Uğur Vardan

Kadrajlarıyla tarihe tanıklık etmişti

22 Mart 2025
‘Lee’ eski bir modelin zaman içinde 2. Dünya Savaşı’nda cepheye gidip tarihi kadrajlara imza atan bir savaş fotoğrafçısına dönüşmesini anlatıyor. Ellen Kuras imzalı filmde dirayetli, vicdanlı, cesur bir kadın portresi sunan ana karakter Elizabeth ‘Lee’ Miller’ı Kate Winslet canlandırıyor. İngiliz oyuncu izlemeye değer, gerçeklik çizgisinde bir performans sergiliyor.

Fransa’da, 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi işgalinden kurtulma aşamasındaki Saint-Malo adlı sahil kasabası... Başında miğfer, yoğun kurşun yağmuru altında fotoğraf çekmeye çalışıyor ama bir patlamayla dağılıp gidiyor... Yanına gelen asker onu daha uygun bir yere götürmeye çabalıyor. Sonrasında zaman 1977’ye atlıyor. İngiltere’de, Sussex-Farleys’deki çiftlik evinde artık yaşlanmış bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Genç bir gazeteci ona sorular yöneltiyor ve anlattıkları eşliğinde geri dönüşlerle tarihsel bir yolculuğa başlıyoruz...

Görüntü yönetmeni olarak tanınan ama sonraları yönetmen kimliğini de üzerine geçiren Ellen Kuras imzalı ‘Lee’, hayat serüvenine farklı noktalarda başlayıp nihayetinde bambaşka çizgilere ulaşan güçlü, dirayetli, vicdanlı bir kadının gerçek öyküsüne kulak veriyor. Söz konusu odak noktası 1907’de New York’ta doğan Elizabeth Miller. Vogue dergisi için modellik yapan, bohem çevrelere takılan, avangart fotoğrafçı Man Ray’in gözdesi olarak dikkat çeken bu genç kadın 2. Dünya Savaşı sırasında kendine yeni bir rota çizmiş, önce British Vogue dergisi için bombardıman altındaki Londra’dan yakaladığı kadrajlarla ön plana çıkmıştı. Daha sonra cepheye giderek burada savaşın dehşetini tüm gerçekçiliğiyle yansıtan kareleriyle çığır açan bir sanatçıya dönüşmüştü.

‘Lee’ onun bir anlamda takma adıydı, çünkü bu cinsiyet ayrımını yok eden isim sayesinde savaş ortamında kadınların giremediği yerlerde çekim yapabilme imkânına kavuşuyordu. Ellen Kuras’ın yapıtı Elizabeth ‘Lee’ Miller’ın serüveninde gezinirken koca bir hayattan geri dönüşler eşliğinde pasajlar alıyor ve genel resmi seyircisinin tamamlamasını istiyor sanki. Bu pasajlarda ne var derseniz önce Miller’ın yaşadığı ‘tatlı hayat’tan kesitler izliyoruz. Onu, 1938’de Fransa’nın güneyinde model ve sanatçı arkadaşlarıyla eğlence dolu bir dünyanın içinde buluyoruz. Kendi ifadesiyle resim yapıyorlar, yiyip içiyorlar, dans ediyorlar... Lee bu ortamda ressam, tarihçi ve şair Roland Penrose’la tanışıyor, âşık oluyor ve yaptığı teklifi kabul ederek onunla birlikte Londra’ya yerleşiyor. Derken savaş kapıyı çalıyor. Miller bu dönemi şöyle tarif ediyor: “Bir sabah kalktık, Hitler Avrupa’nın en güçlü adamı olmuştu.”

Sonrasında onun savaş ortamında British Vogue’a başvurmasını, burada derginin ünlü editörü Audrey Withers’la işbirliğini, dönemin ünlü fotoğrafçılarından Cecil Beaton’la çekişmesini izliyoruz. Lee dirayetli kişiliği, tuttuğunu koparan yapısıyla çok geçmeden cepheye uzanıyor ve burada hafızalara kazınacak kareler yakalıyor. Life dergisi için çalışan David Scherman’la birlikte hareket ediyor, Paris’in kurtuluşuna tanıklık ediyor, peşi sıra Dachau Toplama Kampı’na girip soykırıma, yaşanan zulme ilişkin ilk kareleri çekiyor. Ve nihayetinde Scherman’la, Hitler’in Eva Braun’la birlikte intihar ettikleri gün Führer’in Amerikalı askerler tarafından işgal edilen Münih’teki evine giriyorlar ve burada banyodaki o meşhur pozu çekiyorlar...

Ellen Kunas’ın filmi biyografi türüne ait genel sorunları elbette taşıyor. Şöyle ki seyirci olarak Liz Hannah, Marion Hume, John Collee üçlüsünün kaleme aldığı senaryonun odaklandığı dönemin dışında kalan bölümleri merak ediyorsunuz (nitekim ben bu merakın karşılığı olarak Lee Miller hakkında birçok yazıyı okudum). Bu durum bir yandan filmi eksik hissettiriyor ama öte yandan da yönetmenin ve senaristlerinin asıl olarak ele aldıkları karakterin tarihteki derin görünen izlerini takip ettikleri izlenimini veriyor. Filmde en beğendiğim yanlar Paul Éluard’ın, bizde Zülfü Livaneli’nin şarkısıyla popülerleşen ‘Ey Özgürlük’ adlı şiirinin o karanlık günlerde uçaklardan atılarak insanlara umut aşılayan bir işlev üstlendiğinin gösterilmesi ve yine Éluard’ın Nazileri tanımlarken “Hedefleri sadece Yahudiler değildi, fikri olan herkes, ideallerine uymayan herkes hedefleriydi” şeklinde tanımlarda bulunduğu bölümlerdi. Fransız şair bu kesimlerin aniden kaybolduğunu, trenlere bindirildiğini, yaşlı kadınlar, çocuklar vs. hiçbirinin bir daha geri dönmediğini ifade ediyordu.

 

Yazının Devamını Oku

Kanlı bir feminizm destanı

15 Mart 2025
Alabildiğine sıcak bir ortamda karşı dairedeki yakışıklı fotoğrafçının davetini kırmayıp evine giden ve burada hayatları değişen üç kadın... ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nden hatırladığımız ve en son ‘Emmanuelle’de izlediğimiz Noémie Merlant’ın yönettiği ve kadrosunda da olduğu ‘Balkondaki Kadınlar’ sert tonlara sahip bir #MeToo öyküsü anlatıyor.

Marsilya’da bitmeyen bir sıcaklığın hâkim olduğu bir yaz... İnsanlar mütemadiyen serinlemeye, bir gölge altında dinlenmeye çalışıyor, herkes balkonlarda. Öte yandan bir kadın, kendisini sürekli taciz eden kocasını öldürüyor. Kamera bu cinayet mahalinden uzaklaşıp komşularına uzandığında yazar olmak için çabalayan ve kendisine konu arayan Nicole’le aynı evi paylaşan çevrimiçi seks işçisi Ruby’yi tanıyoruz. Daha sonra onlara, kocasından sıkılmış, canlandırdığı Marilyn Monroe’nun görünümünü set sonrasına da taşıyan oyuncu Élise katılıyor. Bu üç sıkı arkadaşın ortamdaki eğlencesi karşı balkondaki yakışıklı fotoğrafçı Magnani oluyor. Bu genç aslında Nicole’ün yazmayı düşündüğü roman karakteri ve genç kadın, Magnani’ye platonik bir biçimde âşık. Élise arabasını park ederken fotoğrafçının aracına çarpıyor ve aralarında ilk muhabbet başlıyor... Magnani gece onları dairesine davet ediyor ve küçük çaplı bir partinin işaret fişeği yakılıyor. Ama sonrasında işler sarpa sarıyor, sabaha vardıklarında ortaya bambaşka bir manzara çıkıyor...

Céline Sciamma’nın 2019 tarihli yapıtı ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nden (Portrait de la jeune fille en feu) hatırladığımız, daha sonra Cate Blanchett’lı ‘Tár’da karşımıza çıkan ve en son ‘Emmanuelle’de (2024) izlediğimiz Noémie Merlant, ikinci yönetmenlik adımı ‘Balkondaki Kadınlar’da (Les femmes au balcon) sert, kanlı bir #MeToo öyküsü anlatıyor. Konusunu özetlediğim yapım hem görsel açıdan hem de gezindiği duraklar itibariyle çarpıcı bir feminist manifesto niteliğinde. Senaryosunu Noémie Merlant’la birlikte Céline Sciamma ve Pauline Munier’nin kaleme aldığı ‘Balkondaki Kadınlar’,
ana karakterlerinden yazar adayı Nicole’ün gözlemleri eşliğinde anlatılıyor. Genç kadın, arkadaşlarıyla birlikte uzaktan ilgi duyduğu Magnani’nin evine davet edildiğinde yüreği pır pır ediyor ama mekânı çektiği fotoğraflarla süslü genç adamın Ruby’ye tecavüz etmesinin ardından onun karşı koyması ve nihayetinde adamın ölümüyle birlikte düzenleri iyiden iyiye bozuluyor. Cesedi saklamak, yok etmek için verdikleri mücadele, rayından çıkmış hayatları, suçluluk duygusu ve bir yandan da Élise’in yapışık kocası Paul’ün yanlarına gelmesiyle birlikte yeni bir belanın ortaya çıkması, denklemi iyice karıştırıyor.

Hikâye bir yandan üç ana karakterin kendi rotalarına da dönerken sonraları filmin paranormal yanları su yüzüne çıkıyor. Nicole, ölen Magnani’nin hayaletiyle karşılaşıyor ve ona sürekli olarak suçunu itiraf ettirmeye çabalıyor. Meseleyi “Evet, öldürüldün ama buna yol açan sendin”e getirmeye çalışıyor. Bu arada Nicole’ün karşısına Magnani’nin yanı sıra başta üst katlarındaki dairede karısının öldürdüğü adam olmak üzere bir sürü tacizci, tecavüzcü erkeğin hayaleti çıkıyor. Hepsi suçunu inkâr etse de neler yaptıklarının farkındalar...Film, dinamizmi ve renkleriyle Almodóvar’ın erken dönem çalışmaları havasında.

Görsel açıdan etkileyici

‘Balkondaki Kadınlar’da üçlü arkadaş grubunun en sakini görünümdeki Nicole’ü Sanda Codreanu, en delifişek yapıya sahip Ruby’yi Souheila Yacoub canlandırıyor. Élise’deyse yönetmenliği de üstlenen Noémie Merlant’ı izliyoruz. Lucas Bravo fotoğrafçı Magnani’de, Christophe Montenez sarsak koca Paul’de karşımıza çıkıyor.

Noémie Merlant’ın filmi görsel yapısı, dinamik akışı ve can alıcı renkleriyle Pedro Almodóvar’ın erken dönem çalışmaları havasında. Özellikle görüntü yönetmeni Evgenia Alexandrova’nın bazı bölümlerde baş döndüren kamerası ve hızlı kadrajları filme özel bir enerji katıyor. Ama genel bakışıyla egemen erkek kültüre başkaldırı niteliği taşıyan ‘Balkondaki Kadınlar’ zaman zaman klişelere fazla rağbet ediyor ya da şöyle söyleyeyim; kimi bölümlerinde istemeden klişeleşiyor ve bu da filmin çıtasını biraz düşürüyor. Merlant’ın ilk uzun metrajı ‘Mi iubita, mon amour’u izlemedim, dolayısıyla yönetmenlik kariyerindeki son adımı üzerinden nasıl bir yöne evriliyor, yorum yapmam zor olur ama ‘Balkondaki Kadınlar’ biçimsel ve görsel etkileyiciliğine rağmen içerik açısından maalesef aynı çizgiyi tutturamıyor. Lakin yine de görmeye değer bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca kadın meselesinde sözünü sakınmayan cesur bir duruşa sahip.GECENİN KIYISI

Yazının Devamını Oku

‘Yeniden doğarım ölümlerde...’

8 Mart 2025
Dünyayı terk etmek zorunda kalan Mickey Barnes, yeni bir cennet arayışıyla buzul bir gezegene giden koloni gemisinde bir tür deney faresi olarak çalışmakta, ölüm vakalarında yeniden doğarak kaldığı yerden görevine devam etmektedir. ‘Parazit’in yönetmeni Bong Joon-ho’nun son çalışması ‘Mickey 17’, Donald Trump benzeri tiranlara da gönderme yapan, karanlık komedi tadında bir bilimkurgu.

Yıl 2054... İş ortağı Timo’nun tefeciden aldığı parayı ödeyemedikleri için çareyi ortadan yok olmakta bulan Mickey Barnes’ın bu yoldaki seçeneği tuhaf ötesidir: Başarısız bir politikacı olan Kenneth Marshall ve eşi Ylfa’nın ‘çılgın’ projesine bir tür deney faresi olarak katılmak. Timo’nun da pilot olarak görev aldığı bu proje koloni statüsündeki Nilfheim adlı buzul gezegene gidip ari ırk ağırlıklı yeni bir medeniyet kurmak ve insanlığı burada da filizlendirmektir. Mickey ise yeni besinleri dener, gezegenin ıssız bölgelerine gider ve koşullara ilişkin deneylere tabi tutulur. Bu uğraşı esnasında öldüğünde de klonlama vasıtasıyla bedeni, eski anıları ve geçmişi de hafızasına yüklenerek tekrar hayata döndürülür; sıfatı da ‘harcanabilir’dir. Bu süreçte gemideki güvenlik mürettebatı Nasha’ya âşık olur, genç kadın onun için her ölüm ve yeniden yaşama merhabada yanındaki en önemli destek noktasıdır. Gemi gezegene iner ama burada da bir sorun belirir; yöredeki tuhaf görünümlü yaratıklar...

GEZEGENE ÇÖKME PLANI

Türkiye’de daha çok festival eksenli sinema izleyicilerinin tanıdığı ama Oscar’a uzanan ‘Parazit’le (Gisaengchung/2019) tüm dünyada popüler bir isme dönüşen Güney Koreli Bong Joon-ho’yu 6 yıllık aradan sonra karşımıza getiren ‘Mickey 17’ karanlık komedi tadında bir bilimkurgu. Girişte konusunu özetlediğim ve senaryosuna yönetmeninin imza attığı bu çalışma, Edward Ashton’ın 2022 tarihli romanı ‘Mickey 7’den sinemaya uyarlanmış. Film saf bir kişiliğe sahip Mickey’nin tüm canlıların doğasında olan son istasyona vardıktan sonra tekrar kaldığı yerden hayatına devam etmesini ve sık sık “Ölmek nasıl bir şey” türünden sorulara muhatap olduğu serüveni politik göndermeleri olan bir öyküde aktarıyor. Bu göndermelerin öncelikli adresi projenin yöneticisi Kenneth Marshall. Bu karakter huzurumuza önce Elon Musk türü bir profille çıkıyor ama sonradan anlıyoruz ki kendisi asıl olarak Donald Trump: İhtirasları, gezegene çökme planları, yaratıkları yok etme düşüncesi ve özellikle çene yapısıyla... Mekânın asıl sahibi konumunda olan tuhaf görünümlü ama özellikle yavruları sempatik yaratıklar da sanki Amerika’nın gerçek sahipleri Kızılderilileri temsil ediyor gibi geldi bana (!) ama metafor olarak bütün ‘ötekiler’i kapsıyor da olabilirler...

 

MICKEY 17

◊ Yönetmen:

Yazının Devamını Oku

‘Babam eve dönecek mi?’

1 Mart 2025
Brezilya’da askeri diktatörlük zamanı rejim tarafından gözaltına alınan eski milletvekili bir baba ve geride kalan eşinin beş çocuklu ailesini ayakta tutmak için verdiği olağanüstü mücadele... Yarın sabaha karşı dağıtılacak Oscar’larda En İyi Film, En İyi Uluslararası Film ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında aday olan Walter Salles imzalı ‘Hâlâ Buradayım’ son derece çarpıcı bir siyasal drama.

Eunice çocukların mutluluğunu sürdürmek adına güçlü bir kimliği üzerine geçiriyor.

Rio de Janerio, 1970... Eski milletvekili Rubens Paiva kısa süren politik kariyerini bırakıp mesleği inşaat mühendisliğine dönmüş, eşi Eunice, kızları Veroca (Vera), Eliana, Nalu ve Maria’nın yanı sıra tek oğulları Marcelo’yla birlikte hayatın tadını çıkarmaktadır. Leblon semtinde plaja birkaç adım uzaklıktaki evleri 1964’ten beri ülkenin üzerine çöreklenen diktatörlüğün egemenliğini hissetmeyen, misafiri, eğlencesi, partileri bol bir merkezdir adeta. Kızlar sahilde voleybol oynar, Marcelo futbolla meşguliyetin yanı sıra etrafta şaşkınca dolaşan bir köpeği sahiplenir, aile dışarı çıkıp dondurma yer, evi birlikte yaşadıkları Zezé çekip çevirir, dostları da kendilerini sık sık ziyarete gelerek kimi politik konuşmalara dalıp giderler. Sonrasında Paiva’lar büyük kızları Vera’yı eğitim için Londra’ya gönderirler. Derken Ocak 1971’de kapıları çalınır ve eve gelen silahlı görevliler Rubens Paiva’yı apar topar götürür. Üç kişi de aileyle birlikte kalır. Derken Eunice ve kızlardan Eliana da polis merkezine götürülerek sorguya çekilir. Eliana 2 gün içinde serbest kalır ama Eunice yaklaşık 12 gün kadar işkenceye tabi tutulur ve sürekli kocasının neden komünistlere yardım ettiğine dair sorulara muhatap olur. Nihayetinde eve döner ve hiçbir şey olmamış gibi ailenin hayatını idame ettirmesi için çabalar. Öte yandan da kocasının akıbeti hakkında mücadelesini sürdürür.

1998 yapımı ‘Merkez İstasyonu’yla (Central do Brasil) tanıdığımız, daha sonra Che Guevara’nın gençlik döneminde Güney Amerika’da gerçekleştirdiği turu anlatan ‘Motosiklet Günlüğü’ (Diarios de motocicleta, 2004), ‘Karanlık Su’ (Dark Water, 2005), ‘Yolda’ (On the Road, 2012) gibi yapıtlarıyla hatırlanan Walter Salles, yıllar sonra yukarıda konusunu özetlediğim ‘Hâlâ Buradayım’la (Ainda Estou Aqui) karşımıza çıkıyor. Filmin senaryosunu ailenin oğlu Marcelo Rubens Paiva’nın 2015’te yayımlanan aynı adlı kitabından yararlanarak Murilo Hauser ve Heitor Lorega ikilisi kaleme almış. 1964’te başlayıp 1985’e kadar hüküm süren askeri diktatörlüğün yok ettiği onca canın, onca faili meçhulün simgesel kişiliklerinden biri olan Rubens Paiva’nın evinden alınıp ailesinden uzaklaştırılmasını ve bir daha kendisinden haber alınamamasını anlatan film asıl olarak geride kalan karısı Eunice’ın neredeyse tek başına verdiği mücadeleye, onurlu dik duruşuna ve aileyi toparlamasına odaklanıyor.

Film Eunice denizde yüzerken ona adeta gökyüzünden eşlik eden bir helikopterin görüntüsü ve sesiyle açılıyor. Bu durum az sonra üyelerini tanıyacağımız geniş bir ailenin eninde sonunda diktatörlüğün kapılarını çalacağına dair bir işaret sanki... Nitekim mutlu mesut anlar, dönemin öne çıkan müzikleri, satın alınan plaklar, eski tip 16 mm’lik kamerayla çekilen saadet dolu kadrajlar derken çok geçmeden işin rengi değişiyor. Eunice sorguda geçirdiği sarsıcı sürecin ardından çocukların mutluluğunu sürdürmek adına güçlü, dimdik ayakta duran bir kimliği üzerine geçiriyor ve sürekli “Babanız en kısa zamanda aramıza dönecek” mesajını vermeye çalışıyor. Bu acılı dönemin en vurucu sahnesinde Rubens’le birlikte sık sık gittikleri dondurmacıya tekrar uğradıklarında Eunice dükkândaki diğer masalara ve oradaki aile saadetine bakıp gözleri doluyor. Bu durumu kızı da fark ediyor ve bir anlamda artık geri dönülmez noktada olduklarını anlıyor gibiler...

‘Hâlâ Buradayım’ insanı darmadağın eden bir film; bir yanda bütün faşist diktatörlüklerin kendisine muhalif olanlara yaptığı kıyım, öte yanda geride kalanların hiçbir zaman kapanmayan yaraları ve düştükleri derin boşlukta tutunmaya çalışmaları... Bu açıdan birçok sahne gözyaşlarınızı teslim alırken yaşananlara öfkelenmenize de neden oluyor. Yönetmen Walter Salles’ın sakin, kendi içinde akıp giden dingin anlatımı filmin bize aktarmak istediği acıları ve hüznü yavaş yavaş zihnimize zerk ediyor sanki.

Ortada büyük bir zorbalık, haksızlık, adaletsizlik ve her şeyin ötesinde cinayet (daha doğrusu cinayetler) var ve bütün bunların en yakınlarındaki kişiye uygulanması karşısında çaresizlikleriyle baş başa bir aile... Öykü sonrasında önce 70’lerden 1996’ya taşınıyor ve burada Eunice’in verdiği mücadelenin sonuçlandığını, Brezilya devletinin Rubens Paiva’yı işkence altında öldürdüğünü ‘resmi’ bir yazışmayla kabul ettiğini görüyoruz. Öykü 2014’e uzandığında artık torunlarla birlikte daha da büyümüş bir Pavia ailesi ve alzheimer’la boğuşan ama yine de eşi Rubens’i hatırladığını belli eden Eunice karşımıza çıkıyor.

Muhteşem bir performans

‘Hâlâ Buradayım’ kuşkusuz Alfonso Cuarón’un ‘Amarcord’u niteliğindeki ‘Roma’ya kimi yanlarıyla (bir mutluluk merkezi niteliğindeki eşsiz bir ev, aile yapısı, hizmetçileri vs.) benziyor ama oradaki politik sapaklar sanki birer sosyolojik arka plandı. Buradaysa mesele doğrudan siyasi; rejim ailenin üzerinden bir silindir gibi geçiyor. Eunice yokluğuna dair rejimin “Bizde değil” şeklinde ‘resmi’ açıklama yaptığı eşiyle birlikte aynı gece gözaltına alınıp sonradan salıverilen oğlunun öğretmenine, tanıklık yapması için yalvarıyor ve “Kocam tehlikede” diyor. Öğretmenin cevabıysa “Hepimiz tehlikedeyiz” oluyor. Askeri diktatörlük rejiminin yaymak istediği korku iklimine dair filmin bence en çarpıcı sahnelerinden biri de buydu sanırım.

Yazının Devamını Oku

Solmuş günlerin peşinde...

22 Şubat 2025
Eski şatafatlı hayatının ve sahne günlerinin özlemi içindeki bir divanın son zamanları... Pablo Larraín imzalı ‘Maria’ operanın eşsiz sesi Maria Callas’ın yaşamöyküsünde geziniyor. Filmde ‘Diva’yı Angelina Jolie, bir zamanlar hayatını paylaştığı İzmir doğumlu Yunan armatör Aristotle Onassis’i Haluk Bilginer canlandırıyor.

Paris, 1977... Bir zamanların eşsiz sesi, operanın en büyük divası günlerini adeta kendi kabuğunda geçirmektedir. Yemekti, temizlikti, doktor randevusuydu vs. gibi işlerini halleden Bruna ve Ferruccio hayatının iki önemli mihenk taşıdır. Maria Callas bir yandan kaybolan sesinin peşindedir ve tekrar sahneye çıkma özlemi duymaktadır, öte yandan da sık sık geçmişine uzanarak kimi acı-tatlı hatıraları deşmek eğilimindedir.

Pablo Larraín ışıltılı ortamların kalabalıkları içinde yalnız ve sancılı süreçlerin ifadesine dönüşen kadın karakterleri anlatmayı sürdürüyor. Sürecin ilk adımında ‘First Lady Jackie Kennedy’ (Jackie/2016), ikincisinde de Lady Diana (Spencer/2021) vardı. Yukarıda konusunu özetlediğim son yapıtı ‘Maria’ da Maria Callas’ın hayatının son bölümüne odaklanıyor. Film, opera sanatı açısından gelmiş geçmiş en muhteşem sesin trajedisini hatırlatma gibi bir meseleyi üstlenirken bir büyük sanatçının ellerinden kayıp giden mutlu günlerini, zirvedeki konumunu ve nihayetinde finale doğru yaşadığı yalnızlığı ve bu durumla baş edememe halini anlatıyor.

Evdeki ikiliden özellikle Bruna ona duymak istediklerini söylüyor, iltifatlarda bulunuyor, Ferruccio ise daha itidalli, daha mantıklı davranıyor (özellikle doktor randevuları konusunda ısrarlı) ama onun da hanımefendiye kabul ettirdiği şeyler sınırlı oluyor. Bütün bu aşamalarda Callas’ın sığındığı en büyük liman Mandrax adlı, sakinleştirici etkisi olan ama bağımlılık yapan bir ilaç (öyle ki kendi hayatı hakkında bir film çekmesini hayal ettiği yapımcıya da Mandrax ismini veriyor).

‘Maria’ ele aldığı karakterin hüznünü, açmazlarını, şimdiki zamanda tutunamayışını ve ölümüne doğru attığı kaçınılmaz adımları anlatma derdinde olan bir çalışma. Görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın Paris’in kimi yörelerinden yakaladığı enfes kadrajlar öykünün melankoli katsayısının yükselmesine elbette yardımcı oluyor.

Maria Callas’ın, yönetmen Larraín’ın perdeye taşıdığı diğer iki önemli figürden, yani Jackie ve Diana’dan farklı şöyle bir yanı var: Onlar ışıltılar içinde kaybolan hayatlarının, sade ve sakin günlerinin özlemi içersindeydiler, Maria Callas ise elinden kayıp giden şatafatlı, görkemli zamanlarının peşinde ve sahnesini, alkışlarını, kitlesini, el üstünde tutulduğu zamanları ve günleri arıyor...

Oyunculuklara gelince... Angelina Jolie, Callas’a hayat vermekte ve operaları seslendirmekte başarılı ama ben yine de hafızamdaki Maria Callas görüntüleri ve izleriyle kendisini eşleştirmekte biraz zorlandım. Divanın aşkı ama en güvendiği dönemde kendisini terk ederek dul Jackie Kennedy’yle evlenen ve bu durumu basın yoluyla öğrendiği Aristotle Onassis’teyse Haluk Bilginer kısa, öz ve etkileyici bir kompozisyon sunuyor. İzmir doğumlu armatörü 1978 yapımı kurgusal bir yapım olan ‘The Greek Tycoon’da Anthony Quinn, 1988 yapımı ‘The Richest Man in the World’ adlı TV filmindeyse Raul Julia canlandırmıştı, Bilginer de aynı karaktere kendi dokunuşunu katıyor. Bruna’da Alba Rohrwacher’i, Ferruccio’da usta İtalyan aktör Pierfrancesco Favino’yu, Mandrax’ta Kodi Smit-McPhee’yi izlediğimiz yapımda Valeria Golino da Maria’nın ablası Yakinthi’de karşımıza geliyor.

Foto albüm havasında

‘Maria’, Pablo Larraín’ın yazı boyunca bahsettiğim daha önceki iki kadın portresi kadar doyurucu ve etkileyici gelmedi bana. Bunun nedeni sanırım ele aldığı karakterin sanatsal dünyasını yansıtmaya yönelik sinemasal dokunuşlara soyunması ama bu durumun duygusal açıdan üstesinden gelinememesi olmuş. Senaryosunu tıpkı ‘Spencer’da olduğu gibi Steven Knight’ın kaleme aldığı ‘Maria’ kimi etkileyici sahnelere ve güzel kadrajlara sahip, çok değerli bir şahsiyetin geride bıraktığı bir foto albüm havasında... Ama yine de böylesi bir abideyi tanımamış yeni nesil izleyici için görülmesi gereken bir yapım diye düşünüyorum...

Yazının Devamını Oku

‘Biri bizi gözetliyor’

15 Şubat 2025
Son derece güzel bir banliyö evine taşınan dört kişilik aile ve buradaki mevcudiyetini yavaş yavaş hatırlatan görünmez bir varlık. Klasik ‘hayaletli ev’ yapımlarından farklı olarak bir aile draması şeklinde gelişen ve özellikle görsel anlatımıyla dikkat çeken ‘Varlık’ yönetmen Steven Soderbergh’ün imzasını taşıyor. Kadrosundaki en tanınmış sima, anneyi canlandıran Lucy Liu.

Orta-üst sınıftan bir Amerikan ailesi... Anne Rebekah hırslı bir yapıya sahiptir ve elinde laptop’u, her daim zihni işiyle meşguldür. Baba Chris ise koca cüssesine rağmen çocuksu, duygusal, empati kurma konusunda gelişkin bir kişiliğin ifadesidir. Tyler dinamik ama duygusal yanı pek gelişmemiş, olgunluk çizgisinden uzakta bir gençtir. Chloe ise duyarlı, babasını andıran, okumaya yatkın bir genç kızdır ve çok yakın arkadaşının ölümünden dolayı bir türlü üstesinden gelemediği bir travmadan mustariptir.

Bu modern, çekirdek yapı iki katlı, ön cephesi sokağa bakan, arka cephesi bahçeli, yüz yıllık tarihe sahip bir eve (başlarda gördüğümüz emlakçı kadın öyle aktarır) taşınır... Lakin evde sanki onlardan önce gelmiş, görünmez biri vardır ve onun mevcudiyetini Chloe keşfeder.

‘Seks Yalanları’yla (Sex, Lies, and Videotape/1989) Cannes’da keşfedildikten sonra birçok sağlam yapıtla (‘Kafka’, ‘Tepenin Kralı’, ‘Out of Sight’, ‘Erin Brockovich’, ‘Traffic’, ‘Ocean’s 11’, ‘Solaris’, ‘The Good German’, ‘Contagion’ gibi) yoluna devam eden Steven Soderbergh portfoyünü çok çeşitli türlerde öyküler ve adımlarla donatmış bir isim. Girişte konusunu özetlediğim son çalışması ‘Varlık’ (Presence) ise ‘hayaletli ev’ temasına farklı bir soluk getirme çabasında. Söz konusu film görsel açıdan ilk karesinden itibaren bize evin içinde yaşadığı düşündürülen varlığın cephesinden anlatılıyor; kamera adeta bu görünmeyen ev sahibinin gözü gibi çalışıyor. Malum, bu tür anlatılar çok eskiden beri Amerikan korku geleneğinin klasik temalarından biridir ve aynı mesele farklı biçimlerde sürekli aktarılır. Birkaç ay önce (Ekim 2024) bizde de gösterime giren ‘Gülümse 2’ filmi (Smile 2) bu kulvarda yenilik çabasına soyunan bir yapımdı ve orada ana karakter için rahatsız edici bir unsura dönüşen varlık, hayalet, iblis vs. ne derseniz deyin, görülmeyen tehlikenin gerçekten var olup olmadığı belirsizdi, çünkü öykü bizi bütün bu tedirgin edici elementi ana karakterin zihninin de yaratmış olabileceği kuşkusuyla yüklüyordu.

 

İYİLİKSEVER BİR ‘VARLIK’

Steven Soderbergh’ün ‘Varlık’ındaysa bu unsur ana karakterin kendisi gibi, çünkü filmde kamera, yukarıda da belirttiğim üzere, bu görünmeyen parçanın gözü gibi çalışırken giderek kendisini Chloe üzerinden aileye

Yazının Devamını Oku

Vatikan cephesinde yeni bir şey olacak mı?

8 Şubat 2025
Görevdeki papanın ölümü üzerine yenisini seçmek üzere Vatikan’da toplanan kardinaller ve seçim süreci boyunca yaşanan kimi ayak oyunlarıyla bunlara karşı çıkan vicdanlı bir yönetici... Sekiz dalda Oscar’a aday olan Edward Berger imzalı ‘Konsey’in (Conclave) en güçlü yanı başta Ralph Fiennes olmak üzere Stanley Tucci, John Lithgow, Sergio Castellitto ve Isabella Rossellini’den oluşan oyuncu kadrosu.

Mevcut papanın vefatının ardından Vatikan yenisini seçmek üzere harekete geçer. Kardinal Lawrence, aynı zamanda kutsallık içeren bu organizasyonun sağlanması için seçilen kişidir. Dünyanın her yerinden gelen çok sayıda kardinal ve başpiskopos, Sistine Şapeli’ne kapanacak ve mutlak çoğunluğa ulaşılana kadar oylama devam edecektir. Bütün bu süreç kaygan bir zemin üzerinde gerçekleşir ve Kardinal Lawrence öne çıkan adaylarla birlikte adeta kendini vicdani bir sınavdan geçirir...

Lewis Milestone’un, Erich Maria Remarque’ın romanından uyarladığı 1930 tarihli antimilitarist klasiği ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un (All Quiet on the Western Front) 2022 tarihli yeniden çevrimiyle tanıdığımız Edward Berger, yukarıda özetlediğim son yapıtı ‘Konsey’de yine birtakım cephelerin (!) belirdiği bir ortamı anlatıyor. Robert Harris’in 2016 tarihli romanından Peter Straughan’ın senaryosuyla sinemaya taşınan metin, dinamik bir örgüye sahip. Tanrı’ya ve dine değil ama kiliseye olan inancını yitirmiş konumdaki Thomas Lawrence her şeye rağmen papalık görevini en doğru seçeneğe teslim etme yolunda çaba gösterirken sahaya çıkan tüm adayların giderek kendi içinde birçok falsoyu barındırdığını görüyoruz. İngiliz kardinal için işler henüz start aşamasındayken en uygun kişi, vefat eden papanın reformist çizgisini sürdürebilecek izlemini veren liberal yapıya sahip Aldo Bellini görünüyor. Homofobik, ırkçı görüşleri olan ve kiliseyi yeniden ‘fabrika ayarları’na (!) döndürmek isteyen İtalyan Kardinal Goffredo Tedesco ise en uç noktadadır. Müteveffa papayla arası iyi olduğu bilinen ve muhafazakâr görüşlere sahip Joseph Tremblay’le ilk siyah papa olma potansiyelini barındıran ama gerici sulara daha yakın gezinen Loshua Adeyimi de diğer seçenekler arasındadır. Süreç içinde Kabil’de görev yapan ve liberal bir noktada duran Meksikalı Vincent Benitez bir başka alternatif olarak belirir. İşin ilginci oylama turları başladığında bu göreve talip olmamasına rağmen Lawrence’ın da ciddi bir potansiyeli olduğu görülür...Isabella Rossellini, ölen papanın en büyük sırdaşı Agnes olarak karşımızda.

‘Konsey’ bütün bu seçim serüvenini gerilimli bir atmosfer ve akışla perdeye taşıyor. Bir yandan oylamalar devam ederken öte yandan kimi adayların eski defterleri (dinsel bir öykü anlatıldığına göre ‘günahları’ demek daha doğru sanırım!) ortaya dökülüyor, doğal olarak kazanma ihtimalleri azalıyor. İbre sürekli gidip geliyor, bu aşamada da film polisiye tatlara bürünüyor. Vatikan’ın bir tür ‘kara kutusu’ görümündeki rahibe Agnes (kendisi ölen papanın en büyük sırdaşı) da gidişatı etkileyen önemli bir figür olarak beliriyor.

‘12 Öfkeli Papa’

Dışarıdaki kimi eleştirmenlerin, Sidney Lumet’in 1957 tarihli mahkeme draması niteliğindeki klasiği ’12 Öfkeli Adam’ı (Twelve Angry Men) da çağrıştırdığı için ’12 Öfkeli Papa’ şeklinde ele aldıkları ‘Konsey’ aslında polisiyenin kimi klişeleri üzerinde yükseliyor. Zihninizi biraz zorlayarak gelişmeleri çözmeniz ve ‘Katil kim’i (yani ‘Yeni Papa’yı) bulmanız mümkün. Ama yine de hem yaratılan atmosfer hem de asıl olarak basit konturlarla çizilmiş ana karakterleri sahicileştiren klas oyuncu kadrosu filmi üst noktalara taşıyor. Sekiz dalda Oscar’a aday olan yapımda En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Adrien Brody’yle (The Brutalist) yarışacak olan Ralph Fiennes, Kardinal Thomas’ta çok çok iyi bir performans ortaya koyuyor. Keza Bellini’de Stanley Tucci, Tremblay’de John Lithgow, Tedesco’da da Sergio Castellitto ustalıklarını konuştururken rahibe Agnes’ta da Isabella Rossellini dikkat çekici bir gösteri gerçekleştiriyor (ki o da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’da Oscar’a aday oldu).

‘Konsey’ temel olarak Tanrı’nın yeryüzündeki birinci elden temsilcileri konumundaki figürlerin insanın doğasındaki karanlık yanlardan pek de azade olmadıklarını, entrika, ayak oyunları ve politik çekişmeler eşliğinde aktaran bir öyküyle hatırlatıyor. Aynı meselelerde gezinen Fernando Meirelles’in 2019 tarihli ‘The Two Papas’ını izlemedim ama Nanni Moretti’nin ‘Habemus Papam’ı (2011), kilise, inanç ve insan doğası hakkında doğrusu daha çarpıcı bir filmdi diye düşünüyorum. ‘Konsey’in heyecan katsayısını yükselten ve Sistine Şapeli’nin pencerelerinin büyük bir gürültüyle kırılmasına neden olan patlama sahnesinin metaforu ‘Kutsal Ruh’un içeri girerek bir uyarıda bulunması mıdır bilemem ama gerçek karşılığının bir önceki çalışması ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta bu türden çok sayıda sahne çekmiş olan yönetmen Edward Berger’in “Bu öyküye de bir patlamalı aksiyon dahil edeyim de maharetimi göstereyim” olduğu kanısındayım!
Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez

◊ Yönetmen: James Mangold◊ Oyuncular: Timothée Chalamet, Edward Norton, Elle Fanning, Monica Barbaro, Boyd Holbrook, Scoot McNairy, Dan Fogler, Norbert Leo Butz, P. J. Byrne, Will Harrison, Eriko HatsuneABD yapımı

Yazının Devamını Oku

Mimarın göçmen olarak portresi...

1 Şubat 2025
2. Dünya Savaşı sonrası geleceğini ABD’de arayan Macar kökenli bir mimar ve hamisi konumundaki bir zenginle olan gelgitli ilişkisi... Brady Corbet’in 10 dalda Oscar’a aday olan filmi ‘The Brutalist’ bir yaratıcının acılı serüveninin yanı sıra Amerikan kapitalizminin dinamikleri üzerine de etkileyici bir öyküyü perdeye taşıyor.

Yıl 1947... Macar kökenli Yahudi mimar László Tóth, yeni bir gelecek aramak adına ABD’ye ayak basar. Peşi sıra Pennsylvania’da eşi Audrey ile bir mobilya mağazasını işleten kuzeni Attila’nın yanına gider. Birlikte aldıkları işte genç Harrison Lee Van Buren onlardan, yörenin zengini babası Harrison’ın kütüphanesinin revizyonunu yapmalarını ister. Lakin baba bu değişikliğe sert tepki gösterir ve ikiliyi kovar. Kuzeninin işi batırdığını söyleyip kendisini kapı önüne koymasıyla László, kömür ocağında çalışmaya başlar. Tam bu esnada Harrison Lee Van Buren yeniden ortaya çıkar çünkü Macar mimarın tasarladığı minimalist kütüphane Look dergisi tarafından övgülere boğulmuştur. Ona yakınlarda kaybettiği annesinin hatırasına yapılacak bir merkez tasarımını ve inşasını teklif eder. Geniş bir arazi üzerine kurulacak bu komplekste kütüphane, spor salonu, oditoryum ve ibadethane (şapel) yer alacaktır. László Avrupa’da mahsur kalmış eşi Erzsébet ve yetim yeğeni Zsófia’yı yanına almak için bürokratik engellerin üstesinden gelmeye çalışırken bir yandan da hayatının projesi olarak gördüğü merkezin ortaya çıkması için olağanüstü bir çaba içine girer. Bu süreçte Harrison Lee Van Buren’in sorunlu kişiliği en büyük engellerden biridir...

 

THE BRUTALIST

◊ Yönetmen: Brady Corbet

◊ Oyuncular: Adrien Brody, Felicity Jones, Guy Pearce, Joe Alwyn, Raffey Cassidy, Isaach De Bankolé, Alessandro Nivola, Stacy Martin, Emma Laird, Jonathan Hyde, Peter Polycarpou, Ariane Labed,
Peter Polycarpou

ABD-İngiltere-Kanada ortak yapımı

Yazının Devamını Oku