Evet, tüm dünyada ikinci dünya savaşı öncesini hatırlatan ve "dediğim dedik, astığım astık" diyerek kitlelerin "beğeni"sini kazandığını zanneden liderler arttı. Bu eğilimin siyaset bilimi diliyle açıklanmaya çalışılması halinde radikal, aşırıcı, milliyetçi, dinci veya mezhepçi lider profillerinin ortaya çıktığından söz ediliyor. Türkiye de bu tanımlamalar içinde nasibine düşeni alıyor.
Bu tür siyasi akımların prim yapmasında kuşkusuz uluslararası konjonktürün önemli payı var. Dünya uluslararası terör ve hem ona bağlı hem onun bir türevi olan devlet terörünün yani her türlü adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizliğin egemen olduğu yönetim modellerinin sebep olduğu kitlesel göç hareketlerinden muzdarip.
Ancak bunların da ötesinde ülkelerin iç siyasi istikrarsızlığı, iyi yönetişim eksikliği, güçlü muhalefet kadrolarının olmaması ve mevcut muhalefetin atacağı her adımdan korkar hale getirilerek sindirilmesi gibi gelişmelerin otoriter rejimlerin meydanı boş bulmasında önemli bir etken haline geldiği gözden kaçırılmamalı.
Bu tür aşırıcı, dayatmacı, kuvvetler ayırımını ortadan kaldırmak için her türlü fırsatı değerlendiren, demokratik hak ve özgürlükleri askıya alan rejimlerin ve onları kendi kişisel ihtirasları doğrultusunda yönlendiren tek adam yönetimlerinin ortaya çıkmasının en önemli sorumluları arasında daha önce başarılı iyi yönetişimi becerememiş olan siyasi kadrolar var.
Bu safhaya kadar kolay yürüyen harekat artık kentin varoşlarından itibaren sokak çatışmalarına dönüşecek ve başlangıçtaki kadar kolay olmasa da IŞİD'i Musul'dan atmak için çabalar yoğunlaşacak.
Ondan sonra Musul'un yönetiminin nasıl olacağı konusu bizi çok ilgilendiriyor. "Lozan'da çözüme kavuşturulamamış bir Musul meselemiz" var. Böyle bir meselemiz olduğunu tüm dünyaya ilan ettiğimize göre bunun bize Musul'un yönetimi ile ilgili olarak kurulacağını sandığımız bir masada da varlık sağlayacağını umuyoruz.
Irak isimli bir devletin var olduğu, başkenti Bağdat'ta bir hükümetinin bulunduğu, Irak topraklarının Musul dahil herhangi bir yerinin nasıl yönetileceği konusunda bu hükümetin ve bağımsız, egemen Irak devletinden başka bir makamın karar alamayacağı açıkçası bizi hiç ilgilendirmiyor.
Aslında bu yüzyıl oldukça hızlı ve çarpıcı başladı. 2001 yılında New York'ta Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan terör saldırısıyla birlikte dünya yeni bir döneme girdi. Uluslararası terör artık boyut değiştirmiş ve gelişmiş ülkelerin kalbinde tüm dünyayı sarsacak eylemler yapabilir bir nitelik kazanmıştı.
O günlerde tanımaya başladığımız El Kaide terör örgütü zaman içinde özellikle Ortadoğu coğrafyasında yayılmaya başladı. Vahşet bugün kendini Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) diye adlandıran yapı halinde sürüyor.
Bu yüzyılın başında yaşanan ve ileriye dönük olarak siyasi konjonktüre damgasını vuran önemli gelişmelerden biri de Rusya'da Vladimir Putin'in devlet başkanı seçilmesiydi.
Putin, yirminci yüzyılın bitimine on yıl kala yıkılan Sovyetler Birliği'nin yarattığı moral bozukluğu ve hayal kırıklığı ile yüklü bir halkın duygularına tercüman olmayı başarabildi. Devlet Başkanı olarak seçilmesine yol açan seçim kampanyasında "Rusya'yı yeniden büyük devlet yapmak" sloganıyla hareket ediyordu. Bu da halkın beklentilerine yanıt veriyordu.
ABD tarihinde başkanlık seçimlerini aynı partinin üç kez arka arkaya kazanması çok sık rastlanan bir durum değil. İstatistiklere bakıldığında Cumhuriyetçi Parti adaylarının Demokrat Parti adaylarına oranla bu konuda daha başarılı oldukları görülüyor.
Demokrat adaylar 1836'da ve 1940'ta olmak üzere bu başarıya iki kez ulaşabilmişler. Sonuncusu gerçekten olağanüstü, zira Franklin Roosevelt 1940'ta üçüncü kez başkan seçilerek büyük bir başarıya imza atmış. İkinci dünya savaşı koşullarının bu sonucu doğurduğu anlaşılıyor.
Cumhuriyetçi adaylar ise üçüncü kez seçilmeyi 1868, 1876, 1904 ve 1988'de başarabilmişler. Bu da Cumhuriyetçi adayların bu bakımdan Demokratlara oranla iki misli daha başarılı olduklarını gösteriyor. Bu nedenle, seçimleri salt istatistiki veriler açısından okuyan gözlemciler Hillary Clinton'ın kazanma şansının düşük olduğunu bu bilgiye dayanarak ileri sürüyorlardı.
Cumhuriyetçi Parti'nin seçimleri kazanma şansının daha yüksek olduğuna inananların üzerinde durdukları diğer konuyu da 2008 yılından beri ABD Başkanı olan Obama'nın izlediği politikalar oluşturuyordu. Seçimlerin olası sonucuna özellikle dış politika ve ABD'nin dünya üzerindeki konumu açısından bakanlar son sekiz yıldır ABD'nin "dünya lideri" vasfının aşındığı görüşünü dile getiriyorlardı. Bu görüşte olanların arasında Demokrat Parti seçmenleri dahi vardı.
Dünya üzerinde son yıllarda giderek artan şekilde insanlar arası ilişkiler ve siyasi yelpazeler keskin bir kutuplaşma eğilimi gösteriyor, toplumsal mutabakatlar bu kutuplaşma sonucu bölünme tehdidiyle karşılaşıyor. Bazı çevrelerde bu gelişmenin başlıca sebebinin artan küreselleşme olduğu söyleniyor.
Küreselleşmenin uluslararası serbest ticareti yaygınlaştırdığı yadsınamaz bir gerçek. Ancak, gelir dağılımının dengeli olmadığı bir ortamda gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte olan ekonomiler arasındaki farkın bu yaygınlaşmadan dolayı daha fazla açıldığı da bir diğer gerçek.
Artan serbest ticaretin beraberinde getirdiği hatta dayattığı "paranın serbest dolaşımı" olgusu küreselleşmenin dengeli biçimde yönetilebilmesinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturdu. 2008 yılında dünyada yaşanan ekonomi ve finans krizi herkesi etkiledi ve neyin yanlış yapıldığının araştırılması ancak böyle başladı.
Küreselleşmeyi suçlamak ve bütün sorunların dünya üzerindeki mevcut düzenden kaynaklandığını ileri sürmek aslında sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey değil. Öyle olunca da, sürekli olarak bir düşman aranıyor ve işlerin "tıkırında" gitmesini engelleyenlerin etnik, milli, dini, mezhebi ya da finansal lobiler olduğu ileri sürülüp temize çıkılmaya çalışılıyor.
Yeni seçilen başkan 20 Ocak 2017 tarihinde yemin ederek göreve başlayacak. Yeni ABD başkanının göreve başlamasıyla birlikte dünya da yeni bir sayfa açacak. 21. Yüzyılın uluslararası politikadaki yeni parametreleri bu değişiklikle birlikte tanımlanmaya başlayacak.
Son yıllarda dış politika dünya ülkelerinin hemen hemen tümünde gündem belirleyen en önemli konulardan biri haline geldi. Biz bu değişimi son onbeş yıldır yaşıyoruz.
Dış politika elbette hükümetlerin üzerinde dikkatle durmaları gereken bir konudur. Ancak dış politikanın önemli gündem maddesi haline gelmesinin ya da getirilmesinin sebepleri ve maksatları her ülke ve hükümet için farklıdır. Bazı ülkelerde bu gelişme tamamen iç politikaya yönelik bir araçsallaştırma sonucu yaşanır. Bazılarında ise uluslararası konjonktür gereği dış politika ihmal edilemeyecek kadar önem kazanan bir dosya haline gelir.
Yaklaşan ABD seçimleri ertesinde ABD'nin dış politikasının nasıl olacağı belki de ilk kez bu kadar çok merak ediliyor ve üzerinde bu denli yorumlar yapılıp varsayımlar oluşturuluyor.
ABD ve Rusya arasında Suriye'de artan gerginliğin yeni bir dünya savaşının hazırlığı olduğu hakkında yapılan yorum ve tahliller günden güne artıyor.
Daha vahimi, bu gerginliğin bir dünya savaşına dönüşmesinden de öte, savaşın taktik nükleer silahların kullanılmasıyla tırmanacağı, bu başlangıcın da giderek topyekün bir nükleer dünya savaşına doğru evrileceği ortaya koyulan senaryolar arasında yer alıyor. Bazı ülkelerde bu senaryolar üzerinden simülasyonlar ve tatbikatlar dahi yapılmaya başlandı.
"Arap Baharı" adı verilen toplum hareketlerinin temel dinamiğini bölgemizdeki otoriter, totaliter, anti-demokratik ve tek adam idaresine göre kurulan yönetimlerin yarattıkları eşitsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk ve yolsuzluk sonucunda ortaya çıkan özgürlük, eşitlik ve demokrasi özlemi oluşturdu.
Bugün gelinen noktada bölgede daha adil ve daha eşitlikçi yönetimlerin ortaya çıktığını ve daha özgür toplumların yaşadığını söylemek zor. Halk hareketleri daha fazla barış, demokrasi ve özgürlükçü ortamlarla sonuçlanmadı. Aksine, daha fazla otoriterleşme, eşitsizlik, adaletsizlik ve hukuksuzluk doğurdu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bir zamanlar Avrupa'nın dört büyük devletinden biri olduğunu hatırlamakta yarar var. Bu hatırlanırsa, vizyonumuzu sadece güney komşularımıza ve Ortadoğu'ya sınırlamak yerine, Türkiye'nin Avrupa vizyonuna ilişkin bakışların da gündeme getirildiği daha kapsamlı bir çerçeveye oturtabiliriz.
Bu neden önemli? Önemli zira Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşmeye yönelik hedefleri son zamanlarda iyice dikkatlerden kaçmaya başladı. Suriye'li mülteciler konusunda bize biçilen jandarma görevini adeta kabullenmiş gibiyiz.
Böyle olunca Türkiye'nin AB ile ilişkilerinin sadece "güvenlik" ve "göç politikaları" üzerinden okunduğu bir dış politika anlayışının bize dayatılmasını da sessiz sedasız hazmetmeye çalıştığımız görüntüsünü veriyoruz. Oysa Avrupa'da bizi ve AB ile ortak geleceğimizi ilgilendiren öyle önemli gelişmeler oluyor ki...
Örneğin, AB'nin Kanada ile imzalamayı öngördüğü Kapsamlı Ekonomi ve Ticaret Anlaşması (CETA)'nın gerçekleşmesine önemli bir engel çıktı. CETA yaklaşık yedi yıldır gündemde. AB'nin 27 üyesi bu anlaşmanın bir an önce imzalanmasını istiyorlar. Anlaşma imzalandığı takdirde AB ile Kanada arasındaki gümrük tarifeleri yüzde 98 oranında düşecek. Bu da AB'nin Kanada'ya olan ihracatında 500 milyon avro tutarında bir harcamayı ortadan kaldıracak.