28 Mayıs 2008
Şu sigarasız yaşama özgürlüğü yasasının, ikinci bir yararı daha oldu. Aydın geçinen, aydın bilinen birtakım kişilerin aslında ne kadar bencilce bir zihniyete sahip olduklarını görmemizi sağladı. Maskesi düşenlerin başında da Pınar Kür geliyor. "Benim sigara içip içmeme kararımı, devletin bana bırakmama olayını protesto ediyorum" buyurmuş Pınar Kür. Ve eklemiş: "Eğer benim gerçekten sigara içmeme engel olmak istiyorlarsa sigara yapım ve satımını da engellesinler."
Yasayı böyle algılamak için insanın gerçekten dar görüşlü ve bencil bir zihniyete sahip olması gerekiyor.
Pınar Kür ve onun gibi düşünenler, yasanın temel gerekçesinin sigara tiryakilerini sigaradan korumak olduğu zannındalar. Onlara göre yasa, kendileri için çıkarılmış. Sigara bağımlısı oldukları için devlet onları bu bağımlılıktan kurtarmaya çalışıyor.
Yasanın bu amacı da var kuşkusuz. Ama yasanın asıl nedeni sigara içmeyen normal vatandaşlarını, sigara içen bağımlıların havaya saldığı sağlığa zararlı dumandan korumak. Yasa sigara içenlerin kendilerine verdikleri zarardan çok, içmeyenleri içenlerin sorumsuz saldırılarından korumayı amaçlıyor.
Yasa yasakçı değil, tam tersine özgürlükçü bir yasa. Başkalarına zarar vermedikleri sürece kimseye sigara içmeyi yasaklamıyor. Buna karşılık sigara içmeyi toplu kullanım alanlarında yasaklayarak, sigara içmeyenlerin özgürlüğünü koruyor.
Pınar Kür’ün sigarasız yaşama özgürlüğünü koruyan bu yasayı yasakçı bir yasa olarak görmesi, dünya görüşünün aydın düşünceden ne kadar uzak olduğunun kanıtı. Dahası toplum sağlığını korumaya yönelik bir yasayı kendi sigarasına karışmak olarak algılaması da, toplumsal kuralları ne kadar benmerkezcil bir bakışla değerlendirdiğinin göstergesi. Ki bu da entelektüellikle bağdaşmayan bir tavır.
Sigaranın sadece içenin değil, başkasının içtiği sigaranın dumanına maruz kalanların da sağlığını tehdit ettiği, kansere yakalanma ve kalp krizi geçirme olasılıklarını kat kat artırdığı bilimsel bir gerçek.
Pınar Kür içtiği sigaralar sonucunda kansere yakalanacak olursa, kanserle en güçlü şekilde mücadele edebilmek için gerekli servete sahip olabilir. Peki ya sorumsuzca ortaya savurduğu dumanla kanser olmasına yol açtığı insanların, bu olanağa sahip olup olmadığı kendisini ne kadar ilgilendiriyor acaba? Televizyon ekranlarından söylediklerine, gazetelere verdiği demeçlere bakılırsa, umrunda bile değil.
Bir de kalkmış sigara karşıtlarına terörist demiş. Bu yakıştırmasını aynen kendisine iade ediyorum. Terörist sana benzer, pabucumun aydını...
İsa Bal Avrupa’nın en iyi şarap şefi seçildi
Dünyanın en iyi iki restoranından biri olan Fat Duck’ın şarap şefi (somalye) İsa Bal’ı daha önceki yazılarımda da tanıtmıştım.
İsa Bal, Türk şarapçılarına yine bu köşeden yaptığım çağrı sonrasındaki süreçte restoranının şarap listesine Kayra’nın Imperial’ini de katarak, bir Türk şarabının ilk kez üç Michelin yıldızlı bir restoranın şarap mönüsüne girmesini de sağlamıştı. İsa Bal bununla da kalmamış, başta Sevilen Centum olmak üzere, birkaç şarabı daha listesine katacağı müjdesini vermişti.
Özenle seçilmiş 15 çok özel fıçıdan üretilen Kayra Imperial’in, dünyanın en iyi ikinci restoranı Fat Duck’ın şarap mönüsüne seçilmesi onuruna davet edildiğim yemekte İsa Bal, mayıs ayında yapılacak "Dünyanın En İyi Somalyesi" yarışmasına katılacağını da söylemiş ve yarışmayı izlemeye davet etmişti.
Olmadı, ajandam izin vermedi, katılamadım. Ama müjdeli haber geçen hafta geldi.
İsa Bal, Uluslararası Somalye Derneği "Association de la Sommellerie Internationale" tarafından düzenlenen ve Avrupa’nın en iyi şarap şeflerinin katıldığı çok prestijli yarışmada, "Avrupa’nın En İyi Şarap Şefi" seçildi.
Kayra Imperial’i, dünyanın en iyi ikinci restoranı Fat Duck’ın şarap listesine girdiği için kutlamıştım. Bu listeye "Avrupa’nın En İyi Şarap Şefi" tarafından seçilmiş olması, ikinci bir tebriği hak ediyor doğrusu.
Biz "Deli" Türkler
Mor ve Ötesi’nin "Deli"si Erovizyon’a bugüne kadar katıldığımız kesinlikle en iyi şarkıydı. Yarışma gecesi performansları da müthişti ve bir Türk yarışmacının, eski demir perde ülkelerinin lehine çalışmaya başlayan puanlama sisteminde alabileceği en iyi derecelerden birini aldılar.
Sertab Erener’in birinci olduğu yıl da Türkiye’nin lehine işleyen puanlama sisteminin artık Erovizyon’da Rusya başta olmak üzere eski SSCB ülkeleri ile demirperde ülkelerine avantaj sağlayacağını Şubat 2005’te yazmıştım.
Kızıl ve Altı için çalışmaya başlayan puan sistemi, beklediğim gibi Mor ve Ötesi’ne yaramadı.
Bu oylama sisteminde bundan daha iyi bir dereceyi ancak daha kalitesiz ve daha kimliksiz bir şarkıyla alabiliriz.
Ama bence Mor ve Ötesi’nin kalitesini ve Türkçe’den ödün vermeyen kişilikliliğini elden bırakmayalım. Böylesi kaliteli bir şarkıyla elde ettiğimiz yedincilik, "İngilizce sözlü hafif göbek havası"yla elde ettiğimiz birincilikten çok daha değerli.
Teşekkürler Mor ve Ötesi. Muhteşemdiniz. Dandik bir yarışmaya kalite ve kişilik getirdiniz.
Arap TV’lerine arabesk dizi ihracı
Ayşe Arman’ın yazısından öğrendim. Türk dizileri Arap televizyon kanallarında büyük ilgi görmeye başlamış.
Hatta bir tanesi bugüne kadar çekilmiş hiçbir Arap dizisinin ulaşamadığı kadar yüksek bir reytinge ulaşmış.
Hiç şaşırmadım.
Hızla Araplaşan, Araplaştırılan Türkiye’de prim yapan dizilerin, Arap ülkelerinde de prim yapması çok doğal.
Sıkıysa Arap ülkelerinde değil, medeni ülkelerde prim yapsınlar da görelim...
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2008
Kim demiş yemeğin açık büfesi yavan olur diye. Lykia World’de Sezgin Usta’nın açık büfesini deneyinceye kadar ben de öyle sanıyordum. Şef Sezgin Söğüt’ün yönetimindeki 160 kişilik mutfak ekibinin hazırladığı yüzlerce çeşitlik açık büfe mönüsü bu önyargımı yerle bir etmek için yetti.
LykiaWorld Ölüdeniz, otelde konaklayan misafirlerine yönelik orijinal bir uygulama başlatmış. Her hafta salı günleri, helikopter pisti ziyafet sofrasına dönüştürülüyor. Önceden rezervasyon yaptıran sınırlı sayıda misafir, pistin bir başka köşesinde kurulan mutfakta geleneksel Türk yemeklerini, otel ahçılarının yönetiminde pişirerek hem Türk yemeği yapmayı öğreniyor hem de ziyafet sofrası ortamında mutfağımızı tadıyor.
Bu enteresan yemek deneyimini birazdan anlatacağım ama önce otelin benzersiz açık büfesinden bahsetmek istiyorum.
AÇIK BÜFE CENNETİ
Şef Sezgin Öğüt her öğlen ve her akşam 360 çeşitlik, muhteşem bir açık büfe hazırlıyor. 360 çeşidin hepsini tatma olanağım olmadı elbette. Ama şu kadarını söyleyeyim, ne tattıysam güzeldi. Hani arada bir tane de kötü veya vasat bir yemek çıkar değil mi? LykiaWorld’ün açık büfesinde böyle bir şey yok.
Hatta açık büfe o kadar başarılı ki, otelin ekstra ücretle hizmet veren alakart restoranlarını gölgede bırakıyor. İtalyan, Uzakdoğu ve Türk mutfaklarına sahip üç alakart restoranın kalitesi aslında hiç de fena değil. Fakat açık büfe ile rekabet edebilmeleri için çıtalarının yükseltilmesi gerekiyor.
Helikopter pistinde kurulan "katılımcı ziyafet sofrası" da belki bu ihtiyaçdan doğan bir yenilik.
Her hafta salı günleri yapılan Geleneksel Türk Mutfağı temalı mutfak atölyelerine ek olarak her ay bir hafta sonu da Güney Ege Mutfağı temasıyla gerçekleştirilecek.
Güney Ege Mutfağı temalı atölyenin bir özelliği daha var. LykiaWorld Şefi Sezgin Söğüt’e bu ziyafetlerde Chef’s İstanbul Mutfak Atölyesi’nin kurucusu Gülhan Kara ile Mutfak Dostları Derneği kurucularından Eğitmen Şef Emrullah Gümüştaş da eşlik edecek, yemekler üç ustanın yönetiminde yapılacak.
Güney Ege Mutfağı, günümüzde deniz ürünlerine de göz kırpmaya başlamış olmasına rağmen zengin ot çeşitlerine dayalı bir mutfak. Güney Ege Mutfağı’nda sarı ot, kaz ayağı, kaya koruğu, sılcan otu gibi yöresel otlara ek olarak arap saçı (rezene), kabak çiçeği, semizotu, börülce gibi daha bildik bitkiler de bolca kullanılıyor. Mutfak atölyeli ziyafet de bu otlardan yapılan çeşitli salata ve mezelerle başlıyor.
Önceden hazırlanıp, sofraya servis edilen bu girişten sonra asıl macera başlıyor. Konuklar gruplara ayrılarak, sofranın gerisinde kurulan mutfak platformundaki tezgahların ardına geçip, şeflerin yönlendirmesiyle, zaman zaman kendilerinden de bir şeyler katarak yemekleri pişirmeye başlıyorlar. Her yemek pişirildikten sonra, sofraya servis edilip hep birlikte keyifli sohbetler eşliğinde tadılıyor ve bir sonraki yemeğin yapımına ve tabii tadımına geçiliyor.
Birlikte yapıp, tattığımız yemeklerin hemen hepsi birbirinden güzeldi ama saçta pişen lagos balığı buğulamanın tadı hálá damağımda.
ÇOCUK CENNETİ
Bu arada LykiaWorld, leziz yemekleri bir yana tam bir çocuk cenneti. Otelde her şey çocuklu ailelerin rahatı düşünülerek tasarlanmış. Çocuk Cenneti adı verilen bir su parkı var ki, çocuklar buradan çıkmak bilmiyor. Burası çocuklarıyla birlikte olmaktan, onların eğlenmesinden keyif alan aileler için birebir.
Öte yandan tatile çıkmışken, bazen biraz rahat nefes almak isteyen aileler de düşünülmüş. Çocuğunuzu alıp sabahtan, kendi yaş grubunun animasyon ekibine teslim edebiliyorsunuz. Çocuğunuz gün boyu gözetmenler eşliğinde, kendi yaşıtlarıyla eğlenirken siz de huzurlu bir tatil günü geçirebiliyorsunuz.
Üç buçuk yaşındaki oğlumuz Tibet’i geçen ay Los Angeles’a götürmüştük. Dizneyland’i, hayvanat bahçesi, bilim parkı, Universal Stüdyoları, çocuk parkı, özellikle de LegoLand’i gezdi. Tatilin sonuna doğru, "Hadi evimize dönelim artık, özledim" diyordu. LykiaWorld’den ayrılırken ise "N’olur gitmeyelim, burası benim otelim" diye avazı çıktığı kadar ağlıyordu.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2008
Sigara yasakları başladı ama sigara tüccarları sağlığımızı ne yapıp edip tehliyekeye sokmakta, topluma ellerinden geldiğince daha fazla zehir saçmakta kararlı. Üstelik bunu itiraf etmekten de kaçınmıyorlar, en ufak bir utanç duymuyorlar.
Sigara lobisinin sinsi planlarını Vahap Munyar, pazartesi günü yayınlanan köşesinde açığa çıkardı. Vahap Abi, yılların getirdiği gazetecilik deneyimiyle insanların ağzından laf almasını ve sonra usturuplu şekilde yazıya dökmesini çok iyi biliyor. Sigara lobisinin planlarını bundan önce de defalarca ifşa etmişti. Ancak bu sefer gerçekten çok ses getirmesi gereken bir itiraf almayı başarmış Philip Morris Genel Müdürü Turhan Talu’nun ağzından.
"Philip Morris tüm dünyada 10 yıldır ’yasak’ ortamında büyüme formülleri geliştiriyor", demiş Talu, Vahap Munyar’a.
Bir ticari şirket için büyümek, ürünlerini daha fazla satmak olduğuna göre bunun tercümesi şu: "Philip Morris getirilen yasaklara rağmen topluma daha fazla sigara satmanın formüllerini geliştiriyor". Yani bir başka deyişle Philip Morris, toplum sağlığını korumaya yönelik yasalara rağmen daha fazla sigara satmanın ve böylece halkın sağlığına daha fazla zarar vermenin yollarını bulmak için planlar yapıyor. Halka nasıl daha fazla zehir saçarım diye plan yapmaya devam etmekte de kararlı.
Turhan Talu, bununla da kalmamış. İtiraflarına devam etmiş, "Yasaklara rağmen Türkiye’deki büyümemizi de sürdüreceğiz. Talu’nun bu iddiayı, Tekel’in sigara bölümünü alan British American Tobacco yasakların satışlarını yüzde 4 dolayında düşürebileceğini söylerken dile getirmesi ayrı bir cürret.
Sigara üretimi ve satışı hálá yasal olabilir. Philip Morris’in ticari faaliyetleri değil beni ilgilendiren. Yatırım yapmış, pazara girmiş, doğal olarak kár etmek istiyor.
İlgili yasalara uyulduğu sürece silah üretmek ve satmak da serbest. Aynı şekilde alkollü içki de üretip satabilirsiniz, ilaç da, hatta zehir de...
Ancak silah satışlarınızı artırmak için silah kullanımını artırmaya yönelik planlar yapamazsınız. İlaç kullanımını artırmak, zehir satışlarını yükseltmek için formüller geliştiremezsiniz. Hele bu gibi planlar yapmakla övünmeye kalkışmazsınız.
Sigara, silah, ilaç, zehir gibi üretilmesi ve satışı yasal ama bazı özel koşullara bağlı ürünler için pazar bellidir. Bu alanda faaliyet gösteren ticari şirketlerin, faaliyet alanlarındaki hassasiyetlere özen göstererek, sorumlu ticaret yapması gerekir.
Dalaman havalimanı hálá dumanaltı
Sigara yasaklarının başladığı 19 Mayıs günü Dalaman’dan İstanbul’a uçtum.
Sigara yasaklarının uygulanmasına gösterilen özeni hem Dalaman hem İstanbul Atatürk havalimanlarında gözlemleme olanağı buldum.
İstanbul Atatürk Havalimanı’da dış hatlar geliş terminalindeki kafe ve barları gözlemleyebildim. Gerekli önlemler tümünde alınmıştı. Gloria Jeans ve Starbucks mis gibi kahve kokuyordu.
Dalaman Havalimanı yetkilileri ise, yürürlüğe giren yasanın uygulanmasında en ufak bir özen göstermemişler. Yasa ve yönetmelik sigara içmeye ayrılan odaların kapatılmasını şart koşuyor. Dalaman Havalimanı’ndaki sigara içme odası kapatılmamıştı, açıktı. Üstelik tabelası bile duruyor, yasaya muhalefet etmek isteyenlere yol gösteriyordu.
Yasa ve yönetmeliğe göre havalimanlarındaki restoran ve barların ancak diğer bölümlerden tecrit edilmiş bölmelerinde sigara içilmesine müsade edilebilecekken Dalaman Havalimanı’ndaki kafe, restoran ve barların tamamında, bu şekilde tecrit edilmiş bölümler yapılmamış olmasına rağmen sigara içilmesine müsaade ediliyordu.
Duvarlara asılan uyarı afişlerinde, yasanın şart koştuğu "şikayet numarası" yazılı olmadığından, şikayet edecek yer de bulamadım. Bu yazım Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Muğla Belediyesi ve Muğla Valiliği’ne açık bir şikayettir.
Yasanın uygulanmasına yönelik gerekli önlemleri yerine getirmeyen Dalaman Havalimanı yetkililerinin, yasanın öngördüğü şekilde cezalandırılmasını ve yapılan işlemlerle ilgili bilgilendirilmeyi talep ediyorum.
Sigara dumansız, medeni ortamlarda yaşamak isteyen herkesi de, yasayı uygulamaktan kaçınan yerleri ilgili birimlere şikayet etmeye üşenmemeye çağırıyorum. Bu medeni yasanın işlemesi bizlerin sahip çıkmasına bağlı.
Hayallerinize inanın çocuklar
İnsan hayal etmeye küçükken başlıyor. Ne yazık ki kültürümüz, onlara bu hayallerini sürdürmeyi, büyüterek devam ettirmeyi aşılamak yerine hayalle yaşamanın kötü bir şey olduğunu telkin ediyor.
Danone Tikveşli’nin "Hayallerinize İnanın" sloganıyla gerçekleştirdiği "MEB-Danone Küçükler Futbol Türkiye Birinciliği" etkinliğini bu yüzden çok sevdim.
"Hayallerinize İnanın" çocuklar, bazıları boşa çıksa bile hayallerinizden vazgeçmeyin. Ve bugün, İstanbul’da oturuyorsanız İnönü Stadyumu’nda 12:00’da yapılacak final maçını kaçırmayın. Ücretsiz maçta efsane futbolcu Zidanine Zidan’ı da tekrar sahalarda üstelik sizin gibi hayallerine inanan çocuklarla görün.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2008
İstanbul Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılıp, Tehlikede Olan Dünya Mirası Listesi’ne alınma riskiyle karşı karşıya. Galataport projesi, İstanbul’un simgesi olan tarihi silüetini bozmaya yönelik en büyük tehditlerden biri. Galataport projesi gerçek olursa Dünya Mirası Listesi’ni unutalım.
Geçenlerde, Çırağan Palas Kempinski Oteli’ndeydim. Architon Dünya Offshore Şampiyonası’nın ikinci ayağı olan Çırağan Kempinski Grand Prix’sinin "start"ını beklerken, otel bahçesindeki Gazebo restoranında öğle yemeği yiyorduk.
Gazebo’nun muhteşem bir manzarası var. İstanbul Boğazı’nın girişini, Üsküdar ve eski İstanbul’un silüetiyle birlikte tam karşıdan görüyor. İstanbul’un güney yarısının neredeyse tamamı kadraja giriyor. Yemeğin yarısına doğru, ufuktan bir yolcu gemisi de girmeye başladı görüntüye. İstanbul’a yaklaştıkça görüntüde kapladığı yer büyümeye başladı. Limana girerken öyle görkemli bir hál almıştı ki, İstanbul’un silüetini ezdi geçti. Koca İstanbul’un yarısı, alt tarafı bir yolcu gemisinin görkemli gövdesine teslim oldu.
Dünya gelişiyor, teknoloji ilerliyor. Modern şehir yaşamı tarihi dokuyla ister istemez karşı karşıya geliyor. Bu gelişmelerden kaçmak mümkün değil.
Gökdelenler, dev transatlantikler, gitgide büyüyen havalimanları modern şehir yaşantımızdan çıkaramayacağımız öğeler. Önemli olan bunları doğru bir şehir planlamacılığıyla, birbirleriyle çatışmayacak şekilde konumlamak.
Gökdelenler de olacak. Hatta İstanbul modern dünyadaki görkemini, dünya kültürüne miras kalmış tarihi görkeminin seviyesine çıkarmak için gökdelenlere muhtaç.
İstanbul’un acilen modern bir turistik limana da ihtiyacı var. Ancak bu ihtiyacı karşılayacak proje kesinlikle Galataport değil.
Galataport projesi gerçek olursa limana bağlandığında İstanbul’un tarihi silüetini ezip geçen bu tür gemilerin sayısı hızla artacak. Turistik liman projesi İstanbul dışına, Boğaziçi’nden uzak bir bölgeye çıkarılmalı. Dev gemilerin Boğaz’dan geçişine de sadece geceleri izin verilmeli. Zaten bu gemiler turistik bazı nedenlerden dolayı limanlara genellikle sabaha karşı veya gece yarısı giriş-çıkış yapmayı tercih ediyorlar.
Kıyamet tütünle alkolün bir tutulmasından
TAPDK’nin yetkilerini düzenleyen 5752 sayılı yasa teklifi henüz mecliste görüşülürken, 2 Nisan tarihli yazımda uyarmıştım.
Tütün ve Alkol Piyasa Denetleme Kurumu’na (TAPDK) yetkiler veren 5752 sayılı kanunun ne gibi uygulama zırvalıklarına yol açacağı daha o günden yasaya ruhunu veren gerekçesinden belliydi.
Yasanın bugün yol açtığı restoranlarda bardakla içki satılabilir mi, satılamaz mı kargaşası işin başı. İleriki günlerde daha bakın neler göreceğiz.
AKP bahşişlerinden medet uman iktidar budalası yazarlara göre yasayı eleştirmek saçmalık. Yasanın özünü görmek işlerine gelmiyor ama...
TAPDK’nin yetkilerini düzenleyen kanunun tütün ve alkolü aynı kefeye koyan gerekçesi, bu yasanın hangi mantıkla yazıldığını apaçık ortaya koyuyor oysa.
Yasanın gerekçesinde tütün ve alkolü aynı kefeye koymak adına dini inançlardan başka hiçbir mantık yok. Gerekçesi dini inançlara dayanan bir yasa en başta laikliğe aykırı. Birbirinden tamamen farklı iki tüketim maddesinin piyasasını sırf dini inaçlar ve kaygılar nedeniyle aynı yasayla düzenlemeye kalkarsan olacağı budur.
Bugün tepkiler gelince, "yanlış anlaşıldı, restoranda bardakla içki satışını yasaklamıyoruz" dersin, yarın öbür gün ortamı müsait gördüğünde TAPDK çıkar "alkollü içkileri süpermarket raflarında teşhir ederek satamazsınız" der. Amaç da bu zaten.
Bilgisayar oyunları şiddete yöneltmiyor
Televizyon ve bilgisayar oyunlarındaki şiddetin, çocukları olumsuz etkilediği, toplumdaki şiddeti körüklediği yıllardır medyada yazılır durur. Ben de bu tezi destekleyen ciddi araştırma sonuçlarının olmadığını yazar dururum.
Bu konuda yapılan en ciddi araştırma nihayet sonuçlandı. TV ve bilgisayar oyunu yobazlarına kötü haber. İngiliz Essex Üniversitesi’nden Patrick Kierkegaard’ın gerçekleştirdiği araştırmanın International Journal of Liability and Scientific Enquiry dergisinde yayınlanan sonuçları, topluma hakim yobaz inancın tersini gösteriyor.
Kierkegaard’ın 1970’lerden günümüze toplumdaki şiddet eğilimlerini analiz ettiği araştırmanın sonuçlarına göre şiddet içeren bilgisayar oyunlarının gerçek hayatta şiddete yol açmadığı yönündeki bilimsel kanıtlar çok güçlü. Araştırma ayrıca, bilgisayar oyunlarının şiddet eğilimine yol açtığına dair zayıf ilişkiler kuran araştırmaların da önyargılar içerdiğini gösteriyor.
Araştırmanın daha ilginç bir sonucu da var. "Bilgisayar oyunları ve şiddet eğilimi arasında illa bir bağlantı kurmak gerekiyorsa," diyor Kierkegaard, "bu bağlantı bilgisayar oyunlarının aslında toplumdaki şiddet eğilimini azalttığı yönünde kurulabilir".
Örneğin 2005’te tüm ABD’de 1 milyon 360 bin şiddet vakası rapor edilmiş. Bu rakam bir yıl öncesinde, 2004’te rapor edilen 1 milyon 424 bin şiddet vakasından daha az.
(Araştırma ile ilgili ayrıntılı bilgiye neo.onpunto.com adresindeki e.günlüğümden ulaşabilirsiniz.)
Myanmar diyenler cunta destekçisi
Tayfun felaketiyle boğuşan Burma’yı Myanmar olarak anmak, Burma’daki askeri rejimi tanımakla eş anlamlı. Burma’yı medyada ısrarla Myanmar olarak ananlar, cuntanın felaketzedelere yardım eli uzatılmasını engelleyen siyasetini onaylar duruma düştüklerinin farkındalar mı acaba?
Myanmar, Burma olarak bilinen ülkeye cuntacıların verdiği yeni ad. Burma’nın bilinen adı yerine cuntacılarca verilen adını kullanmak, cuntanın meşruiyetini ve dolayısıyla politikalarını onaylamak anlamına gelir.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2008
Lümpen iktidarını besleyen lümpen kültürün en iflah olmaz hastalıklarından biri de kendini dev aynasında görme eğilimi olmalı. Bir türlü adam olamamamızın nedeni de bu büyüklük kompleksimiz.
Üniversite Seçme Sınavı’nda 750 bin lise son öğrencimiz "15-(8-5)=?" sorusunu yanlış yanıtlar, biz kalkar dünyaya hükmeden ABD’nin eğitim sisteminin bizden kötü olduğunu iddia eder, çocuklarımızın ABD’deki çocuklardan daha iyi eğitim alıyor olmasıyla övünmeye kalkarız.
Türkiye’yi gelinlikle, bisikletle geçmeye kalkışan yabancı kızlar tecavüze uğramadan, katledilmeden Orta Anadolu’ya ulaşmayı başaramazlar; biz Avrupa’daki ahlak kokuşmasını eleştirir, yüce ahlakımızı yere göğe sığdıramayız.
Pislik içindeki İstanbul sokakları, caddeleri kukacıların, kazıkçıların işgalindedir. Boğaziçi sırtları gecekondularla doludur. Denizine girilmez, havası solunmaz, toprağından zehirli variller fışkırır. Dört İstanbullu’dan fazlasıyla aynı çatı altında buluşsan ter kokusundan bayılırsın ama halka "Suyu idareli kullanın" telkini yapılır. Yaz gecelerinde görmemişlerin havai fişek gürültüsünden yerinde duramazsın. Kışın biraz kar serpiştirse okullar resmen, işyerleri fiilen tatil ilan edilir ama sen yine bir sokaktan ötekine gidemezsin. Lafa gelince de İstanbul dünyanın en güzel şehri dersin.
Food&Wine Magazine’de yayınlanan sıradan bir "En İyi 10" listesinin medyamızda kopardığı gürültünün nedeni de aynı büyüklük kompleksi.
Medyamızda çıkan haberlere ve köşe yazarlarına bakacak olursanız, ABD dergisi İstanbul’u dünyanın en iyi 10 yemek şehrinden biri, hatta üçüncüsü ilan etmiş.
Hani İstanbul’u ve restoranlarını bilmesek yiyeceğiz. Haberin üfürme olduğu apaçık. Zaten doğru olsa koltukları kabartmak yerine Food&Wine dergisini elektrikli sandalyeye oturtmak gerekir.
Haberdeki iddia öylesine uçuk ki, insanın şüphe edip derginin kaynağından doğruluğunu kontrol etmemesi olanaksız. Nitekim derginin İnternet sitesine girip biraz araştırdığınızda işin rengi hemen çıkıyor.
İstanbul Dünyanın En İyi 10 Yemek Şehri listesinde değil, Dünyanın Ümit Veren 10 Yemek Şehri listesinde yer alıyor.
İstanbul’un içine alındığı liste açılan yeni restoranlarıyla yeme-içme yaşamı renklenmeye başlayan şehirlerden oluşuyor.
Dünyanın En İyi 10 Yemek Şehri listesindekiler üç aşağı beş yukarı beklediğim şehirler. Sırasıyla: Tokyo, Paris, New York, Londra, Barselona, Sidney, Madrid, Şikago, Stokholm ve Vancouver...
Evet İstanbul’un yeme-içme hayatında son dönemlerde ciddi bir kıpırdama var. Çok az sayıdaki eski iyi restoranlara (Sunset, Papermoon, Borsa, Mikla, Park Şamdan, Lacivert, Feriye, Beyti, Konyalı, Da Mario, vs) eklenen birkaç yeni iyi restoranla (Gaja, Topaz, Zuma, Hakkasan, Spice Market) yeme-içme kültürüne renk geldi İstanbul’un.
Ama Dünyanın En İyi Yemek Şehirleri ligine girebilmemiz için işkembe-i kübradan böbürlenmeye değil, artık böbrekten mi olur börekten mi bilemeyeceğim yepyeni lezzetler yaratmaya ihtiyacımız var.
San Fransisko’lu şefin Türk mutfağı
Türk mutfağına sınıf atlattıracak deneysel tat arayışlarından hep çok uzağız.
Çin yemeklerine öyle aman aman meraklı olmasam da, dünyanın farklı ülkelerindeki farklı şehirlere gittiğimde mutlaka o şehrin en iyi Çin restoranında yemek yemeğe çalışırım. Bilirim ki, Çin yemekleri her ülkede diğerinden farklıdır, insana her ülkede o ülkenin damak tadına göre farklı damak maceraları yaşatır.
Türk restoranları ise dünyanın her yerinde aynı ve üstelik birkaç istisna hariç birbirlerinden kötü olduklarından, yurtdışındayken kaçtığım mutfakların başında gelir.
San Fransisko’da henüz geçen sonbaharda açılan ve çok olumlu eleştiriler alan Sens isimli restoranın Türk mutfağı sunduğunu öğrenince durakladım. Ne sahibinin ne de şefinin Türk olduğunu öğrenince iyice meraklandım. Kurucu şef Michael Dotson’un ünlü bir şef olduğunu ve mönüyü klasik Türk yemeklerinden değil Türk yemeklerinden esinlenerek yarattığı spesiyalitelerden oluşturduğunu keşfedince de, prensibimi bir kenara atıp ertesi gün için rezervasyon yaptırdım.
Körfezi, limanı ve Bay Bridge’i gören manzara harika, oryantal esintiler taşıyan dekor abartıdan uzak ve klas. Yeni açılan bir restoran olmasına rağmen masaların tamamı dolu. İlk sürpriz, kurucu şefin yeni değişmiş olması. Yeni şef Dane Boryta, Dotso’yu aratmayacak kadar usta. Dotso’nun mönüsünü baştan aşağı değiştirme hatasına düşmemiş ama mönüye ve yemeklere kendi kişiliğini de lezzeti artıracak şekilde katmayı bilmiş.
Mönüdeki yemeklerin hepsi Türk mutfağından esintiler taşıyan ama Türk yemeklerini lezzet ve kalite açısından bambaşka boyutlara taşıyan tabaklardan oluşuyor.
Örneğin papaz eriği büyüklüğündeki içli köftelerin içinde yeşil erik büyüklüğünde koca bir yeşil zeytin var.
Çiğ köftede bulgur kullanılmamış ama kırmızı biber ve baharattan kaçınılmamış. Yoğrulmadan hazırlandığı için Fransızların çiğ kıymadan yapılan ünlü yemeği "tartare"ı andırıyor ama özgün.
Kaburga bildiğimiz kaburga. Tek farkı kimyon ağırlıklı baharatlarla damakta farklı seviyelere uçurulmuş olmasında.
Mönüde "Turkish Mantı" olarak anılan yemek ise tattıklarım arasından en başarılı olanı. İçindeki kıyma köfte iriliğinde olacak kadar büyük dört mantı düşünün. Yoğun bir et suyunda pişirilen mantılar tabağın dört yanına yerleştirilmiş. Ortalarında aynı et suyunda pişirilmiş havuç ve kereviz şeritlerinden yapılmış bir kuş yuvası. Ve kuş yuvasının üzerinde de sarmısakla karıştırıldıktan sonra süzülmüş yoğurttan bir top...
Mutfağı, dekoru, servisi, her şeyiyle Sens Türk mutfağını saygınlaştırmak ve layık olduğu yerlere getirmek için neler yapılması gerektiğinin başarılı bir örneği.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2008
Şaka gibi ama maalesef gerçek. Parası olanlar için Boğaziçi sırtları babalarının çiftliği. Ne Boğaziçi İmar ne belediyeler bunların kılına dokunabiliyor. Geçenlerde Arnavutköy sahiline kazma vurmaya kalkışsa karşısında Boğaziçi İmar’ı ve Beşiktaş Belediyesi’ni bulacağını yazan Mehmet Yılmaz’a hiç merak etmemesini, işini bilenin Boğaziçi sırtlarında istediğini yaptığını, ne Boğaziçi İmar’ın ne Beşiktaş Belediyesi’nin gıkını çıkarttığını hatırlatmıştım.
Örnek olarak da Ulusoylar’dan birinin Arnavutköy sırtlarındaki imarda bahçe olarak görünen bir araziyi nasıl kendi otoparkına çevirdiğini, evinin etrafını demir kazıklarla nasıl kendi otomobillerine tahsis ettiğini yazmıştım.
Üstelik bütün bunları, Beşiktaş Belediyesi’nin çalışanlarına kendi işçileriymiş gibi yaptırmıştı.
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal kamu yollarının, işadamının kişisel kullanımı için istila edilmesine göz yummuş; işadamının hükümdarlığının sınırlarını, sefil halkın ödediği vergilerden maaş alan belediye işçileri, yeşil boyalı özel kazıkları kamu marifetiyle dikerek çizmişlerdi.
Geçen hafta Ulusoy daha da ileri gitti. Malikanesinin karşısındaki arsaya resmen bir gecekondu kondurdu. Her gecekonducu gibi, Boğaziçi İmar’ın uyuduğu bir haftasonu günü, sokağın başındaki portatif koruma görevlisi kulübesini kamyona yükletti ve yerine resmen bir gecekondu inşa ettirdi.
Evinin cephesini boyamaya kalkanların bile anında kapısında biten Boğaziçi İmar ve Beşiktaş Belediyesi, Ulusoy’un da kapısına dikilmiştir diye mi düşünüyorsunuz? Siz öyle sanın. Aradan günler geçmesine rağmen Ulusoy’un gecekondu bekçi kulübesiyle otoparkına ne Boğaziçi İmar’dan ne Beşiktaş Belediyesi’nden bir şey diyen var.
Dediğim gibi Beşiktaş’ta Beşiktaş Belediyesi veya Boğaziçi İmar’ın değil işini bilenin borusu ötüyor.
Bu arada geçen yazımda değindiğin kukacı ve kazıkçı terörü tüm hızıyla sürüyor. Büyük şehirler kukacılarla kazıkçıların hak, hukuk tanımazlığına teslim olmuş durumda.
Kafasına esen evinin, apartmanının, dükkanının, arsasının önüne kuka koyuyor, kazık çakıyor, milletin sokağını babasının malı gibi işgal ediyor. Ne karışan var ne soran.
Başbakan üç çocuk diyor RTÜK de destek olmalı
Kemal Derviş ve IMF’nin çizdiği rotayla, dünyada esen refah rüzgarlarını da arkasına alarak, aslında büyük bir sıçrama yapabilecek ekonomiyi birkaç küçük adım ileriye götürmekle kalan Başbakan Tayyip Erdoğan, "İşsizliğe çözüm bulacağına, herkes en az üç çocuk yapmalı" diye fetva vererek işsiz ordusunu artırmakta kararlı. Başbakan kararlı ama RTÜK Başkanı uyuyor. Televizyondan kumar oynatılmasına ses çıkarmıyor ama ekranda erotizmin e’sini görse ceza yağdırıyor.
Sayın Zahit Akman, Başbakanınız Tayyip Bey’in fetvasına karşı mı çıkıyorsunuz? Bakın Başbakanınız "Millet en az üç çocuk yapmalı" diyor, siz milleti televizyondan teşvik edeceğinize, köstek oluyorsunuz. Bırakın televizyonları, istedikleri gibi erotik yayın yapsınlar canım. Bakın o zaman nüfusumuz nasıl çiftleşir.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
AKP hükümetinin olsa olsa 1 Nisan’a yakışabilecek şaka gibi 1 Mayıs semt kapatma icraatine şaşırmadım. AKP’nin demokratlık seviyesi Meclis’ten geçen sene geçirdiği İnternet "sansür" Yasası’ndan belliydi. İki hafta önce dalga geçerek yazdığım New York ve Amsterdam’a uçuş yasağı yazımda dile getirdiğim fantastik ironi, AKP’nin 1 Mayıs icraatiyle maalesef gerçek oldu.
Demokrasi havarisi AK Liberal köşe yazarlarımızın "sıfır şeker" geçtikleri İnternet "sansür" Yasası’nın ardındaki zihniyetle, 1 Mayıs İşçi Bayramı’ndaki olası provokasyonları önlemek uğruna semtleri yasak bölge ilan etme saçmalığı arasında en ufak bir fark yok.
Hani şimdi bazıları şaşıyorlar ya, AKP’nin demokratlığı demek buraya kadarmış diye, ben asıl bunlara şaşıyorum. Demokrasiyi araç olarak gördüğünü açık seçik ilan eden Tayyip Erdoğan’ın partisinden ne gibi bir demokratlık bekliyorlardı ki?
Üstelik AKP ne menem bir demokrasi anlayışına sahip olduğunun en önemli kanıtını geçen sene çıkardığı İnternet "sansür" Yasası ile avaz avaz haykırmıştı.
İki hafta önceki yazımda da, İnternet’in ne olduğunu bir türlü kavrayamayan yazarlarımıza ironik bir ipucu vermeye çalışmıştım.
New York Times gazetesinde yayınlanan PKK yanlısı bir makale nedeniyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nin New York uçuşlarını, porno yayınlar satılıyor gerekçesiyle de Gaziantep Asliye Hukuk Mahkemesi’nin Amsterdam uçuşlarını yasakladığını yazmış, eşim ve küçük çocuğumla havaalanından elimizde bavullarla kös kös eve geri dönmek zorunda kaldığımızı aktarmıştım.
AKP’nin çıkardığı İnternet’i "sansür" Yasasına dayanarak verilen mahkeme kararlarının, yazımda verdiğim absürd örneklerden farkı yok çünkü. PKK yanlısı bir blog sayfası yayınladığı gerekçesiyle New York’tan yayın yapan bir sitenin tümüne Türkiye’den erişim yasağı getirmekle, PKK yanlısı bir makale yayınladı gerekçesiyle New York Times gazetesinin satıldığı şehrin tümüne Türkiye’den erişim yasağı getirmek arasında en ufak bir mantık farkı yok.
Yazımdaki tecahül-i arif’i ciddiye alan Meral Tamer, Milliyet’teki köşesinden AKP’ye çatmış ve böyle saçma yasaklar getirdiği için eleştirmişti.
Taraf Gazetesi’nden Alper Görmüş de, ironik bir yazıyı gerçek sandığı için Meral Tamer’i eleştirmiş, üstelik Tamer’in "AKP döneminde öyle saçmalıklar oluyor ki, bu yazıdaki saçma örneği de gerçek sandım" mealindeki özrünün geçersiz olduğunu iddia etmişti.
Şimdi bence Alper Görmüş’ün Meral Tamer’e bir özür borcu var. AKP’nin olası bazı eylemleri önlemek uğruna İstanbul’un bazı semtlerini yasak bölge ilan etmiş olması, Meral’in özrünü yerden göğe kadar geçerli kılıyor.
AKP bu... Dün İnternet’te bazı sitelere girişleri engellemeye kalkar, bugün Taksim’e girişleri, yarın New York ve Amsterdam’a... Gülüp geçmeyin, lütfen ciddiye alın. İnternet’te bazı sitelere erişim engellemesini öngören AKP yasası, hafife alınamayacak kadar ciddi bir rezillik. Bu yasaya sesini çıkarmayanların, 1 Mayıs devlet terörünü eleştirmeye hakları yok.
15-(8-3)=?
Bu soruyu üniversite seçme sınavında 750 bin genç çözememiş.
O da bir şey mi, ABD’de eğitim sisteminin bizden kötü olduğuna inanan ve ilginç bir şeymiş gibi dile getiren safdillerin sayısı milyonlarca değil mi?
Kafamızı kuma gömüp, gerçekleri görmekten kaçtığımız sürece topluma hakim olan cehalet katlanarak artacak.
Daha da kötüsü AKP hükümeti, oy potansiyelini daha yüksek gördüğü kötü eğitim almış öğrencilerin üniversitelere girişini kolaylaştıracak eğitim sistemi değişikliklerini birer birer uygulamaya koyacak.
Eğitim sisteminde bu yönde çok büyük bir devrim sessiz sedasız yapılıyor ama kimsenin umurunda değil. Liselere giriş sınavında bu devrim yapıldı bile.
Sırada üniversite giriş sınavları var.
Zeka bilgiyi fena marizler
Mehmet Barlas geçen gün, dünya olaylarını bilgi sahibi olmadan, sadece zeka ile çözmeye çalışmanın beyhude bir çaba olacağını ve insanı komik duruma düşürebileceğini yazmıştı.
Zekice bir yazıydı ama eksik bilgiyle yazılmıştı. Mehmet Barlas, bilgi sahibi olmaya dayalı iktidarların döneminin İnternet’le birlikte bittiğinin farkında değil.
İnternet "bilgi"yi, "sahip olunacak" bir değer olmaktan çıkardı "erişilecek" bir değer haline getirdi.
İçinde bulunduğumuz "Enformasyon Çağı"nda fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak gerekmiyor artık. Bilgiye erişebilmek yetiyor.
En doğru bilgiye en hızlı erişmenin koşulu ise yine zeka. Zeka ise erişilebilir bir nitelik değil, sahip olunan bir nitelik hálá.
Zeki bir insanın sahip olması gereken tek bilgi, bilginin İnternet’te erişilebilir olduğu bilgisinden ibaret sadece.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2008
10 günlük Los Angeles seyahatinden evime dönmüştüm ki otomobilimi, park ettiğim yerde, önüne kilitli demir bir kazık çakılmış halde, olduğu yere hapsedilmiş buldum. Tam da Mehmet Yılmaz’a, işini bilenin Boğaz sırtlarında istediği inşaatı yapabildiğini anlatmaya çalıştığım yazımın yayınlandığı gündü.
Boğazda yürüyüş sahilinin önüne gezi teknelerinin bağlanmasına kimsenin ses çıkartmamasını eleştiren Mehmet Yılmaz, kazmayı küreği kapıp Arnavutköy sahilinde kendine bir ev yapmaya kalkışsa belediyenin ve Boğaziçi İmar’ın anında önüne dikileceği örneğini vermişti.
Ben de Yılmaz’a, sahilden birkaç yüz metre yukarı, Boğaz sırtlarına doğru çıkmasını önermiş, Boğaz sırtlarını işgal eden gecekondulara, bahçelerini sokaklara taşıran konaklara karışanın olmadığını hatırlatmıştım.
Beşiktaş Belediyesi yememiş içmemiş, aman bu bizim Yurtsan Atakan’ın yüzünü kara çıkartmayalım demiş olacak. Ki Ulusoylar’dan birinin malikanesinin çevresindeki tüm yolları kazıklarla kuşatıp, sefil halkın kullanımından almış zengin işadamımızın kullanımına tahsis etmiş.
Ulusoy-Ünal dükalığı hükümdarlığın sınırlarını yeşil demir kazıklarla çevrelerken, özel korumalar aracılığıyla tüm mahalleye -otomobilinizi dükalık sınırlarımızdan derhal çekin- fermanını tebliğ etmekten de geri durmamışlar.
Kazıklardan birini de, Ulusoylar’ın belediye tahsisli, sokaktan devşirme otoparkına park ettiğim otomobilimi olduğu yere mıhlayacak ve sokakta Ulusoy-Beşiktaş Belediyesi dükalığının borusunun öttüğünü gözüme sokacak şekilde zafer anıtı gibi tamponumun önüne dikivermişler.
Nasıl bir ülkede yaşadığımı bir gün bile unutturmamaya yeminli şişkin bir kadronun varlığından ciddi bir şekilde şüphe duymaya başladım. Medeni bir ülkeden her dönüşümde, ülkemin acınası durumunu yüzüme çarpan bir kanıtla karşılaşmamın süresi asla 24 saati geçmiyor.
Ulusoy-Ünal ittifakı, belediyecilikteki başıbozukluğun dozunun nereye vardığını gösterse de münferit bir olay değil başını alıp gitmiş kaosun sayısız örneklerinden biri maalesef. İstanbul’un, Türkiye’nin tamamı bu gibi ittifakların işgalinde çünkü.
Oto galerileri kaldırımları işgal ediyor, belediyeler ve emniyet artık hangi nedenlerleyse göz yumuyor. Hıncal Uluç yıllarca yazdı, kimse kılını bile kıpırdatmadı.
Her sokakta bir kuka terörü. Çiçekçisi, kuaförü, nalburu her önüne gelen dükkanının önüne bir kuka koyuyor, Allah’ın sokağını müşterilerinin otomobillerine rezerv ediyor.
Neredeyse her evin, her apartmanın önünde asma kilit takılı iki demir kazık. Mehmet Yılmaz’ın olmayacak bir örnek niyetine yazdığı gibi eline kazmayı kapan asfaltı delip, kazığını çakıyor. Ne karışan var, ne soran.
Sahiller kapanın elinde kalmış. Gemisini yürüten kaptan, işini sahil gezi yollarına çaktığı sağlam kazıklara bağlıyor.
Bize de işte böyle her yurtdışı dönüşünde mızmızlanmak düşüyor. Neyse ki iki gün içinde boyumuzun ölçüsünü alıp nerede yaşadığımızı hatırlıyoruz da, oturuyoruz oturduğumuz yerde.
Parklarda yatalım da köpek ve piknikçi pislikleri ne olacak
Sayın Kadir Tokbaş,
Basından takip edebildiğim kadarıyla, köşe yazarlarının eleştirilerine duyarlı bir başkanmışsınız.
Ayşe Arman’ın eleştirisine kayıtsız kalmamış ve Bebek Parkı’nın çimlerine uzanıp müzik dinleyenleri dürtükleyen görevlilerinize yeni talimatlar vermiş ve bundan vatandaşlarımıza müdahale etmemelerini bildirmişsiniz.
Güzel, çok sevindim. "Artık ben de parklarda, çimenlere uzanıp, doğanın keyfini çıkartırım" dedim.
Gelin görün ki, keşke iş görevlilerin dürtükleyip, dürtüklememesi kadar basit bir iş olsa.
Parklarınızdan birine gidip, çimlere uzanmaya kalkışın lütfen.
Sizi temin ederim ki, seçtiğiniz park, uzanmaya çalıştığınız köşe hangisi olursa olsun, görevlilerin dürtüklemesine gerek kalmadan atmaya çalıştığınız elektriğin birkaç katıyla yükleneceğinizden eminim.
Yatar yatmaz burnunuzun dibinde ya bir köpek pisliği, ya da piknikçilerin bıraktığı bir çöple karşılaşma olasılığınız bahisçileri bile ürkütecek kadar yüksektir.
Sizden istirhamım şudur. Lüften görevlileri, çimlere yatanları rahatsız etmemeleri konusunda gösterdiğiniz hassasiyeti, parklardaki çimlik alanların temiz tutulması için de gösteriniz.
Köpeklerinin pisliğini temizlemeyen sosyete bozuntularıyla, kendi pisliklerini temizlemeyen pijamalı piknikçilere aman vermeyiniz.
Arz ederim efendim.
Yazının Devamını Oku