleceğini etkileyen etkenlerin başında. Türkiye, Avrupalıya yeniden tanımlamaya çalıştığı kimliğini gösteren aynayı tutuyor.
Yamalı bohçaya dönen Avrupa kimliği, eski püskü kumaştan takım elbise dikmeyi başarabilecek mi?
Bugün liman, yarın havaalanı, öbür gün başka şey çıkar. Bunların hepsi aşılır, yeter ki terziler bu koşullarda takım elbise dikme başarısını göstersin.
Yazının Devamını Oku