Orta-üst sınıftan bir Amerikan ailesi... Anne Rebekah hırslı bir yapıya sahiptir ve elinde laptop’u, her daim zihni işiyle meşguldür. Baba Chris ise koca cüssesine rağmen çocuksu, duygusal, empati kurma konusunda gelişkin bir kişiliğin ifadesidir. Tyler dinamik ama duygusal yanı pek gelişmemiş, olgunluk çizgisinden uzakta bir gençtir. Chloe ise duyarlı, babasını andıran, okumaya yatkın bir genç kızdır ve çok yakın arkadaşının ölümünden dolayı bir türlü üstesinden gelemediği bir travmadan mustariptir.
Bu modern, çekirdek yapı iki katlı, ön cephesi sokağa bakan, arka cephesi bahçeli, yüz yıllık tarihe sahip bir eve (başlarda gördüğümüz emlakçı kadın öyle aktarır) taşınır... Lakin evde sanki onlardan önce gelmiş, görünmez biri vardır ve onun mevcudiyetini Chloe keşfeder.
‘Seks Yalanları’yla (Sex, Lies, and Videotape/1989) Cannes’da keşfedildikten sonra birçok sağlam yapıtla (‘Kafka’, ‘Tepenin Kralı’, ‘Out of Sight’, ‘Erin Brockovich’, ‘Traffic’, ‘Ocean’s 11’, ‘Solaris’, ‘The Good German’, ‘Contagion’ gibi) yoluna devam eden Steven Soderbergh portfoyünü çok çeşitli türlerde öyküler ve adımlarla donatmış bir isim. Girişte konusunu özetlediğim son çalışması ‘Varlık’ (Presence) ise ‘hayaletli ev’ temasına farklı bir soluk getirme çabasında. Söz konusu film görsel açıdan ilk karesinden itibaren bize evin içinde yaşadığı düşündürülen varlığın cephesinden anlatılıyor; kamera adeta bu görünmeyen ev sahibinin gözü gibi çalışıyor. Malum, bu tür anlatılar çok eskiden beri Amerikan korku geleneğinin klasik temalarından biridir ve aynı mesele farklı biçimlerde sürekli aktarılır. Birkaç ay önce (Ekim 2024) bizde de gösterime giren ‘Gülümse 2’ filmi (Smile 2) bu kulvarda yenilik çabasına soyunan bir yapımdı ve orada ana karakter için rahatsız edici bir unsura dönüşen varlık, hayalet, iblis vs. ne derseniz deyin, görülmeyen tehlikenin gerçekten var olup olmadığı belirsizdi, çünkü öykü bizi bütün bu tedirgin edici elementi ana karakterin zihninin de yaratmış olabileceği kuşkusuyla yüklüyordu.
İYİLİKSEVER BİR ‘VARLIK’
Steven Soderbergh’ün ‘Varlık’ındaysa bu unsur ana karakterin kendisi gibi, çünkü filmde kamera, yukarıda da belirttiğim üzere, bu görünmeyen parçanın gözü gibi çalışırken giderek kendisini Chloe üzerinden aileye
Mevcut papanın vefatının ardından Vatikan yenisini seçmek üzere harekete geçer. Kardinal Lawrence, aynı zamanda kutsallık içeren bu organizasyonun sağlanması için seçilen kişidir. Dünyanın her yerinden gelen çok sayıda kardinal ve başpiskopos, Sistine Şapeli’ne kapanacak ve mutlak çoğunluğa ulaşılana kadar oylama devam edecektir. Bütün bu süreç kaygan bir zemin üzerinde gerçekleşir ve Kardinal Lawrence öne çıkan adaylarla birlikte adeta kendini vicdani bir sınavdan geçirir...
Lewis Milestone’un, Erich Maria Remarque’ın romanından uyarladığı 1930 tarihli antimilitarist klasiği ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un (All Quiet on the Western Front) 2022 tarihli yeniden çevrimiyle tanıdığımız Edward Berger, yukarıda özetlediğim son yapıtı ‘Konsey’de yine birtakım cephelerin (!) belirdiği bir ortamı anlatıyor. Robert Harris’in 2016 tarihli romanından Peter Straughan’ın senaryosuyla sinemaya taşınan metin, dinamik bir örgüye sahip. Tanrı’ya ve dine değil ama kiliseye olan inancını yitirmiş konumdaki Thomas Lawrence her şeye rağmen papalık görevini en doğru seçeneğe teslim etme yolunda çaba gösterirken sahaya çıkan tüm adayların giderek kendi içinde birçok falsoyu barındırdığını görüyoruz. İngiliz kardinal için işler henüz start aşamasındayken en uygun kişi, vefat eden papanın reformist çizgisini sürdürebilecek izlemini veren liberal yapıya sahip Aldo Bellini görünüyor. Homofobik, ırkçı görüşleri olan ve kiliseyi yeniden ‘fabrika ayarları’na (!) döndürmek isteyen İtalyan Kardinal Goffredo Tedesco ise en uç noktadadır. Müteveffa papayla arası iyi olduğu bilinen ve muhafazakâr görüşlere sahip Joseph Tremblay’le ilk siyah papa olma potansiyelini barındıran ama gerici sulara daha yakın gezinen Loshua Adeyimi de diğer seçenekler arasındadır. Süreç içinde Kabil’de görev yapan ve liberal bir noktada duran Meksikalı Vincent Benitez bir başka alternatif olarak belirir. İşin ilginci oylama turları başladığında bu göreve talip olmamasına rağmen Lawrence’ın da ciddi bir potansiyeli olduğu görülür...Isabella Rossellini, ölen papanın en büyük sırdaşı Agnes olarak karşımızda.
‘Konsey’ bütün bu seçim serüvenini gerilimli bir atmosfer ve akışla perdeye taşıyor. Bir yandan oylamalar devam ederken öte yandan kimi adayların eski defterleri (dinsel bir öykü anlatıldığına göre ‘günahları’ demek daha doğru sanırım!) ortaya dökülüyor, doğal olarak kazanma ihtimalleri azalıyor. İbre sürekli gidip geliyor, bu aşamada da film polisiye tatlara bürünüyor. Vatikan’ın bir tür ‘kara kutusu’ görümündeki rahibe Agnes (kendisi ölen papanın en büyük sırdaşı) da gidişatı etkileyen önemli bir figür olarak beliriyor.
‘12 Öfkeli Papa’
Dışarıdaki kimi eleştirmenlerin, Sidney Lumet’in 1957 tarihli mahkeme draması niteliğindeki klasiği ’12 Öfkeli Adam’ı (Twelve Angry Men) da çağrıştırdığı için ’12 Öfkeli Papa’ şeklinde ele aldıkları ‘Konsey’ aslında polisiyenin kimi klişeleri üzerinde yükseliyor. Zihninizi biraz zorlayarak gelişmeleri çözmeniz ve ‘Katil kim’i (yani ‘Yeni Papa’yı) bulmanız mümkün. Ama yine de hem yaratılan atmosfer hem de asıl olarak basit konturlarla çizilmiş ana karakterleri sahicileştiren klas oyuncu kadrosu filmi üst noktalara taşıyor. Sekiz dalda Oscar’a aday olan yapımda En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Adrien Brody’yle (The Brutalist) yarışacak olan Ralph Fiennes, Kardinal Thomas’ta çok çok iyi bir performans ortaya koyuyor. Keza Bellini’de Stanley Tucci, Tremblay’de John Lithgow, Tedesco’da da Sergio Castellitto ustalıklarını konuştururken rahibe Agnes’ta da Isabella Rossellini dikkat çekici bir gösteri gerçekleştiriyor (ki o da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’da Oscar’a aday oldu).
‘Konsey’ temel olarak Tanrı’nın yeryüzündeki birinci elden temsilcileri konumundaki figürlerin insanın doğasındaki karanlık yanlardan pek de azade olmadıklarını, entrika, ayak oyunları ve politik çekişmeler eşliğinde aktaran bir öyküyle hatırlatıyor. Aynı meselelerde gezinen Fernando Meirelles’in 2019 tarihli ‘The Two Papas’ını izlemedim ama Nanni Moretti’nin ‘Habemus Papam’ı (2011), kilise, inanç ve insan doğası hakkında doğrusu daha çarpıcı bir filmdi diye düşünüyorum. ‘Konsey’in heyecan katsayısını yükselten ve Sistine Şapeli’nin pencerelerinin büyük bir gürültüyle kırılmasına neden olan patlama sahnesinin metaforu ‘Kutsal Ruh’un içeri girerek bir uyarıda bulunması mıdır bilemem ama gerçek karşılığının bir önceki çalışması ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta bu türden çok sayıda sahne çekmiş olan yönetmen Edward Berger’in “Bu öyküye de bir patlamalı aksiyon dahil edeyim de maharetimi göstereyim” olduğu kanısındayım!
Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez
◊ Yönetmen: James Mangold◊ Oyuncular: Timothée Chalamet, Edward Norton, Elle Fanning, Monica Barbaro, Boyd Holbrook, Scoot McNairy, Dan Fogler, Norbert Leo Butz, P. J. Byrne, Will Harrison, Eriko HatsuneABD yapımı
Yıl 1947... Macar kökenli Yahudi mimar László Tóth, yeni bir gelecek aramak adına ABD’ye ayak basar. Peşi sıra Pennsylvania’da eşi Audrey ile bir mobilya mağazasını işleten kuzeni Attila’nın yanına gider. Birlikte aldıkları işte genç Harrison Lee Van Buren onlardan, yörenin zengini babası Harrison’ın kütüphanesinin revizyonunu yapmalarını ister. Lakin baba bu değişikliğe sert tepki gösterir ve ikiliyi kovar. Kuzeninin işi batırdığını söyleyip kendisini kapı önüne koymasıyla László, kömür ocağında çalışmaya başlar. Tam bu esnada Harrison Lee Van Buren yeniden ortaya çıkar çünkü Macar mimarın tasarladığı minimalist kütüphane Look dergisi tarafından övgülere boğulmuştur. Ona yakınlarda kaybettiği annesinin hatırasına yapılacak bir merkez tasarımını ve inşasını teklif eder. Geniş bir arazi üzerine kurulacak bu komplekste kütüphane, spor salonu, oditoryum ve ibadethane (şapel) yer alacaktır. László Avrupa’da mahsur kalmış eşi Erzsébet ve yetim yeğeni Zsófia’yı yanına almak için bürokratik engellerin üstesinden gelmeye çalışırken bir yandan da hayatının projesi olarak gördüğü merkezin ortaya çıkması için olağanüstü bir çaba içine girer. Bu süreçte Harrison Lee Van Buren’in sorunlu kişiliği en büyük engellerden biridir...
THE BRUTALIST
◊ Yönetmen: Brady Corbet
◊ Oyuncular: Adrien Brody, Felicity Jones, Guy Pearce, Joe Alwyn, Raffey Cassidy, Isaach De Bankolé, Alessandro Nivola, Stacy Martin, Emma Laird, Jonathan Hyde, Peter Polycarpou, Ariane Labed,
Peter Polycarpou
ABD-İngiltere-Kanada ortak yapımı
Simsiyah, gözleri bir tür radar misali her şeyi tarayan, ürkek ama hiçbir zaman yitirmediği merak duygusuyla hareket edip duran bir kedi... Etraf sularla kaplı; bu arada bir grup köpeğin yanından yemek için kaçırdığı balık başına bela olur çünkü peşine takılırlar. Köpekleri atlattıktan sonra devasa kedi heykellerinin olduğu bir yerleşim yerindeki eve gidip dinlenmeye koyulur. Ama her yeri işgal eden su, daha da geniş bir biçimde geride kalan noktaları da ele geçirme çabasındadır. Nihayetinde kurtuluşu geçip giden bir tekneye sığınmakta bulur. Burada iri kemirgenler sınıfından sevimli bir kapibara vardır; sonradan ekibe köpek grubunun üyesi bir retriever, ‘mülkiyetçi’ bir lemur ve kimi kaynaklara göre ‘türünün en alımlı temsilcilerinden’ kabul edilen bir sekreterkuşu dahil olur. İşte bu farklı üyelerden oluşan topluluk, içinde olduğu tekneyle birlikte sonu belirsiz bir yolculuğa çıkar.
NUH’SUZ BİR NUH’UN GEMİSİ
Letonyalı animatör Gints Zilbalodis, hikâyesini Matiss Kaža’yla birlikte kaleme aldığı son çalışması ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’nda (Straume) zoraki oluşmuş bir dostluğun eşliğinde hayatta kalmak için uğraşan bir grup hayvanın birlikteliğini ve dayanışma çabasını son derece çarpıcı bir görsellik ve atmosfer eşliğinde anlatıyor. Yapıma ilişkin dışarıda çıkan eleştirilere göz attığımda pek görmedim ama bence bu yolculuk ve üyeleri ilk elde akla kuşkusuz ‘Nuh’suz bir ‘Nuh’un gemisi’ni getiriyor. Bu serüven Nuh’suz olmak zorunda çünkü öykünün geçtiği ortamda hiçbir insana rastlamıyoruz. Sadece başta kedinin sığındığı evde bir zamanlar bir ‘sanatçı’nın yaşadığını anlıyoruz, bir de yolculuk esnasında antik kentleri hatırlatan bir mimariye sahip yapılar görüyoruz. Zaten sürekli yükselen suyla birlikte yakın geçmişte büyük bir felaketin olduğunu ve filmin muhtemelen bir tufan sonrası hayatta kalanlara odaklandığını anlıyoruz.
Günümüz animasyonları bilindiği gibi büyük Hollywood stüdyosu damgalı yapımlar ya da Hayao Miyazaki ekolü ‘derin’ anlamlı animelerden oluşuyor. Gints Zilbalodis’in yapıtı bu genel tablo içinde Miyazaki cephesine yakın duruyor.
Filmin en önemli yanı, karakterlerinin insanlar gibi konuşup dertleşmesi, anlaşması ya da çatışması türünden bir yapıya sahip olmamaları. ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’nda hayvanlar kendilerini doğal sesleriyle ifade ediyorlar. Hoş, kimi yabancı sinema yazarları bu duruma özel anlamlar vehmederek filmi “Hollywood’un bize yıllardır dayattığı konuşan hayvan animasyonlarından farklı bir yapıda” teşhisi eşliğinde ele almış. Ben kendi adıma konuşan ya da konuşmayan, fark etmez, hepsini ayrı ayrı kucaklıyor, başka kriterler üzerinden filmleri beğeniyor ve sıralıyorum. Zaten bu konuşma meselesinin kökleri çok eskilere dayanır. Hollywood’dan önce, 1600’lerde Jean de La Fontaine, eserlerinde hayvanları yeterince konuşturmuştu!
Büyük bir kentin, Mumbai’ın (eski adıyla Bombay uçsuz bucaksız insan coğrafyasında ayakta kalmak, hayatın kendine sunduğu seçenekler içinde doğru bir rotada yürümek, umudunu, sevincini yitirmemek ve hep diri tutmak için çabalayan iki kadın... Kişilikleri de farklı elbet. Prabha sakin, dirayetli, ölçen biçen bir yapıya sahip. Bir tür görücü usulüyle evlendiği kocası izdivaçtan kısa bir sürü sonra Almanya’ya çalışmaya gitmiş ve neredeyse bir yılı aşkın süredir de Prabha ondan haber alamıyor. Anu ise genç, delişmen, inatçı ve kendi bildiği yolda yürüme çabasında olan cesur bir karakter. Hindu olduğu için ailesinin izin vermeyeceği aşikâr bir aşkın içinde; Müslüman bir genç olan Shiaz’la kaçamaklarla örülü bir ilişki yaşıyor.
BELGESELLERİYLE TANINIYOR
Bu iki yaşı ve duruşu farklı kadın aynı evi paylaşıyorlar ve küçük bir hastanede hemşire olarak çalışıyorlar. Denklemin üçüncü ayağındaysa yaşı onlardan daha büyük olan Parvaty var. O da has-
tanenin emekçilerinden ve yıllardır oturduğu evine, o bölgeyi yıkıp yeni bir gökdelen inşa etmek isteyen müteahhitler göz koymuş durumda. Yıllar önce ölüp giden kocası geride bir tapu bırakmadığı için Parvaty mülkün kendisine ait olduğunu gösterecek hukuki bir dayanaktan mahrum kalmış...
Belgeselleriyle tanınan Payal Kapadia ilk kurgusal uzun metrajı ‘Aydınlık Hayallerimiz’de (All We Imagine as Light) bu üç kadın karakter üzerinden öncelikle bir kentin sosyoekonomik tasvirini, mimari düzenini, görsel ve ruhsal ambiyansını anlatıyor. Öte yandan feminist unsurlar da içeren ve asıl referansını ‘Her şey sınıfsaldır’dan alan güçlü bir öyküyü perdeye taşıyor. Geçen yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü (Grand Prix) kazanan yapım, kentin yükünü taşıyan emekçilerden, gündelik rutinin atardamarlarından biri olan tren istasyonlarından ve dolu vagonlardan kimi kesitlerle; çeşitli insanların Mumbai’a ait görüşleri eşliğinde açılıyor. Sonrasında da ana karakterlerine odaklanıyor.
Bu giriş ve akabindeki bütün gelişmeler İstanbul’a dair Yeşilçam’ın uzun bir dönem bize sunduğu ‘taşı toprağı altın şehir’ fikriyatına çok benziyor. Payal Kapadia doğup büyüdüğü kenti kalabalıklarıyla, gece manzaralarıyla, iki ana karakterin kaldığı evin penceresinden yansıyan görüntüleriyle, küçük dar sokakları ve pazarlarıyla birlikte filmine sığdırıyor. ‘Aydınlık Hayallerimiz’ bu açıdan Batılı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi New York, Paris, Roma, Viyana gibi şehirlere ilişkin sinematografik hamlelere Mumbai’ı da ekliyor. Öte yandan Kapadia sadece övgü, methiye gibi bir derdin peşine düşmüyor, kentin alt sınıf nezdindeki tarifine ve hissiyatına da soyunuyor. Mesela Shiaz şehri tanımlarken “Köyde akşam olduğunda top oynamayı bırakıp eve giderdik, burada aynı saatlerde hayat adeta yeniden başlıyor” diyor. Ama aynı şehir bir emekçinin dediği gibi yıllardır orada olmasına rağmen hiçbir bağı yokmuş gibi anında terk edilebilecek bir sevda niteliğinde.
Anneleri Najmeh’le tatlı çekişmeleri genellikle kuşak çatışması üzerinden olan iki kız kardeş, Rezvan ve Sana için ‘kapsama alanları’ artık daralmak zorundadır. Nedeni ise şudur: Yaklaşık 20 yıldır sisteme sımsıkı bağlı bir memur olarak çalışan babaları İman, Tahran’daki Devrim Mahkemesi’nde soruşturma hâkimliğine terfi etmiştir. Bu durum daha iyi bir hayat standardı sunsa da aynı zamanda ailenin genç üyeleri için kimi kısıtlamalar anlamına gelmektedir. Anne kızlarını uyarır; artık sosyal medya paylaşımları, açık adresler yoktur. Çünkü rejim muhalifleri için hedef olabilirler. Tam bu süreçte Mahsa Amini adlı kadının, zorunlu başörtüsüne karşı çıktığı için tutuklanması ve ardından da hayatını kaybetmesiyle ülkede iktidara yönelik başkaldırılar yoğunlaşmıştır. Halk sokaklarda rejime olan öfkesini kusarken kolluk kuvvetleri de toplumsal isyanı şiddete başvurarak bastırmaya başlamıştır. Kızlar bu tabloda isyancılar safındadır. Derken babaya kendini koruması için verilen silah kaybolunca İman, eşi ve kızları arasındaki çatlak giderek büyür ve ortama büyük bir paranoya hâkim olur.
BÜTÜN EKİP SORGUYA ÇEKİLDİ
İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof ‘molla rejimi’nin sevmediği bir sinemacı. 1972, Şiraz doğumlu sanatçının, çektiği filmler yüzünden başı sistemle daha önce de belaya girmiş, hapis cezası almıştı. 2020 yapımı çalışması ‘Şeytan Yoktur’la (Sheytan vojud nadarad) Berlin’de ‘Altın Ayı’yı alan ama ödül törenine katılamayan Rasoulof, yukarıda konusunu özetlediğim son filmi ‘Kutsal İncirin Tohumu’nda (Dâne-ye anjir-e ma’âbed) hak bellediği yolda yürümeye devam ettiğini gösteren bir yapıta daha imza attı. Lakin Cannes’a kabul edilen bu hamle, anlattıkları ve İran’da yaşanan zulmü sinema yoluyla bütün dünyaya gösterdiği için cezalandırıldı. Filmdeki bütün ekip sorguya çekilirken hem ülkeden çıkmaları yasaklandı hem de filmin Cannes’daki yarışmadan çekilmesi istendi.
Mayıs 2024’te avukatı Rasoulof’un kırbaçlanma, para cezası ve mallarına el konulmasının yanı sıra sekiz yıllık hapse mahkûm olduğunu açıkladı. Yönetmense bu durumda çareyi kaçmakta buldu ve nihayetinde Almanya’ya sığındı. Kaçış eylemini gerçekleştirdikten sonra The Guardian gazetesine verdiği söyleşide de durumu şöyle açıkladı: “Görevim İran’da neler olup bittiğini ve İranlı olarak sıkışıp kaldığımız durumları aktarabilmek. Bu, hapishanede yapamayacağım bir şey değildi.”
İşte böyle meşakkatli bir sürecin ifadesi olan ‘Kutsal İncirin Tohumu’ son derece iyi yazılmış bir senaryoya sahip. Hikâyenin başında anne, eşini koruyup kollamak adına kızlarına birtakım yasaklardan bahsederken cümle arasına sık sık rejime olan inancını da sıkıştırıyor. Lakin gösteriler sırasında Rezvan’ın üniversiteden arkadaşı Sadaf’ın hiç ilgisi olmamasına karşın gördüğü polis şiddeti, aldığı darbeler ve annelerinin genç kızın kanlı yüzünden çıkardığı saçmalar kırılmanın ilk işaretleridir. Akabinde silahın kaybolmasıyla birlikte İman artan paranoyasıyla ailedeki herkesi olası suçlu ilan edip arkadaşı Alirezah’tan yardım isteyerek eşini ve kızlarını sorguya çektirir. Peşi sıra Tahran’ı terk edip taşradaki kır evlerine giderler ve aralarındaki mesafe iyiden iyiye açılır.
Sinemaseverler 2025’e dört güne sığdırılmış bir maratonla merhaba diyor. Yılların Filmekimi organizasyonunun adeta ‘Filmocağı’ (!) versiyonu olan etkinlikte 11 yapım seyirciyle buluşuyor. Gazetemizin 4 ve 5’inci sayfalarında da göreceğiniz gibi 2025’in en iyi fimlerinden birkaçı vizyon tarihinden önce bu festivalde izlenebilir. Bir Film’in düzenlediği bu oluşum ‘11! Bir Film Hadisesi’ başlığıyla sunuluyor. Gelin bu başlık altında hangi yapıtlar seyirci önüne çıkıyor bakalım...Maria, Böyle Küçük Şeyler, Babygirl, En Değerli Hediye, Saklı Krallık, Kutsal İncirin Tohumu
Bir starın hüzünlü vedası...
‘Maria’: Daha önce Lady Diana ve Jackie Kennedy üzerine çektiği serbest biyografilerini hatırladığımız Pablo Larrain, son çalışması ‘Maria’da dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sopranosu olarak tanımlanan Maria Callas’ın son günlerine odaklanıyor. Hikâye artık sesini kaybetmiş durumdaki sanatçının görkemli geçmişiyle hesaplaşması üzerine kurulu. Filmde Callas’ı, performansıyla Oscar’a aday olması beklenen Angelina Jolie, birlikte yaşadığı Yunan kökenli armatör Onassis’i de Haluk Bilginer canlandırıyor.
Vicdani bir hesaplaşma
‘Böyle Küçük Şeyler’: Beş kız çocuk babası kömürcü Bill Furlong... 1985’te, Noel öncesi zaman diliminde sürekli kömür sağladığı manastırda gördüğü birtakım olaylar sonucu rahatsızlık duyar ve vicdani bir hesaplaşmaya girer. Son dönemin öne çıkan yazarlarından Claire Keegan’ın aynı adlı yapıtının uyarlaması olan ‘Böyle Küçük Şeyler’ (Small Things Like These) İrlanda’da kilise çatısı altında yapılanan ve trajik uygulamaları olan ‘Magdalene Çamaşırhaneleri’ oluşumuna dikkat çeken sosyal bir drama. Tim Mielants’ın yönettiği filmin başrolünde Cillian Murphy var.
Sistemin paranoyaları üzerine...
‘Kutsal İncirin Tohumu’: İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle başlayan toplumsal öfke ve başkaldırı sürerken bu esnada terfi ederek bir tür infaz memuru olarak çalışan bir baba... İki kızı evde sistemi temsil eden otoriteye karşı isyan bayrağı açmıştır. Bu arada kendisini koruması için verilen silahı kaybolan baba paranoyaya kapılır ve karısıyla kızlarını suçlar. Yönetmen Mohammad Rasoulof’un etkileyici yapıtı ‘Kutsal İncirin Tohumu’ (Dane-ye anjir-e ma’abed) İran’daki ‘molla rejimi’nin kendinden olmayanlara (özellikle özgürlük isteyen kadınlara) karşı baskıcı yapısını ve çelişkilerini son derece iyi yazılmış bir öyküyle sinema üzerinden evrensel sulara taşıyor.
Hakikatin
Yılın son haftasında vizyona giren ‘Evcilik’ bana kalırsa 2024’ün en iyi yerli yapımı. Bu denli etkileyici bir yapıtın hem kadrosunda bulunan hem de proje halindeyken hayata geçmesi için yapımcı kimliğiyle çaba gösteren Nejat İşler’le film ekseninde bir söyleşi yaptık, farklı konulara da uzandık.
Sanırım ‘Evcilik’ senin ilk yapımcılık serüvenin. Bu noktaya nasıl geldin, çıkan kısmın özeti misali süreci aktarır mısın?
Şöyle söyleyeyim, biz okulda eleştirici gözle bakmayı öğrendik. Mimar Sinan’da bize öyle öğrettiler. “Motamot değil de eleştirel bak işlere” diye... Hocalarım Afşar Timuçin, Cevat Çapan, Müşfik Kenter, Zeliha Berksoy... Derslerine böyle insanlar girince işlere de eleştirel bakıyorsun. Daha 20 yıl evvel “Sen bu işin oyun kurucusu olursun” demişlerdi bana. Ben de o zamanlar daha yeni meşhur olmuşum ya, zamanı var her şeyin falan diye geçiştiriyordum.
Galiba Ertem Göreç de sana “Senden sinemacı olur” demiş, geçmişte senden Hürriyet için bir görüş alırken bahsetmiştin.
Evet, bir film şirketinde çalışıyordum, 89’du galiba. Üç aylık bir macera, orada söyleşiler yapıyorduk. Ertem Göreç hayattaydı o zaman, Allah rahmet eylesin. Söyleşiye gelmişti, “Hocam, ben sizin ‘Otobüs Yolcuları’na bayılıyorum” demiştim, o da bana bu cevabı vermişti. Bu arada muhteşem bir filmdir, De Sica’nın ‘Bisiklet Hırsızları’ gibi. Toparlarsak; o zamanlarda bu sevda bende büyüdü, tabii arada da okuyorsun, ediyorsun, bir sürü de film seyrediyorsun. Bu arada 10 sene önceki rahatsızlıktan evvel berbat bir durumda hissettim kendimi. Ya ben ne yapıyorum dedim. Tamam, para kazanmak için dizide oynuyorum da gerçekten ne yapıyorum, hiçbir şey katmıyorum bu işe. Bir karar vermem gerekiyordu, ertesinde zaten o oldu, bu oldu... Gümüşlük zamanı oturdum, düşündüm, dedim yazayım bari. Zaten okuldayken de yazmaya başlamıştım. Oyunlar yazıyordum. Oynadık da
o oyunları. Üç-dört tane oyun yazdım. İşin oyunculuk dışındaki alanlarında, yani sinemanın yaratıcı taraflarındada olmak istiyordum ama hep zamanı gelsin diye düşünüyordum.
Ama oyunculuk da bırakılacak gibi değil...
Bir kere oyunculuk çok konforlu bir meslek, yani bırakmak çok zor, bırakman değil de ertelemen zor. Öyle bir teklif geliyor ki, bütün oyuncular oynamak ister orada. İlla istersin, atlamak istersin. Şimdi orada bir yerde dur demen lazım. Ee, ben de ancak bu yaşımda dur diyebildim kendime.