Libya hala kendine gelebilmiş değil. Mısır'da seçimle işbaşına gelen bir yönetim, kendi iktidarını halk ayaklanmasına borçlu olduğu halde, bu defa kendine karşı başlayan bir halk ayaklanmasının sonucunda askeri müdahale ile iktidardan ayrıldı. Yemen'de durum karmakarışık.
Bölgenin en büyük problemini Suriye oluşturdu. Bu ülkede iç savaş beş yılı geride bırakırken henüz tam anlamıyla barış ortamının sağlanabileceğine dair bir işaret görülmüyor.
Bütün bu kargaşanın elbette kaybedenleri ve kazananları var. Kaybedenlerin başında bölge halkları geliyor. Milyonlarca yerlerinden edilmiş insan mülteci olarak ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Yaşamlarını yitirenlerin sayısı da neredeyse milyonlarla ifade edilecek kadar çok.
Kaybedenlerin arasında ABD ve diğer Batı ülkelerini de sıralamak gerekiyor. ABD esasen Afganistan ve Irak müdahaleleriyle başlayan bir süreç sonunda Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında yerleşik Arap ve İslam alemi gözünde büyük bir imaj kaybına uğradı.
Her ne kadar bu imaj kaybı Obama yönetimi öncesi iktidarda olan Cumhuriyetçi Parti'nin izlediği dış politikaya bağlanıyorsa da, Obama ve Demokrat Parti'nin son sekiz yılda bölgede yıpranan ABD algısına olumlu bir dönüşüm sağlayabildiğini söylemek zor.
Batı ülkeleri ise Ortadoğu ile ilgili politikalarını bir türlü netleştiremiyorlar. Avrupa Birliği'nin Ortadoğu politikasından söz etmek yerine, Fransa'nın, Birleşik Krallık'ın, Almanya'nın ya da İtalya'nın Ortadoğu politikalarından söz ediliyor. Bu da Batı'nın kazanç hanesine yazılan bir sonuç yaratmıyor.
Peki kazananlar kim? Neresinden bakılırsa bakılsın, öncelikle bölge ülkelerinden ve halklarından başlayacak olursak akla Tunus geliyor. Arap ayaklanmalarının bu ülkeden başlayan bir kıvılcımla yayılmış olduğu düşünüldüğünde, bölge bu denli karışmış ve istikrar bu denli bozulmuşken Tunus'un kazananlar arasında olmasının basit bir nedeni var: Demokrasiye olan saygı.
Tunus halkı hem diktatörlükten kurtuldu, hem seçimle siyasi islamı iktidar yaptı, hem de yeniden seçimle daha ılımlı bir siyasi tercih yaparak bir önceki iktidarı yeniden değiştirebildi. Tunus'un deneyimi bölge halkları için bir çok siyasi gözlemci tarafından örnek olarak gösteriliyor.
Trump basın konferansının başında yaptığı giriş konuşmasında genel ifadeler kullandı ve dış politika ile ilgili hiç bir mesaj vermedi. Ancak basın mensuplarının soru-cevap kısmında yönelttikleri soruların çoğunluğu Rusya, Putin, ABD-Rusya ilişkileri, Trump'ın Rusya ile özel iş ilişkileri ve Rusya istihbarat kuruluşlarının ABD'ye yönelik faaliyetleri ile ilgiliydi.
Kısaca hatırlayalım: ABD basınında bir süreden beri Rusya istihbaratının ABD'ye karşı ciddi bir siber saldırı harekatı yürüttüğü, seçim kampanyasını bu saldırılarla etkilediği ileri sürülüyor. İddiaların bu kısmı Demokrat Parti ile ilgili. Hillary Clinton'ın seçimi kaybetmesinin başlıca nedenlerinden birinin de bu saldırıdan kaynaklandığı vurgulanıyor.
ABD basınında son birkaç gündür yayılan yeni iddialar ise Rusya'nın Donald Trump'ın şahsı ve iş ilişkileriyle ilgili birçok bilgi ve belgeye de sahip olduğu yönünde.
Buradan hareketle, Trump'ın Putin'e karşı sert bir politika izleyemeyeceği, bu takdirde "kaset skandallarıyla" karşılaşma tehlikesi altında bulunduğu, dolayısıyla yeni ABD başkanının Rusya'nın güçlü bir şantaj politikasına maruz kalacağı ve ABD-Rusya ilişkilerinin geleceğini bu durumun etkileyip belirleyeceği ileri sürülüyor.
Trump basın konferansında kendisine yöneltilen sorularda dile getirilen bütün bu iddiaları reddetti. Ancak bu iddiaların varlığı önümüzdeki dönemde ABD-Rusya ilişkilerini belli bir şaibe altında bırakmaya aday görünüyor.
Rusya'dan kaynaklanan ve ABD seçimleri sırasında Demokrat Parti'nin kampanyasını olumsuz etkileyen siber saldırı iddiaları nedeniyle ABD geçtiğimiz haftalarda Rusya'nın 35 diplomatını "istenmeyen adam" ilan ederek ABD'yi terk zorunda bırakmıştı.
Rusya, geçmişte benzeri örneklerde görüldüğü üzere, batı ülkeleriyle bu tür "istenmeyen adam ilanı" restleşmelerinde misliyle yanıt verme alışkanlığına sahiptir. Bu defa da Rus devlet aygıtı benzer bir tepki verme hazırlığı içindeyken Putin bunu engelledi. Şimdiye dek Rusya'dan beklenen alışılmış davranışın dışında, ezber bozan bu davranışı Putin gibi gizli servis geçmişi olan bir liderin kıvrak zekasının eseri olarak görmek gerekir.
35 ABD diplomatını, ya da daha fazlasını, Rusya'dan sınır dışı etmek çok daha kolay olurdu. Ancak Putin bu 35 diplomatı elinde rehin tutmayı ve ABD-Rusya ilişkilerinin önümüzdeki dönemde izleyeceği seyre göre onları kendi belirleyeceği bir zamanda istenmeyen adam ilan etmeyi yeğledi. Bu durum ABD üzerinde daha şimdiden yeni dönemin ne kadar baskılarla dolu olacağını gösteriyor.
Bunlar elbette önemli dış politika dosyaları, ancak bu haftanın gündeminin en üst sırasındaki konuyu Kıbrıs oluşturuyor.
Kıbrıs sorununun güncel dış politika meselelerine ve uluslararası ilişkilerin son yirmibeş yılda giderek yoğunlaşan gündemine oranla farklı bir yönü var. Kıbrıs, soğuk savaş sonrası karşımıza çıkan sorunlardan değil. Dolayısıyla, çözümü için "değişen dünya koşulları", ya da "değişen düzen" gibi gerekçelerden kaynaklanan, kah siyasi kah hukuki tartışmalara sebep olan yeni ve yaratıcı arayışlara pek ihtiyaç göstermiyor.
Bununla beraber, uzun tarihi birikimi olan, Türkiye için büyük duyarlılık taşıyan Kıbrıs meselesine bugün baktığımızda, 1974'ten beri kırk yılın üzerinde bir süredir birbirinden ayrı yaşayan ve artık bir arada yaşamaları oldukça güç hale gelen iki toplumun bir ortaklık devleti kurmalarının zorluğu da ortada.
İşte tam bu sebepten ötürü, Kıbrıs'ta Nikos Anastasiadis ile Mustafa Akıncı arasında 15 Mayıs 2015 tarihinden itibaren başlatılan yeni yakınlaşma ve müzakerelere devam anlayışı önem taşıyor. Her iki lider de bu sorunu çözmek için son şansın kendi nesilleri olduğunu itiraf ediyorlar.
2016 yılının Kasım ayında İsviçre'de Mont Pelerin'de başlayan görüşmeler Kıbrıs sorununda ilk kez "çözüme çok yaklaşıldığı" söylentilerinin yayılmasına ve ümitlerin artmasına yol açtı.
Bugün Cenevre'de bu görüşmeler sürecine devam etmek için yeniden masa başına oturuluyor. 9-11 Ocak tarihlerinde Birleşmiş Milletler'in yeni Genel Sekreteri Antonio Guterres'in başkanlığında yapılacak olan görüşmelerin bu defa en önemli farkını ise üç garantör ülke olan Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık'ın da katılmalarıyla 12 Ocak tarihinde yapılması öngörülen "beşli konferans" oluşturuyor. Gerekli görüldüğü takdirde, bu konferansa ilgili diğer taraflar da davet edilebilecek.
Türkiye beşli konferans fikrini uzun süreden beri dile getiriyordu. Kıbrıs Rum tarafını ve Yunanistan'ı ikna etmek bir türlü mümkün olamamıştı. Dolayısıyla, 12 Ocak tarihi Kıbrıs müzakerelerinde önemli bir dönüm noktası olarak görülmeli.
Türk-Yunan Forumu (TYF) Cenevre'deki Kıbrıs görüşmeleri hakkında bir bildiri yayınladı. Kısaca hatırlatmak gerekirse, TYF 1998 yılından beri Türkiye ve Yunanistan'da tanınmış kamuoyu önderlerini bir araya getiren bir sivil toplum kuruluşu.
İlk ziyaret Rusya'ya yapılmıştı.
Bu iki ziyaret Türkiye'nin bir yandan sıkışan dış politikasındaki açılım arayışını, bir yandan da inişe geçen dış ticaret ilişkilerindeki onarım arayışını net olarak gözler önüne seriyor.
Her iki ülke de Türkiye'nin dış ticaretinde önemli yer tutuyor. Hatırlayalım: Rusya 2015 yılında Türkiye'nin ihracatında ikinci sırada, ithalatında ise üçüncü sırada yer alıyordu. İkili ticaret hacmi ve ikili siyasi ilişkiler çok olumlu bir seyir izliyor, uluslararası ilişkiler ve yakın coğrafyamızdaki sorunlar bağlamında da, her konuda tam bir fikir birliği olmasa da, görüşler arasında yakınlık ve benzerlikler bulunuyordu.
Medeniyetler Çatışması tezine Medeniyetler İttifakı yürekliliği ile karşı koymaya çalışan Türkiye, medeniyetler arası kopukluğun, kutuplaşmanın ve düşmanlığın en yoğun şekilde yaşandığı alana dönüşüyor. Türkiye artık dünya barışı için örnek toplum olabilme şansını kaybetti.
Herşeye rağmen 2017'den beklentilerim var. Acaba çok şey mi istiyorum?
Herhangi bir ayırımcılığa tabi olmaksızın, din, mezhep, ırk, cinsiyet, dil, milliyet, etnik köken, inanç, ideoloji gibi etiket ve gruplamalardan uzak, sadece insan olarak tanınmak istiyorum. Başkalarına öyle baktığım için bana da öyle bakılmasını istiyorum.
Yeni doğmuş bir bebekten ömrünün son demlerine yaklaşmış bir ileri yaşlıya varana kadar insan olarak yaşayan her varlığın sadece insan oldukları için sevgi ve saygı görmelerini istiyorum.
Türkiye'nin geleceği ile ilgili olarak iyimser olmayan senaryoların etrafta uçuştuğu, bunların özellikle dış politikaya yönelik olarak dile getirildiği bir sırada yüreklere su serpmek için böyle bir söyleme büyük ihtiyaç vardı. İyi oldu.
Peki, Türkiye için "AB çıpası" ne demektir? Herşeyden önce Türkiye'nin bir gemi olmadığını hatırlamak gerek. Dolayısıyla çıpası da yok. Ancak bu benzetme siyasi ve ekonomik söylemlerde sık sık kullanılır.
Ekonomi ve finans çevrelerinde "Dolar çıpası" veya "Avro çıpası" gibi ifadelere rastlanır. Bu tür döviz çıpası ifadeleri ekonomideki fiyat istikrarını sağlamak amacıyla kurdaki dalgalanmaları önlemek için döviz kurunu belirli bir değer üzerinden sabitleme anlamına gelir.
AB çıpası da buna benzer siyasi bir söylemdir. Kastedilen, Türkiye'nin akıntıya kapılıp da uzaklara sürüklenmemesi için kendini güvenli bir şekilde bağladığı ilkeler ve prensipler bütünlüğüdür. Güvenli bir limana demir atmak gibi...
24 Kasım 2016 tarihinde Fırat Kalkanı harekatına katılan birliğimize yapılan hava saldırısıyla dört askerimiz şehit oldu. Bu saldırı Türkiye’nin bir Rus askeri uçağını düşürmesi sonucu iki Rus subayının ölümüyle neticelenen olayın birinci yıldönümünde gerçekleşmişti.
29 Kasım tarihinde Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekatının hedefinin Esad’ı devirmek olduğu belirtildi. Rusya Dışişleri Bakanlığı ve Kremlin bu konuda bir açıklama beklediklerini dile getirdiler. 30 Kasım tarihinde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Ortak Stratejik Planlama Grubu’nun beşinci toplantısı için Antalya’ya geldi.
Lavrov 1 Aralık tarihinde yapılan basın toplantısında yöneltilen bir soru üzerine Suriye’de askerlerimizin ölümüne yol açan saldırı hakkında Rusya’nın bilgisi olmadığını, bu saldırıyı Suriye rejiminin gerçekleştirdiğini söyledi. Dışişleri Bakanlığımız tarafından yapılan bir açıklama ile, bu ifadenin bir çeviri hatası olduğu, Lavrov’un “saldırıyı ne Rusya ne Suriye yapmıştır” dediği belirtildi.
Aynı basın toplantısında ve daha sonra başka vesilelerle Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekatının “herhangi bir şahsa yönelik olmadığı” açıklandı.
6-8 Aralık tarihlerinde Türkiye’den Rusya’ya Başbakan düzeyinde resmi ziyaret yapılırken, Ankara’da iki ülke arasında daha önce imzalanmış olan Türk Akım boru hattı anlaşması onaylanıyordu.
Aynı günlerde Suriye’de askerlerimizin ölümüne yol açan saldırıya İran yapımı bir insansız hava aracının karıştığı konuşuluyor, 8 Aralık tarihinde ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’nin basın toplantısında saldırıyı Suriye rejiminin gerçekleştirdiği resmi olarak bir kez daha teyit ediliyordu.
Fırat Kalkanı harekatının El Bab istikametindeki ilerleyişi yavaşlarken Suriye rejiminin Halep kuşatması yoğunluk kazandı. Rusya ile Türkiye arasındaki telefon görüşmeleri sıklaştı. 13-14 Aralık tarihlerinde ise iki ülke Halep’in kuşatılmasının yarattığı insani trajediye son vermek ve sıkışıp kalan sivillerin bir koridordan tahliyesine imkan tanımak için ateşkes sağlanması üzerinde çalışmaya başlamışlardı.
Ateşkes sağlandı. Suriye rejimi, Özgür Suriye Ordusu, El Nusra ve İran destekli milisler tarafından farklı zamanlarda defalarca bozulduğu iddia edilen, sonra yeniden kurulan ateşkes uygulaması sayesinde Halep’ten sivillerin tahliyesi gerçekleştirildi. Halep Suriye rejiminin kontrolüne geçti.
Kendi yurttaşları için güvenli olma özelliğini zaten çoktan yitirmişti. Yabancı turistler için de öyle. Ama terör yabancı diplomatları da hedef almaya başlayınca Türkiye'nin aydınlık bir geleceği olduğundan söz edebilmek daha da güçleşiyor.
Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin son bir yılı çok çalkantılı geçti. 24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye tarafından bir Rus askeri uçağının düşürülmesi ile başlayan olumsuzluğun aşılması kolay olmadı. Hala iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin tam anlamıyla normale döndüğünü söylemek güç. Bunun için iki tarafın da daha çok çalışması gerekiyor.
Büyükelçi Andrey Karlov'un katli hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor. Hem Rusya'da, hem Türkiye'de olayın iki ülke arasındaki ilişkileri bozmak maksadıyla planlanmış bir provokasyon olduğu iddiaları dile getiriliyor.
Bu cinayetin iki ülke arasındaki ilişkileri bozabilecek bir plan olarak düşünülmesi basit bir izah tarzı gibi gözüküyor. Suriye'de iki ülkenin birbirine karşıt kamplarda yer aldıkları ve Suriye Savaşı'nın birbirine hasım iki yerel aktörünü destekledikleri bilinirken, aralarını bozmak için bir de Büyükelçi'nin katline ihtiyaç duyulmasına inanmak "üst akıl" diye tarif edilen fanteziye hak etmediği bir paye vermek anlamına geliyor.