30 Nisan 2008
Telefon icat oldu olalı görüntülü telefon fantezisi de her dönemin önde gelen geyiklerinden olmuştur. Çocukluğumdan bu yana, gazete veya dergilerin birinde görüntülü telefonlarla ilgili haber yayınlanmadan geçen tek bir yıl bile hatırlamıyorum.
Kırk yıl önce bu tür haberler bize sanki bilimkurgu gibi gelirdi ama aslında görüntülü telefon görüşmesi yapmayı sağlayacak teknoloji, şu andakine göre hayli farklı olsa da o yıllarda da vardı.
Gazetelerde yayınlanan görüntülü telefonların görüntüsü yıllar boyunca hayli değişti. Masa üzerinde duran siyah-beyaz ekranlı, cüsseli telefonlar giderek küçüldü, ekranları renklendi ve bundan beş, altı yıl önce kablolarından kurtulup cebe kadar girdi.
Üçüncü Kuşak (3K: Third Generation-3G) telekomünikasyon teknolojilerinin mümkün kıldığı yepyeni kullanım alanlarından biri ama aynı zamanda en fantastiği idi.
3K’nın en yaygın kullanıldığı Japonya’da bile, diğer 3K servislerinin onda biri kadar dahi rağbet görmedi.
Şimdi Türk Telekom kameralı cep telefonlarında bile yüz bulamayan bu demode teknolojiyi tekrar ısıtmış, ayda 29 YTL’ye sınırsız ’görüntülü alo’ diye önümüze sürmeye çalışıyor.
Amaçları nedir tam kestiremedim. Yaygınlaşmayacağını kendileri de biliyor ve sırf teknoloji şovu yapmak istiyorlarsa kopardıkları kıyamete değecek bir numara yok bu bayat konseptte.
Yok eğer görüntülü telefonu gerçekten yaygınlaştırmaksa amaçları, görüntülü telefon alıp kullanacak yeterince şaşkın bulabileceklerinden kuşkum var.
Bir teknolojinin yaygın kullanım alanı bulabilmesi için getirdiği kolaylıkların değerinin, götürdüklerinin bedelinden fazla olması gerekir.
Bir başka deyişle yeni teknolojinin kullanıcısına sağladığı fayda, maliyetinden fazla olmalıdır.
İnsanın telefonla konuşurken karşısındakini görmesinin sağlayacağı fayda fazlasıyla marjinal. Buna karşılık getirdiği bedel bir hayli yüksek.
Bedelden bahsederken TT’nin aylık 29 YTL’lik fatura bedelini kastetmiyorum. Görüntülü telefonun kullanıcılarının yaşamına getireceği diğer yüksek bedellerin farkında olan TT de fatura bedelini bilerek düşük tutmuş zaten.
Şöyle düşünün. Ev kadınısınız ve telefonunuz çalıyor. O anda bulaşık yıkıyorsunuz veya sabahlığınızla televizyon seyrediyorsunuz ya da dışarı çıkmadan önce hazırlanıyorsunuz. Ne durumda olursanız olun, evdeki günlük halinizle telefon kamerasının önüne geçmek ister misiniz?
Her sabah kalkar kalkmaz o gün gelecek tüm telefonlar için ayna karşısına mı geçeceksiniz? Yoksa telefonunuzun kamerasını kapatıp, her arayana kamera bozuldu mu diyeceksiniz?
İş adamısınız ve eşinize işiniz uzadığı için eve geç döneceğinizi söylüyorsunuz. Ama o anda ofisinizde değil bir barda, hadi günahınızı biraz hafifletelim erkek erkeğe maç seyrediyorsunuz. Hani masanızın dağınık görüntüsü?
Türk Telekom görüntülü telefon kullanma faturasını ne kadar ucuzlatırsa ucuzlatsın, görüntülü telefon kullanmanın diğer bedelleri çok yüksek. O yüzden bu iş tutmadı ve tutmayacak da...
Sahili ara sokak yapan tekneler
Mehmet Yılmaz geçen gün Arnavutköy-Bebek arasındaki sahile bağlanan koca teknelerin, yürüyüş yapanların denizi görmesini engellemesinden şikayetçiydi.
Aylar önce ben de yazmıştım. Belediye bir süre ilgi gösterdi, koca gezi teknelerinin sahile bağlanmasını yasakladı, birkaç ay denetledi de. Ama göstermelik denetim her zaman olduğu gibi gevşedi ve önce Swissotel’in koca teknesi, ardından diğer heyula tekneler sahile bağlanıp, sahil gezi yolunu deniz görünmeyen sıradan bir ara sokağa çevirdi.
Şimdi Mehmet Yılmaz’ın yazısından sonra da belki yine baştan savma bir yasak başlayacaktır mutlaka ama önemli olan belediyecilik zihniyeti. Bu zihniyet değişmedikçe, her çözüm geçici oluyor maalesef.
Örneğin Mehmet Yılmaz soruyor, "Kazmayı, küreği denkleştirip, Arnavutköy’de, Akıntıburnu’nda sahilde bir ev yapmaya kalksam başıma nelerin geleceği bellidir.
Belediye ekipleri gelir, orayı başıma yıkarlar. Onları atlatsam Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekiplerini atlatamam".
Ben olsam hiç o kadar emin olmazdım Sevgili Mehmet Yılmaz. İsterseniz sahilden sapıp, birkaç yüz metre yukarı çıkın ve Arnavutköy sırtlarına bir bakın. Bahçe duvarlarını sokaklara taşıran konaklara, aftan yararlanıp tapu aldıktan sonra baştan inşa edilip villaya dönüştürülen Boğaz manzaralı gecekondulara dokunan olmuş mu, orada bol bol göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2008
Mizahtan, söz sanatlarından anlamaz bir toplum olduk maalesef. Geçen hafta "New York uçuşları yassah hemşerim" başlıklı bir yazı yazmıştım. New York Times gazetesinde yayınlanan PKK yanlısı bir makale nedeniyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nin New York uçuşlarını, porno yayınlar satılıyor gerekçesiyle de Gaziantep Asliye Hukuk Mahkemesi’nin Amsterdam uçuşlarını yasakladığını yazmış, eşim ve küçük çocuğumla havaalanından elimizde bavullarla kös kös eve geri dönmek zorunda kaldığımızı aktarmıştım.
Amacım AKP tarafından çıkartılan İnternet’i sansürlemeye yönelik yasanın saçmalığını tecahül-i arifle güçlendirerek gözler önüne sermekti.
PKK yanlısı bir blog sayfası yayınladığı gerekçesiyle New York’tan yayın yapan bir sitenin tümüne Türkiye’den erişim yasağı getirmekle, PKK yanlısı bir makale yayınladı gerekçesiyle New York Times gazetesinin satıldığı şehrin tümüne Türkiye’den erişim yasağı getirmek arasında en ufak bir mantık farkı yok çünkü.
Yazımda kullandığım çarpıcı ve hayali olduğu apaçık örneği gerçek sananların sayısı endişe verici. Hani sokaktaki adam olsa anlayacağım ama yazımı okuyup, e.posta mesajı gönderdiklerine göre bunlar kültür düzeyleri gazete okuyucusu, sosyo-ekonomik düzeyleri ise en azından İnternet kullanacak kadar yüksek kişiler.
Yazıdaki abartılı örneği gerçek sananlar arasında gazete yazarlarının da olması işin vahametinin nerelere vardığını gösteriyor.
Örneğin Meral Tamer, Milliyet’teki köşesinde New York’a ve Amsterdam’a uçuş yasağı getirildiği için AKP hükümetini eleştiren bir yazı yazdı. Ertesi gün yayınladığı düzeltme ve özür yazısı Taraf gazetesinden Alper Görmüş’ün eleştirilerini engellemeye yetmedi.
Münferit örneklerin düştükleri hatayı anlayabiliyorum. Bazen insanın basireti öyle bir bağlanıverir ki, inanılmayacak hatalar yapabilir. Beni dehşete düşüren tek tek kişiler değil, bu kişilerin toplam sayısının yüksek olması. Hayali bir senaryoya tepki gösterenlerden bazılarının yazıdaki mizahı gerçek sanmasının kişisel geçerli nedenleri olabilir. Ancak bu hataya düşenlerin sayısının yüksekliği istatistiki anlam taşıyor ve Nasreddin Hoca’nın torunlarının geldiği acıklı noktayı gözler önüne seriyor.
Ve bence işin en vahim yanı bizim medyada hálá bu saçma İnternet yasasını değil münferit gafları konuşuyor olmamız.
Sansürün çözümü
YouTube, Google gibi dünyanın en çok ziyaretçi çeken sitelerinin sansürlenmesine yönelik saçma AKP yasasına alternatif olacak bir çözüm önerisi Cengiz Semercioğlu’ndan geldi.
Semercioğlu site kapatma kararı yetkisinin yerel mahkemelerin elinden alınıp, RTÜK benzeri bir üst kurula verilmesini önermiş.
İyi niyetli bir öneri ama kesinlikle doğru bir çözüm değil. RTÜK gibi hükümetin kuyruğundan ayrılmayan bir kurulun İnternet’te yerel mahkemelerden de kötü icraatlerde bulunacağı kesin.
Bir kere haber alma özgürlüğünün bağımsız yargının elinden alınıp kamu idarelerinin yargısız infazına bırakılması başlıbaşına bir sorun.
Hükümetlerin yargısız infazcı, denetleme kurullarındaki kadrolaşma merakı da malum. İnternet dünyasının önde gelen isimlerinden Mustafa Akgül, İnternet’le ilgili birbirinden farklı farklı kurumların kurulmuş olmasına ve bu kurumların kadrolarındaki şişkinliğe dikkat çekiyor.
Bu denetleme kurumlarından birine ev sahipliği yapan Telekomünikasyon Kurumu’nun başkanı Tayfun Acarer, her fırsatta ısrarla İnternet sitelerine erişim engellemenin sansür olmadığı iddiasını dile getiriyor. Siteye erişim engellemesi gibi ciddi bir yetki sorumluluğu yüklenmiş bir kurumun başkanının sansürün anlamını bilmemesi, bu yetkilerin yargı dışındaki kurumlara neden verilmemesi gerektiğinin yeterince açık bir gerekçesi.
Sorunun kaynağı mahkemeler değil sevgili Cengiz. Yerel mahkemelerin yaptığı AKP hükümetince çıkartılan ve İnternet’i sansürlemeyi amaçlayan saçma yasaya uygun kararlar vermek.
Yapılması gereken bu saçma sansür yetkisini mahkemelerden alıp hükümet kuklası olacak kurumlara vermek değil, sansürcü yasayı değiştirmek.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
Dünyada demode olmaya başlayan Uzakdoğu mutfağı rüzgarı İstanbul’da esmeye başladı. Son birkaç aydır İstanbul’da şube açan dünyanın tanınmış restoranlarından birkaçı, şehrin mütevazı restoran sahnesine renk getirdi. Ancak bakıyorum da bu yeni restoranların hemen hepsi Uzakdoğu mutfağı sunan restoranlar.
Halbuki Uzakdoğu mutfağı özellike ABD’de hızla demode olan bir mutfak. Örneğin metrekare başına en fazla lüks/klas/hip restoranın düştüğü Las Vegas’ta Uzakdoğu restoranlarına rağbet gitgide düşerken, suşi restoranlarının yüzüne bakan bile kalmadı neredeyse.
Birkaç füzyon restoranını saymazsak; New York, Londra, Paris, Barselona, Roma, San Francisco ve Las Vegas gibi yemek kültürü başkentlerinde Uzakdoğu restoranları klas mekanlar olmaktan ziyade, popüler kültüre hitap eden "hip" mekanlar.
Peki İstanbul’daki Uzakdoğu restoranlarının hepsi, birdenbire kabaran bu Uzakdoğu yemeği aşkına layıkıyla karşılık verebilecek mekanlar mı acaba?
Öncü Sunset
Uzakdoğu mutfağı akımının dünyaca ünlü örneklerini İstanbul’a taşıma akımının başlatıcısı Ulus Sunset. Nobu Londra’nın yıldız şefi Hiroki Takemura’yı uzun dönemli konuk şef olarak İstanbul’a transfer ederek İstanbul restoran sahnesini dünya ligiyle tanıştıran Sunset, Uzakdoğu mutfağının İstanbul’daki bence hálá en iyisi. Bir kere Hiroki Takemura İstanbul’a gelen şefler arasında Uzakdoğu mutfağının tartışmasız en iyi şefi. Diğer Uzakdoğu restoranlarının şeflerinden birkaç gömlek üstün bir isim. Takemura’nın bir konuk şef için çok uzun sayılacak bir süre İstanbul’da kalıp, İstanbullular’ın damak tadını, yerel malzemelerini, mutfak ekibini tanıması çok önemli.
Hakkasan farkı
Sunset kadar başarılı bir başka mekan ise Hakkasan. Hakkasan, dünyaca ünlü bir restoranın ismini, şube olmasına rağmen en az merkezi kadar başarıyla taşıyabilen bir restoran. Londra’daki Hakkasan’dan aşağı kalır yanı yok. Hakkasan da bu başarısını büyük ölçüde şefini İstanbul’a aylar öncesinden getirmesine borçlu. Londra Hakkasan’ın ikinci şefi Lee Che Llang, İstanbul Hakkasan açılmadan aylar önce İstanbul’a yerleşmiş ve İstanbullular’ın damak tadını, yerel malzemeleri, mutfak ekibini tanıma fırsatı bulmuş. Bunu da sunduğu yemeklerin lezzetlerinde fazlasıyla hissediyorsunuz.
Zuma en iyi üçte
Yeni Uzakdoğu restoranları arasında Zuma da çok başarılı bir örnek. Servisle ilgili bazı sorunları vardı. Garsonlar sundukları yemekleri ve içkileri (özellikle sake) iyi tanımıyorlardı. Birkaç sabah kahvaltı niyetine Zuma’nın yemeklerini tadıp, sakelerini yudumladılarsa bu sorun çözülmüş olabilir. Eğer bu sorun çözüldüyse yemeklerinin lezzetiyle İstanbul’un en iyi üç Uzakdoğu restoranı listesi Zuma ile tamanlanıyor.
Spice Market ilgiye muhtaç
Henüz çok yeni açılan Spice Market’a gitme fırsatım olmadı. Restorana imzasını atan ünlü şef Jean-Georges Vongerichten açılış nedeniyle geçen hafta üç günlüğüne İstanbul’daymış. Adına arayıp, şefle yemeğe davet ettiler. Yurtdışında olduğum için katılamadım.
Yine de İstanbul Spice Market’a henüz gitmemiş olmama rağmen çok sağlam ölçütlere dayanarak bazı yorumlarda bulunabilirim.
Birkaç restoranında birkaç kez yemek yediğimden Jean-Georges tanıdığım bir şef öncelikle. İstanbul’daki Spice Market’a henüz gidememiş olsam da New York’taki asıl Spice Market’la, New York ve Las Vegas’taki Jean-Georges imzalı bazı restoranları yakından tanıyorum.
Spice Market, Jean-Georges’un amiral gemisi de değil. Jean-Georges’un çok daha sofistike, çok daha klas restoranlarının yanında daha genel beğenilere hitap eden, daha harcıalem bir marka Spice Market. W otellerinin sahibi Starwood Hotels grubu ile yaptığı bir ortaklıkla restoran zincirine dönüştürülmüş bir marka. İstanbul Spice Market, bu zincirin halkalarından biri sadece.
Her ne olursa olsun Jean-George gastronomi dünyasının çok önemli isimlerinden biri tabii ki. Türkiye’ye bir restoran zinciri ile girmesi bile önemli. Ancak gastronomi dünyasında, şeflerin imzalarını fazla ilgilenemedikleri restoranlara koymaları itibar edilen bir durum değil.
Jean-Georges imzasını koyduğu Spice Market için Türkiye’ye üçer günlük, iki ziyaret yapmakla yetindi. İstanbul Spice Market’ın İstanbul’un en iyi Uzakdoğu restoranları arasına girebilmesi için Jean Georges’un daha fazla ilgisine ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2008
Yurtdışında karşılaştığım Türk markalarının sayısı her geçen gün artıyor. Üç ay kadar önceydi. ABD’nin Las Vegas kentinde düzenlenen CES fuarının basın için verilen açılış kokteylindeydim.
Ayaküstü sohbet ettiğim küçük grupta ABD’li büyük bir teknoloji şirketinin, Avrupa’daki bölgesel merkezinde üst düzey yönetici olarak çalışan çok şık bir hanım vardı.
Hanımların takılarına pek dikkat etmem. Ama bu hanımın parmağındaki pırlanta yüzük, o güne kadar gördüğüm pırlanta yüzüklerden öylesine farklı parlıyordu ki, gözüm sohbet esnasında ister istemez hep bu yüzüğe takılıyordu. Ve her seferinde de yakalanıyordum.
Kadın yönetici sonunda dayanamadı, "Beğendiniz mi? Gurur duymalısınız çünkü bu yüzüğü İstanbul’dan aldım. Markası Glitz. Arkadaşlarım da bayıldı. Her gören nereden aldığımı soruyor" dedi.
O gün, taa Las Vegas’ta şık bir davette, davetin en şık hanımının parmağında bir Türk markası görmekten büyük gurur duymuştum. Geçen hafta Tüketicinin Abisi Erkan Çelebi ile birlikte kuyum şirketi Baymonte’den kullandıkları teknolojilerin tanıtımı için davet alıp, Baymonte’nin aynı zamanda Glitz’in yaratıcısı ve arkasındaki güç olduğunu öğrendiğimde koşa koşa gittim.
Baymonte, yüzüklerde değerli taşların üzerine yerleştirildiği altından yapılma ana kısım olan montürleri üreten, montür sektörünün Türkiye’deki en büyük üreticisi.
Pırlantanın güzelliğini ortaya koyan en önemli etken montürdeki ustalık ve şıklık. Baymonte ürettiği montürlerde, pırlantanın ışıl ışıl parlamasını sağlayan kendi geliştirdiği benzersiz tasarımları kullanıyormuş.
Bunları dinleyince, Las Vegas’taki davette gözümün, kadın yöneticinin parmağındaki yüzüğe takılmasının sırrını da öğrenmiş oluyorum.
Yurtdışında bir Türk markasıyla ikinci gurur verici karşılaşmam ise geçen hafta gerçekleşti.
Kayra Imperial’in, üç Michelin yıldızlı bir restoranın şarap mönüsüne giren ilk Türk şarabı olmasını kutladığımız, dünyanın en iyi ikinci restoranı Fat Duck’taki akşam yemeğimizin ertesi günüydü. Londra’nın prestijli restoranlarından biri olan L’Etranger’de öğle yemeği yiyorduk.
L’Etranger’nin bir özelliği de Fat Duck ve Londra Hakkasan gibi şarap listesinde Kayra Imperial’e yer vermiş olması.
Yemeğimizi yerken, arka masamıza yeni gelen iki müşterinin şarap şefiyle yaptığı sohbetten "Turkish", "Kayra", "Denizli" gibi kelimeler geçtiğini duyunca tüm masa kulak kabarttık.
Konuşmalarından şaraptan anladıkları belli olan müşteriler, listede yeni bir isim görünce dikkatlerini çekmiş, şarap şefinden bilgi alıyorlardı. Tavsiye edici bilgilerin ardından denemeye karar verdiler.
Şarap gelip, açıldığında ve tadım için kadehlerine konulduğunda, bizdeki heyecan da doruk noktasındaydı.
"Mükemmel" dedi birinci adam. "Şaşırtıcı", diye tamamladı ikincisi. "Böylesi dengeli, aromatik ve karakterli bir şarap üretebildiklerine göre Türk şaraplarını da takip etmemiz gerekecek artık anlaşılan", diye noktayı koydu birinci adam.
Biz de koltuklarımız kabararak çıktık restorandan.
Üflemeden yola çıkamazsın abi
Saldırganlaşanlar hariç sarhoşları ayık kafayla izlemek eğlenceli bile olabilir. Sarhoşun en kötüsü ise bence o haliyle otomobil kullanmaya kalkanlardır.
Bırakın sarhoş olacak kadar içmiş olanları, içkinin dozunu hafifçe kaçırıp direksiyon başına oturanlara bile potansiyel katil gözüyle bakarım.
Bu gibilerle mücadele için ABD’de yepyeni bir yöntem uygulanmaya başlandı.
ABD’nin bazı eyaletlerinde kullanılmaya başlayan, bazılarında da yakında uygulanması düşünülen yöntemde, otomobil endüstrisinin geliştirdiği yeni bir teknoloji kullanılıyor.
Bu yeni teknolojinin kullanıldığı otomobillerde, sürücünün aracı çalıştırabilmesi için kontağı çevirmeden önce direksiyonun yanındaki alkol dedektörüne üflemesi gerekiyor. Araç ancak sürücü alkol testinden başarıyla geçerse çalışıyor. Eğer sürücünün nefesindeki alkol oranı kabul edilebilir seviyelerin üzerindeyse aracın motoru kendini kilitliyor.
ABD’de bazı eyaletler alkollü araç kulanırkan yakalanan her sürücüye, aracına bu cihazı takmayı zorunlu kılıyor. Ehliyet sahibi alkollü araç kullanırken bir kez bile yakalansa bu sorumsuzluğu siciline işleniyor ve alkol dedektörü monte edilmemiş araç kullanmaktan ömür boyu men ediliyor.
Arizona, Illinois, Louisiana, New Mexico ve Washington eyalatlerinde uygulanan yöntem keşke bizde de bir an önce uygulanmaya başlansa.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
Bagajımı teslim etmiş, koltuk numaramı almış, pasaport kontrolüne gelmiştim ki, polis memuru pasaportumu damgalamadan geri uzattı ve "New York çıkışları durduruldu" dedi. Siz bu satırları okurken eşim ve üç buçuk yaşındaki oğlumla Los Angeles’ta olacaktık. Bu yazıyı kös kös geri döndüğümüz evimizden, New York uçuşlarının durdurulduğu pazartesi günü yazıyorum. Yazımın yayınlandığı çarşamba günü New York’a erişim yasağı kalkacak mı bilmiyorum, ama bu saçma yasağa o gün kolay teslim olduğumu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
"Nasıl olur" dedim, "Kim koydu bu yasağı?"
"İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararı. Genelgesi biraz önce ulaştı elimize" diye cevapladı.
- İyi ama zaten Los Angeles’a gidiyoruz, New York’tan sadece aktarma yapacağız.
- Fark etmez. Direkt Los Angeles’a uçuyor olsaydınız sorun yoktu. Sadece New York’a erişim durduruldu. Bunu size söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama başka bir şehir üzerinden aktarma yaparak da ulaşabilirsiniz Los Angeles’a. Ha bir de, Amsterdam üzerinden uçamazsınız.
"Biliyorum" dedim, "Onu da Gaziantep Asliye Hukuk Mahkemesi yasaklamıştı değil mi? Amsterdam’da porno yayınlar serbestçe satılıyormuş. ’Red Light District’ diye bir mahalleleri varmış ve burada da fuhuş serbestmiş. AKP’nin çıkardığı yeni yasa sayesinde mahkemelerimiz bu gibi günah şehirlerine erişimi engelleyebiliyorlar da artık, milletimizin ahlakını koruyabiliyoruz. Peki New York’a getirilen erişim yasağının gerekçesi nedir?"
"New York Times’da yayınlanan bir makale" diye omuz silkti pasaport memuru, "PKK’nın terör örgütü sayılmamasını savunan bir makale yayınlanmış. Uçuş yasağı sayesinde vatandaşlarımızın bu makaleyi okuması engellenecek".
Anlattıklarıma inanmadınız mı yoksa? Neden? Birtakım porno içerikli İnternet sitelerine getirilen erişim yasaklarına inanıyorsunuz da, Amsterdam’a gidişlerin yasaklandığına mı inanmıyorsunuz?
Atatürk’e hakaret eden bir video yüklendiği için dünyanın en çok ziyaret edilen sitelerinden YouTube’a getirilen erişim yasağına inanıyorsunuz da, Türk vatandaşları New York Times okumasın diye New York uçuşlarının iptal edilmesi mi saçma geliyor?
Ne o, yoksa siz New York Times’daki makale için New York uçuşları iptal edilse kıyameti kopartmaya kalkışacak ama Google grupları sitesine Adnan Hoca’yı eleştiren mesajlar yayınlıyor gerekçesiyle Türkiye’den erişimin yasaklanması karşısında sus pus oturacak derecede cahil Türk köşe yazarlarından mısınız?
Çekoslavakyalılaştırama-dıklarımızdan mısınız (dilbilgisi kurallarına uyup ayrı yazarak Guiness Rekorlar kitabına giren bir saçma övünç kaynağına kara sürdüğüm için kusuruma bakmayınız) yoksa Şebinkarahisarlılaştırama-dıklarımızdanmış mıydınız (namusu temizledik neyse)?
Pippa’nın katili ile aynı oy hakkına sahip olmanın dayanılmaz hafifliği
Geçen pazar günkü gazetelerimizin başlıklarına bakacak olursanız sanırsınız ki, gelinlikli barış elçisi Pippa Bacca’nın vahşice katledilmesinden dolayı tüm Türk milleti olarak büyük utanç duyuyoruz.
Evet bu başlıkları atanlar ve bu başlıkları okuyan tüm gazete okurları Pippa Bacca’ya Türkiye’de tecavüz edilmesi ve boğularak öldürülmesi karşında dehşet içinde ve büyük bir utanç duyuyorlar.
Ama kendimizi kandırmayalım. Bu utanç, düzeltmemiz gereken acı bir toplumsal gerçeğin sonucu. Düzeltebilmemiz için önce acı gerçekle yüzleşebilmemiz gerekiyor.
Bu ilkel cinayetten utanç duyanlar biz bir avuç azınlıktan başkası değil. Gazeteler, okurlarının duygularına tercüman oluyorlar sonuçta ama toplumun gazete okumayan kısmının çok büyük bir bölümünün bu vahşetten utanç duyduğunu sanmıyorum.
Bugün gelinlik giyen 100 kız, Türkiye’yi bir ucundan diğer ucuna otostopla geçmeye kalkışsa 100’ünün de sonu çok büyük bir olasılıkla Bacca’nın trajedisi gibi olur.
Oyunun vergi kaçakçısınınkiyle, kaçak elektrik kullanıcısıyla, gecekonducuyla bir olmasını içine sindiremeyen ve bunu haykıran Aysun Kayacı’ya saldırmaya kalkanlara sormak istiyorum. Ellerini vicdanlarına koyup, dürüstçe cevap versinler lütfen.
Gelinlikle otostop yapan bir kızı, tecavüz edip katleden vahşi ile aynı oy hakkına sahip olmaktan hiç mi rahatsızlık duymuyorlar?
Türkiye’de ne yazık ki lümpen kültür çoğunlukta. Başların sayısı ayakların sayısını geçmedikçe biz daha böyle çok utanç yaşarız.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2008
Sonunda bir Türk şarabı üç Michelin yıldızlı bir restoranın şarap listesine girmeyi başardı. Hem de üç Michelin yıldızlıların da en prestijlilerinden birine; Dünyanın en iyi ikinci, hatta kimilerince en iyi restoranı kabul edilen Londra yakınlarındaki The Fat Duck’ın şarap mönüsüne.
Çarşamba günü, Türk şarapçılığı için bir milad olan bu zaferin şerefine The Fat Duck’ta verilen yemek davetindeydim. Türk şarapçılığının bu başarısında bir nebze de olsa payım olduğundan, önce Kayra’nın Imperial şarabının The Fat Duck’ın şarap listesine girişinin kısa öyküsünü aktarayım.
Geçen yıl haziran ayında Türkiye’den neden üç Michelin yıldızlı bir restoran çıkmadığını irdeleyen bir yazı yazmış, Wolfgang Puck gibi sadece sosyeteye değil halka da hitap edebilen yıldız bir şef çıkartamıyor oluşumuzun nedenlerini sorgulamıştım.
Yazımın yayınlandığı gün bir e.posta mesajı geldi. "Star şef sorun değil", diyordu İsa Bal isimli okurum. Ve soruyordu, "Yıldız şefi yaşatacak bir gurme pazarımız var mı? Yıldız şefin ekibi nereden gelecek? Şaraplar?.. Çankaya veya Doluca ile bu iş olur mu?"
Mesaj sahibi İsa Bal’ın e.posta adresine dikkat edince şaşırdım. Mesaj "fatduck.com" adresinden geliyordu. Biraz daha araştırıp İsa Bal’ın dünyanın en iyi restoranı Fat Duck’ın şarap şefi olduğunu öğrenince hem şaşırdım, hem gurur duydum. Öte yandan Bal’ın Türk şarapları hakkındaki olumsuz fikirlerinin Türkiye’den biraz uzak kalmasından kaynaklandığını düşünerek bir yazı daha yazdım.
Türkiye’de de artık çok iyi şaraplar üretilmeye başlandığına değinerek, "Üç Michelin yıldızlı bir restoranın şarap mönüsüne, alt sıralardan da olsa girebilecek şaraplar bunlar" dedim.
Sevilen Centum, Doluca Karma serisi, Gülor G Cabarnet Sauvignon, Şato Kalecik Fransız Kupajı, Kavaklıdere Selection, Pamukkale Şiraz Rezerv, Corvus Corpus, Selendi 2004 ve Kayra Buzbağ Rezerv gibi Türkiye’den son dönemde çıkan çok başarılı şarapları sayarak, "Yukarıda saydığım şarapçılarımız, şaraplarından birkaç örneği İsa Bal’a gönderse keşke. Belki dünya pazarlarına açılacak bir kapı The Fat Duck’dan aralanır. Neden olmasın?" temennisinde bulundum.
Şarap üreticilerimizden bazıları bu temennimi paylaşıp İsa Bal’la irtibat kurmuşlar ve denemesi için şaraplarından göndermişler.
Dünyanın en iyi şarap şeflerinden olan İsa Bal’ın kendisine gönderilen Sevilen, Şato Kalecik, Corvus ve Kayra şaraplarıyla ilgili izlenimleri genelde olumlu.
Bal Corvus’u konsept olarak ümit veren bir proje olarak görüyor. "Bağları zamanla daha da olgunlaşıp, daha kaliteli şarap üretimi için şart olan kalitede üzüm üretecektir" diyor. Kuntra ve Kara Lahna’nın gerçekten güzel ve orijinal bir üzüm olduğunu düşünüyor, tanenlerindeki kusurların tecrübe ile düzeltilebileceğine inanıyor.
Sevilen’in Centum Syrah’ı için gerçekten mükemmel diyor. İthalat prosedürleri tamamlanmadığı için şimdilik İngiltere dağıtımı olmadığından listesine alamadığını ama dağıtımı başlar başlamaz alacağını söylüyor.
Şato Kalecik Fransız Kupaj 2004 gayet dengeli, güzel bir şarap diyor. Ancak 2005’in dengesini henüz bulmadığını belki biraz daha yıllanması gerektiğini düşünüyor..
Kayra Imperial’i Fat Duck’a yemeğe gelen Kayra’nın şarap yapımcısı Daniel O’Donnel’in yanında getirdiği şişeden tatmış. Kayra Imperial henüz Türkiye’de satılmıyor ancak Londra’nın pek çok prestijli restoranında bulmak mümkün. Denizli’de yetişen Şiraz üzümlerinden yapılmış en iyi şaraplardan itinayla seçilmiş bir kuve.
Bal, Kayra Imperial için "Gayet dolgun, sek, yumuşak ama belirgin bir aroma yapısı olan ama benim için en önemlisi şu ana kadar Türkiye’de tanen kontrolü en iyi yapılmış şarap" diyor.
Türk şarapçılığının dünyaya açılabilmesi için en önemli kozunun Boğazkere üzümleri olduğu düşünceme İsa Bal da kesinlikle katılıyor. "Benim için Türkiye’nin en kaliteli üzümü Boğazkere" diyor: "Eğer gereken araştırmalar yapılıp, klon seçimi, coğrafi bölge seçimi yapılır ve doğru şarap yapma ve yaşlandırma teknikleri uygulanırsa gerçekten dünya klasında şaraplar üretilebilir."
İsa Bal’la Kalecik Karası konusunda da uyuşuyoruz. Kalecik Karası’nın kalite potansiyeli İsa Bal’ı pek ikna etmiyormuş. Bu üzüm çeşidinin fıçıda yaşlandırılmaktan ziyade karbonik meserasyonla daha iyi sonuç verebileceği fikrinde.
Fat Duck’ın yemekleri gerçekten çok etkileyici. Yemekler sadece damağa ve buruna değil beş duyuya hitap ediyor. Örneğin mönünün ilk yemeği sıvı nitrojende soğukta pişirilen votkalı ve laymlı beze tek lokmada ağza atılırken garson, arkanızdan havaya bir parfüm sıkıyor. Bir başka yemek servis edilirken masanın ortasında duman volkanı köpürüyor. Çok değişik deniz ürünlerinden oluşan yemeği, tabağınızın yanına getirilen iPod’dan okyanus dalgalarının sesini dinleyerek yiyorsunuz.
Kayra Imperial, üç Michelin Yıldızlı bir restorana girme başarısını gösteren ilk Türk şarabı olarak, Türk şarapçılığı için çok önemli bir kapıyı araladı. Kayra Imperial’i çok yakında Sevilen Centum izleyecek ve aralanan bu kapıdan daha çok şarabımız, daha fazla sayıda prestijli restorana girmeye başlayacak.
Bizim Türk restoranlarımız ise kapılarını Türk şaraplarına sonuna kadar açmakta ne yazık ki çok isteksiz. İyi restoranım diye geçinen pek çok Türk restoranı şarap mönülerinde çok kısıtlı sayıda Türk şarabına yer veriyorlar. Restoranlarımızın bu önyargısını kırmak, müşteri olarak bizim elimizde. Şaraptan anlayan ve parasını lüzumsuz yere etrafa saçmaktan hoşlanmayan gusto sahiplerinin, Türk şaraplarınca zengin olmayan şarap mönülerini mutlaka eleştirmeleri gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
Aysun Kayacı’nın dile getirdiği acı gerçeklere tepki gösterenlerin büyük çoğunluğu aslında Kayacı’nın tüm o fikirler arasındaki tek haksız cümlesini savunur duruma düşüyorlar. Kayacı’ya saldıranlar, öne sürdüğü haklı fikirlere saldıramayacakları için konuşmasının içinden cımbızladıkları cümleyi dillerine doluyorlar.
Ancak bunu yaparken öylesine mantık dışı, öylesine akıl almaz nitelemelerde bulunuyorlar ki, aslında Aysun Kayacı’nın bu fikirlerinde haklı olduğunu onaylamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Bakın Kayacı’nın fikirleriyle başa çıkamayıp, çareyi kendisine hakaretler yağdırmakta bulan AKP milletvekileri neler demiş, bir hatırlayalım isterseniz...
AKP İzmir Milletvekili İsmail Katmerci: Baktım o kadın başladı konuşmaya. Kadın diyorum, mahluk diyorum. Ne diyor kadın; `Ayak takımının iktidara getirdiği AKP’ diye bahsediyor utanmadan. ’Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir midir?’ diyor. O söyleyebilir. Yakışır da o kadına.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat: Her toplumda sapık var, deli var. İçinden çıkmış olduğu halkı küçük gören civcivler var. Bu halk olmasaydı o civcivler yaşama imkánı bulamazdı.
AKP Genel Merkez Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcısı Suat Kılıç: Bacak takımı milli iradeyi hafife almaya kalkmasın. Halkın oyuna ’ayak takımı oyu’ diyenler, doğrudan bacak takımıdır. Podyum üzerinde bacaklarıyla olan bir takımdır. Sermayesi bedeni ve fiziği olanlar, milletin aklını ve sermayesini, oyunu ve reyini hafife almaya kalkmasın...
AKP milletvekillerinin zihniyetine başka kesimlerden gelen desteği de hatırlayalım isterseniz.
Çoban Özkan İlçi: Aysun Kayacı ne kadar cahil olduğunu ortaya koymuştur. Atalarımızın bir sözü vardır; ’Cahil kalandan hiç korkmayın da okuyup da cahil kalandan korkun.
Manken Nilay Dorsa: Bence o (Kayacı) çıktığı programda konuşmadan otursun. Aysun konuşunca ortalığı batırıyor.
ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras: Aysun Kayacı’yı düşünce suçlusu yapmak taltif etmek olur. Ortada fikir kırıntısı yoktur. Fikri olmayanların, fikir suçlusu gibi gösterilmeleri doğru değil.
Tüm bu demeçlerin ortak amacı Kayacı’yı aşağılamak ve fikirlerinin değerinin olmadığını, hatta fikrinin dahi olamayacağını öne sürmek.
Yani tüm bu AKP milletvekilleri ve yardakçıları Kayacı’nın fikrinin önemi olmayacağını iddia ederek aslında eleştirdikleri sözüne destek veriyorlar.
Aysun Kayacı’nın öne sürdüğü fikir, demokrasinin temel haklarından biri olan oy verme hakkının herkes için eşit olmaması gerektiği yönünde. Bunlar Kayacı’nın bu fikrine karşı çıkarken diyorlar ki Kayacı’nın fikir beyan etmeye hakkı yoktur, fikirleri değersizdir. Yani demokrasinin bir başka temel hakkı olan fikir özgürlüğünün herkes için eşit olamayacağını, herkesin fikrinin değerinin farklı olacağını söyleyerek, eleştirmeye kalkıştıkları fikrin destekleyicisi durumuna düşüyorlar.
Ve aslında kendilerinin demokrasiden ne kadar uzak olduklarını kanıtlamaktan başka bir şey yapmamış oluyorlar.
Kaldı ki, Kayacı’nın konuşmasının ana fikri çobanın oy hakkı değil. Kayacı konuşmasında bambaşka şeylere, AKP’yi iktidara getiren toplumsal gerçeklere dikkat çekiyor. Çobanın oy hakkı meselesi bir metafor sadece...
Çoban metaforuna en sık başvuranın da, iktidara gelme şartı olarak koyun gütmesini bilme gerekliliğini dilinden düşürmeyen Başbakan Erdoğan olduğunu unutmayalım bu arada...
Şarap üreticilerini susturan ne
İnternet’ten şarap satışına yasak getiren yasa tasarısını, geçen hafta çarşamba günü Meclis’te görüşüldüğü sıralarda eleştirmiş, alkollü içki ile tütünü aynı yasal düzenlemeye tabi tutmanın dini inançlara dayalı yasa yapmak anlamına geleceği için Anayasa’ya aykırı olacağını yazmıştım.
Aylardır sus pus oturan muhalefet nihayet uyandı ve perşembe günkü oturumda itirazlar yükselince AKP ve CHP’liler yeni bir önerge vererek kanun taslağında değişiklik yapılmasını sağladılar. Kabul edilen önergeye göre İnternet’ten içki satışı tamamen yasaklanmak yerine izne bağlandı.
Benim anlayamadığım şu. Milliyet yazarı ve Gusto Dergisi Yayın Yönetmeni Mehmet Yalçın, şarap üreticilerini ve sivil toplum kuruluşlarını aylardır uyarıyor. Buna rağmen şarap üreticilerinin, bu garabet yasa tasarısı karşısında gıkı çıkmıyor. Yasa tasarısında geçen hafta yapılan olumlu değişiklik de üreticilerin anlamsız sessizliğine rağmen gerçekleşti.
Bu sessizliğin nedeni iktidarın şarap sektörü üzerinde kurduğu baskı olmasın? Durum yoksa bizim görebildiğimizden de mi vahim?
Kanunsuz kızlık yılları
"’Ananın Kızlık soyadı’ başlıklı yazınıza çok güldüm. Bana da aynı suali soruyorlar. Bildiğiniz gibi soyadı kanunu 1934’de çıkmış. Ben 78 yaşındayım, o zaman 4 yaşında oluyorum. ’Anam’ın yaşı da ona göre ve onun kızlık zamanında soyadı yok!
Şimdi onun kızlık soyadını sorduklarında ben kendi kızlık soyadımı veriyorum. Buna başka bir formül bulamadılar mı?
Selamlarımla, Fatma Orbay"
Yaratıcı bir çözüm bulamadıkları gibi, kullandıkları bu yöntem de hiç güvenli değil zaten Sayın Orbay. Bir kişinin annesinin kızlık soyadını öğrenip, güvenlik diye soran bankaya aktarmak hiç de zor olmasa gerek.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2008
Aysun Kayacı’nın "Haydi Gel Bizimle Ol" programında söyledikleriyle ilgili tartışmada iş şirazesinden çıktı. Kayacı’nın üzerinde asıl durulması, ciddiyetle tartışılması gereken sözleri bir kenara atılırken, konuşmasından cımbızla çekilen bir lafı spekülasyon konusu oldu.
Bilimsel araştırmalara göre (Kaynak: Yılmaz Esmer, Seçmen Davranışlarından 3 Kasım Analizi, Milliyet 15, 16, 17, 18 Kasım 2002), toplumun daha az eğitimli kesiminden daha yüksek oranda oy almaya meyilli AKP milletvekillerinden bazıları işi Kayacı’ya hakaretler yağdırmaya kadar vardırdılar.
Halbuki Kayacı’nın programda öne sürdüğü fikirler, üzerinde ciddi bir şekilde tartışılması gereken toplumsal çarpıklıklarla ilgiliydi.
Örneğin şöyle diyordu Kayacı, "Sonradan belediyelerin diploma dağıtır gibi tapularını dağıttığı gecekondu dikenle, kaçak elektrik kullananla, ki bu yüzbinleri buluyor Türkiye’de, vergi kaçıranla niçin benim oyum eşit acaba?"
Oy eşitliği konusunu şimdilik bir kenarda bırakalım. Kaçak yapılaşma, kaçak elektrik kullanımı ve vergi kaçakçılığı sorunları hepimizin aramızda konuştuğu önemli toplumsal çarpıklıklar değil mi? Taksiye bindiğimizde taksici bile bu toplumsal adaletsizlikten yakınmıyor mu? Otobüste insanların bu adaletsizlikleri konuştuğuna kulak misafiri olmuyor muyuz? Kahvelerde, restoranlarda, barlarda sohbet konusu değil mi bunlar?
Herkesin gündemindeki bu toplumsal adaletsizlikler gündeme girmiyor, Kayacı ekrandan isyan ettiğinde yankı bulmuyor da, Kayacı’nın aslında üzerinde durmaya değmeyecek kadar naif lafı mı koca koca milletvekillerine dert oluyor? Bu milletvekillerinin yarası mı var ki, gocunuyorlar? Aslına bakarsanız gerçekten yaraları olmalı ki, naif bir söze hakaretle cevap verecek kadar köpürüyorlar. Yılmaz Esmer’in AKP’nin oy tabanının gelir ve eğitim seviyesi görece düşük bir seçmen kitlesine dayandığını gösteren araştırma sonuçları da, AKP’li kimi milletvekillerinin ölçüsüz tepkisini açıklar nitelikte.
Oy eşitliği konusuna gelirsek. Evet "genel oy kullanma hakkı" demokrasinin, felsefi tartışmaları yıllar önce yapılmış ve üzerinde genel mutabakat kılınmış temel ilkelerinden biri. Öte yandan "fikir özgürlüğü" demokrasinin daha da temel bir kavramı ve hiyerarşik olarak bakarsak "genel oy kullanma hakkı"ndan daha üstün bir kavram.
Dolayısıyla Kayacı’yı "genel oy hakkı"nı eleştirdiği için eleştirmeye kalkanlar, böyle yaparak aslında demokrasiyi Aysun Kayacı’dan daha az özümsemiş olduklarını kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Sanki demokrasinin çoğunluğa istediğini yapma özgürlüğü vermek olmadığını söyleyen en temel ilkesini görmezden gelen başta AKP hükümeti olmak üzere Türkiye’de herkes demokrasiyi ve ilkelerini çok iyi özümsemiş de, iş Aysun Kayacı’nın bir magazin programındaki sohbet sırasında sarf ettiği naif sözleri kıyasıya eleştirmeye kalmış...
Michelin Yıldızı ve Zeytin Dalı
Geçen hafta henüz gidip denememiş olmama rağmen, daha önceki deneyimlerime dayanarak üç İstanbul restoranının üç dönemsel uygulamasını tavsiye etme riskini almıştım. Bunlardan birincisi, yani Swissotel Gaja Restoran’ın iki Michelin Yıldızlı misafir şefinin mönüsünü sunduğu yemek akşamları geride kaldı.
Hem kendi gözlemlerime hem gidip deneyen okurlarımdan gelen izlenimlerden aldığım cesaretle bu hafta bir restoran daha tavsiye edeceğim. Bu kez Edremit, Akçay’dan.
Bu restoranı da gidip, görmedim. Kızartma ve pilav dahil her yemekte zeytinyağı kullanmayı tavsiye eden yazımdan sonra gönderdikleri bir e.posta mesajı vesilesiyle tanıştım. Zeyyat Lokantası’nda aynen öyle yapıyorlarmış. Zeytin işi yaparken müşterilerine kızartmayı bile zeytinyağı ile yapabileceklerini bilimsel verilerle destekleyerek anlatmaya çalışırlarken, bakmışlar olmuyor... En iyisi biz bunu tattırarak yapalım demişler ve Zeyyat’ı açmışlar. Restoranın bir önemli özelliği daha var, içeride sigara yasak. Bugüne kadar tek bir müşteriden bile itiraz gelmemiş olması yemeklerin lezzetinin teyidi olsa gerek. Hani bazı filmler vardır. Yönetmenine, oyuncularına, konusuna bakarak gitmeden iyi olacağını bilirsiniz. Zeytinyağını bu şekilde kullanan ve müşterilerine saygı duyan bir restoranın iyi olacağından da, gitmeden emin olabilirim. Alemin kalite simgesi Michelin Yıldızı’ysa, bizim de bence Zeytin Dalı olmalı.
Zeyyat’ı gidip deneyenleriniz olursa kaç Zeytin Dalı verdiğinizi yazmayı ihmal etmeyin lütfen...
Yazının Devamını Oku