El-Bab kent savaşı iki nedenden ötürü önemli. Birinci neden savaşın bu safhasının niteliğinin Fırat Kalkanı harekatına katılan silahlı kuvvetlerimizin ve onun desteğiyle bu harekatta ön saflarda yer alan Özgür Suriye Ordusu ve Türkmen birlikleri için tamamen yeni olması.
Bu kent savaşı IŞİD'in bildiği, tercih ettiği ve "düşman kuvvet" olarak algıladığı karşısındaki düzenli birlikleri bilerek çektiği bir savaş türü. Kent içinde mahalle mahalle, sokak sokak, binadan binaya yapılan bu muharebe IŞİD'in keşfettiği bir yenilik değil.
Bu tür sokak muharebeleri daha önce Irak'a 2003 yılında başlatılan ABD müdahalesi sırasında da yaşanmıştı. Özellikle Felluce'de Amerikan askerlerinin belki de Irak savaşı sırasında en fazla zayiat verdikleri dönemi savaşın bu safhası oluşturmuştu.
Nitekim, Türkiye'nin başlattığı Fırat Kalkanı harekatının başından itibaren yaşanan kayıp sayısının El-Bab'a yaklaştıkça artmasının sebebini de savaşılan alanın giderek daralması oluşturuyor. Bu konuda EDAM tarafından yayımlanan son değerlendirme raporu sahada savaşın safha safha nasıl geliştiğine son derece açıklayıcı biçimde ışık tutuyor.
Bölgesel rekabet Asya ile Ortadoğu arasında. Asya'da Japonya ve Güney Kore gibi ABD'nin geleneksel müttefikleri Çin'in son zamanlarda artan özgüven gösterileri nedeniyle tedirgin.
Seçim kampanyası sırasında Trump'ın söylediklerinden hareket edildiği takdirde bu ülkelerin endişeli olmaları haklı görülebilir. Trump bu iki ülkenin kendi güvenliklerini güçlendirmek için nükleer silah edinmeyi düşünmelerini dahi önermişti. Haliyle, bu ülkeler de ABD'nin kendilerine verdiği güvencenin zayıflayacağından endişe duymaya başlamışlardı. Korkuları, ABD'nin Ortadoğu'yu daha öncelikli bir bölge olarak görmesi olasılığı idi.
Bu arka plan çerçevesinde Savunma Bakanı James Mattis'in ilk seyahatinin Japonya ve Güney Kore'ye yapılmış olması anlamlı. Mattis dört gün süre seyahatinde her iki ülkede de ABD'nin müttefiklerine olan taahhütlerinde herhangi bir değişiklik olmadığının güvencesini verdi.
ABD'nin özellikle ekonomik açıdan küresel kutuplaşmada yeni karşıt olarak algıladığı Çin ile rekabetinde Japonya ve Güney Kore'ye ihtiyacı olacak. Dolayısıyla, Mattis seçim kampanyasında kullanılan söylemin yarattığı tedirginliği gidermeyi hedefleyen bir seyahat gerçekleştirdi.
Londra'nın önünde şimdi zorlu bir süreç var. Mesele sadece Birleşik Krallık'ın AB'den çıkması değil. Bu süreç, AB hukuki düzenlemelerine göre iki yıl kadar sürecek ve 2019 yılında muhtemelen ayrılık gerçekleşecek. Ancak üzerinden gidilmesi ve bu ayrılıktan sonraki koşulların hazırlanmasını gerektiren bir dizi yasal düzenleme var. Bu düzenlemelerin tamamının sonuçlanması büyük olasılıkla 2019'un da ötesine sarkacak.
Birleşik Krallık Dünya Ticaret Örgütü üyeleriyle AB'den ayrılmasından sonraki yeni ticari anlaşmaları düzenlemek zorunda. Aynı şekilde, AB ile ve AB üyesi ülkelerle ayrı ayrı Serbest Ticaret Anlaşmaları imzalanması için hazırlıklar yapacak. Elbette bir süre sonra sıra Türkiye ile de bir Serbest Ticaret Anlaşması imzalanması safhasına gelecek.
Bunlar AB'den çıkışın ve Birleşik Krallık'ın dış ekonomik ve ticari ilişkilerinin konusu. Ancak işin bir de iç siyasi yansımalarına ilişkin olan boyutu var. Örneğin İskoçya ve Kuzey İrlanda'nın karşı karşıya olduğu sorunlar...
Birleşik Krallık'ın dört kurucu ülkesinden İskoçya AB'den ayrılmak istemediğini açıklıkla dile getiriyor. Hatırlanacağı üzere İskoçya'da 2014 yılında Birleşik Krallık'tan ayrılmak için bir referandum düzenlenmiş ve oylama sonucunda ayrılmama kararı çıkmıştı.
Bu yeni dönemde önemli adımların atılacağını ve sorunların çözüleceğini ummak oldukça zor. Yeni dönemin barışçı değil çatışmacı ve kutuplaştırıcı bir ortama doğru evrileceğini beklemek daha gerçekçi gözüküyor.
Başkanlığı döneminde Obama'nın barışçı, yumuşak üslubunu eleştiren ABD halkı son seçimle birlikte tüm dünyaya meydan okuyarak ABD'yi yabancılaştıran hatta "şeytanlaştıran" bir zihniyetin yönetimine geçti.
Donald Trump Beyaz Saray'a geçer geçmez seçim kampanyası sırasında dile getirdiği sert politika uygulamalarını tek tek hayata geçirmeye başladı.
Bu gidiş ABD'yi sadece dünya ile karşı karşıya getirmekle kalmayacak, ülkede zaten arttığı ifade edilen kutuplaşma ABD toplumunun kendi içinde de önemli fay hatları doğuracak gibi gözüküyor.
Theresa May'in geçtiğimiz hafta önce Vaşington'u ardından da Ankara'yı ziyaret etmesi bu iki önemli olayı, Türkiye'yi de denklemin içine sokmak suretiyle, çözümlemeye mi hazırlandığı sorusunu akla getiriyor.
Her iki olay da tüm dünya üzerinde yükselen popülizm ve himayecilik tartışmaları arasında birçok kurum ve kuruluşun geleceğinin sorgulanmasına yol açtı. Başta tabii ki Avrupa Birliği geliyor. Birleşik Krallık'ın ayrılması AB'nin içinde başka üye ülkelerin de benzeri bir yol izlemelerine yol açacak mı?
Bu yıl Fransa'da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ulusal Cephe'nin adayı olarak yarışacak Marine Le Pen'in seçim vaatlerine bakılırsa, o kazandığı takdirde Fransa bu olasılığı ciddi olarak düşünecek. Benzer eğilimler Hollanda'da da var. Hatta, bu yıl bir erken seçim yaşama olasılığı artan İtalya dahi, seçim sonuçlarına göre AB ile ilişkilerde bazı yeni düzenleme ve arayışlara gidebileceğinin işaretlerini veriyor.
Donald Trump ise, bir yandan küresel düzeyde serbest ekonomik ve ticari ilişkilerin geleceğini sorgulayarak daha korumacı bir ekonomi politikası izleyeceğinin işaretlerini verirken, bir yandan da güvenlik alanında NATO'nun geleceğini sorgulayan bir seçim kampanyası sürdürdü. Marine Le Pen ise, AB yetmiyormuş gibi, Fransa'nın NATO üyeliğini de tartışmak niyetinde.
Kapitalist sistemin en önde gelen savunucusu olarak tanınan ABD'nin küresel düzeyde serbest ticareti, işgücünün ve sermayenin serbest dolaşımını savunan ve "küreselleşme" olarak tanımlanan gelişmeyi geri döndürmeye çalışması şaşırtıcı.
Daha şaşırtıcı olan ise, on yıllar boyunca kapalı ekonomi ve korumacı reflekslerle dünya ekonomik sistemiyle bütünleşmekte direnen Çin'in, küreselleşmenin tadını alınca bu defa 180 derece dönüş yaparak serbest ticareti savunan ülke haline gelmesi. Bu yıl Davos Ekonomik Forumu'nun sürprizlerini bunlar oluşturuyordu.
Trump'ın küresel ekonomiye bakışını korumacı davranışların belirleyeceği anlaşılıyor. TPP esasen Pasifik bölgesinde Çin'in ekonomik büyümesinin ve dünya ticaretinde yapacağı hamlelerin kontrol edilmesine yönelik olarak düşünülmüş bir ticaret ortaklığı anlaşmasıydı.
Trump bu anlaşmayı ABD'ye karşı ortaya atılmış bir "Çin oyunu" olarak yorumladı ve iptal etti. Cumhuriyetçi Parti'nin en kıdemli senatörlerinden olan John McCain de bu kararın çok yanlış olduğunu belirtti.
Dünya'nın korkuları bir yana, Türkiye için en önemli konuyu yeni ABD yönetiminin Ortadoğu'da nasıl bir politika izleyeceği sorusu oluşturuyor. Görevi devralmasından bu yana geçen iki günlük süre içinde Trump bu politikanın temel parametrelerinin ipuçlarını verdi bile.
Tören konuşmasından başlayalım. Trump'ın konuşmasında dikkat çeken unsurlardan biri "radikal islamcı terör" ifadesiydi. Bu vurguyla dünyayı bu beladan kurtarmak için "eski ittifakları güçlendireceğinden ve yeni ittifaklar kuracağından" söz etti.
Bu sözlerin Ortadoğu'da IŞİD'e karşı mücadelenin sürdürüleceği anlamına geldiği muhakkak. Ancak Trump'ın olaya bakışında "islamcı terör" vurgusunu yapması, müslümanlar hakkında daha önce kullandığı ifadelerle bir arada okunduğunda, ABD'de müslümanları oldukça zor bir dönemin beklediğine işaret ediyor. Obama bu tür duyarlılıklar konusunda çok daha özenli bir söylem kullanırdı.
Göreve başlayan Trump'ın ilk resmi misafiri İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu. Bu ziyaret sırasında Trump'ın Tel Aviv'deki ABD Büyükelçiliği'nin Kudüs'e taşınacağını açıklamasını bekleyenler var. Trump daha önce zaten böyle bir vaatte bulunmuştu.
İstanbul Üniversitesi'nin Fen Fakültesi'nde Zooloji ve Felsefe eğitimi alan, Türkiye'de Türkçe ve Ermenice yayımlanan ilk haftalık gazete olan "Agos"u kuran Hrant Dink yaşamını Türkiye ile Ermenistan arasındaki komşuluk ilişkilerinin kurulmasına yönelik çabalara hasretmişti.
Yıllarca yazdı, ancak yaşamı boyunca bir eylem adamı olarak sahadaki etkinlikleri daha çok önemsediğinden bir tek kitap tamamlayabildi. Ona da "İki yakın halk, iki uzak komşu" adını vermişti.
Bugün iki ülke arasında giderek açılan arayı görseydi emeklerinin ne kadar umursamaz bir şekilde göz ardı edildiğini görür üzülürdü. Hrant Dink'in arzuladığının ve gösterdiği çabalarının aksine, birbirine bir tüy uçumluk mesafede yakın ve doğrudan sınır komşusu olan bu iki ülkede yaşayanlar birbirine kilometrelerce uzak birer halk haline geldi.
Türkiye ile Ermenistan 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Ermenistan'ın bağımsız devlet olarak uluslararası toplumun bir aktörü haline gelmesi sonunda komşu iki ülke oldular. O tarihten itibaren de iki ülke arasında olması gereken çağdaş ve normal ilişkilerin kurulması için çeşitli dönemlerde etkin çabalar gösterildi.