Paylaş
Yeni seçilen başkan 20 Ocak 2017 tarihinde yemin ederek göreve başlayacak. Yeni ABD başkanının göreve başlamasıyla birlikte dünya da yeni bir sayfa açacak. 21. Yüzyılın uluslararası politikadaki yeni parametreleri bu değişiklikle birlikte tanımlanmaya başlayacak.
Son yıllarda dış politika dünya ülkelerinin hemen hemen tümünde gündem belirleyen en önemli konulardan biri haline geldi. Biz bu değişimi son onbeş yıldır yaşıyoruz.
Dış politika elbette hükümetlerin üzerinde dikkatle durmaları gereken bir konudur. Ancak dış politikanın önemli gündem maddesi haline gelmesinin ya da getirilmesinin sebepleri ve maksatları her ülke ve hükümet için farklıdır. Bazı ülkelerde bu gelişme tamamen iç politikaya yönelik bir araçsallaştırma sonucu yaşanır. Bazılarında ise uluslararası konjonktür gereği dış politika ihmal edilemeyecek kadar önem kazanan bir dosya haline gelir.
Yaklaşan ABD seçimleri ertesinde ABD'nin dış politikasının nasıl olacağı belki de ilk kez bu kadar çok merak ediliyor ve üzerinde bu denli yorumlar yapılıp varsayımlar oluşturuluyor.
Bunun başlıca iki sebebi var. Birinci sebep Amerikan halkının ABD'yi görmek istediği konum. Tarih boyunca kendi ülkelerini uluslararası alanda gündemi yakından takip eden, dünya üzerindeki sıcak noktalara ve çatışma odaklarına müdahale ederek düzen kurmaya çalışan bir ülke olarak gören ve buna alışan ABD halkı Obama yönetiminde ülkelerinin bu özelliğini yitirdiğini düşünüyor. Bundan da ciddi olarak rahatsızlık duyuyor.
İkinci sebep, ABD'nin özellikle Obama dönemi öncesi dünya üzerinde kendini tanımladığı ve ABD halkının da çoğunlukla memnuniyet duyduğu bu "önder" konumun ABD'nin imajını yıpratan bir sonuç doğurmuş olması.
Afganistan ve Irak müdahaleleri sonucunda başta Ortadoğu olmak üzere, hemen hemen tüm dünyada ABD rejim değişiklikleri oluşturmak için askeri müdahale yöntemini seçen bir süpergüç olarak algılanıyor. Ancak bu müdahaleler sonucunda bir çıkış planı ve yıkılan rejimlerin yerine daha adil, demokratik ve iyi yönetişim sağlayabilecek yönetimlerin gelmesini sağlayamamakla suçlanıyor.
Esasen, bu iki sebep birbirini karşılıklı etkileyerek bütünlüyor. Bu karşılıklı etkileşim Obama yönetimi döneminde ABD'nin sert askeri güç kullanımından ziyade dünya üzerindeki sorunların çözümünde biraz daha farklı bir anlayışa yönelmesine yol açtı. Uluslararası ilişkilerde yeni liberalizm teorisinin geliştiricilerinden olan siyaset bilimci Joseph Nye bu anlayışı daha çok yumuşak güç kullanılmaya başlanması ve etki alanlarının genişletilmesi yoluyla ulusal çıkarların gözetilmesi olarak anlatıyor.
Yeni ABD başkanı kim olursa olsun, önünde bir dizi karmaşık ve ivedilikle ele alınması gereken dış politika sorunu bulacak. Doğal olarak Ortadoğu, IŞİD'le mücadele, Suriye ve Libya, İran ile ilişkilerin nasıl sürdürüleceği, Yemen, Mısır ve Doğu Akdeniz'deki dengeler öne çıkıyor. Burada da en önemli değişkeni Rusya ile ilişkiler oluşturuyor.
Rusya artık 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı günlerdeki morali bozuk aktör değil. ABD de Obama dönemindeki uygulamalar nedeniyle, 1991'de dünya üzerinde kendini tek süpergüç olarak gören aktör kadar üstün konumda değil. Dolayısıyla, yeni ABD başkanının ele alacağı konuların başında uluslararası sahnede Rusya ile yeni dengelerin nasıl kurulacağı en önemli dosyayı oluşturuyor. Ukrayna, Karadeniz güvenliği, Suriye, Doğu Akdeniz dengeleri, bu büyük dosyanın içindeki fasılları oluşturuyor.
İkinci dosyayı ise Çin oluşturuyor. Rusya bize daha yakın olan coğrafyada, üstelik tamamen bizi kuşatan bir bölgesel konjonktürde önemli. Çin küresel dengeler bakımından ABD'nin Pasifik politikası nedeniyle en az Rusya kadar önem taşıyor.
ABD'nin hem Rusya hem Çin ile gerilime odaklı ve kutuplaştırıcı bir politika izlemesi beklenmemeli. Dolayısıyla, bu iki büyük küresel aktörden birinin ABD için üstü kapalı biçimde de olsa bir gizli ortak olarak kazanılması gerekiyor.
İki başkan adayının geçmişlerine ve kampanyalarına bakılırsa ortaya çıkan bazı verileri alt alta koymak ve buradan bir çıkarsama yapmak mümkün.
Demokrat Parti adayı Hillary Clinton, eşinin başkanlığı nedeniyle sekiz yıl Başkanlık Sarayı'nın havasını teneffüs etmiş bir politikacı. Bunun ardından Obama döneminde de dört yıl ABD'nin Dışişleri Bakanlığı'nı yaptı.
Bu birikim ve deneyiminden hareketle, Clinton'ın başkan olması halinde Obama'dan daha etkili hatta Cumhuriyetçi Parti seçmenini de daha fazla memnun edecek bir dış politika izlemesi, yumuşak güç kullanımını daha "tatlı sert" bir anlayışla sürdürmesi bekleniyor.
Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump ise bir iş adamı. Dış politikaya daha çok istikrar beklentisiyle bakıyor ve politikalarını da ABD'nin ulusal çıkarlarını bu gözlükle değerlendirerek oluşturacağı ileri sürülüyor.
Bu iki şahsın doğal olarak Rusya ve Çin'e olan yaklaşımları da kişilikleri ve geçmiş deneyimleri üzerinden şekillenecek. Görünen o ki, uluslararası ilişkilerde artık tek süper devlet ya da tek egemen güç dönemi bitti. Çok kutuplu, gevşek ve değişken ittifakların hüküm süreceği bir döneme giriyoruz.
Bu dönemde dış politika konuları dosyalar itibariyle kendi içinde bir bütün olarak ele alınacak ve her konu diğerinden bağımsız olarak değerlendirilecek. Dolayısıyla, ülkelerin dış politikasında geleneksel dostluk, ittifak ilişkileri, "kardeş" ya da "kuzen" gibi duygusal bağların önemi azalacak, her konuda farklı ittifaklar oluşabilecek.
Türkiye'nin bu yeni dönemde daha az duygusal, daha çok akılcı ve daha esnek bir diplomasiye ihtiyacı var. Küsmeden, kırılmadan, ama kırmadan ve gücendirmeden dış politika yönetmek Türkiye'nin en büyük ihtiyacı haline geldi. Böyle bir dış politika da ancak şeffaflık ve demokratik tartışma ortamı ile sağlanabilir.
Paylaş