Uğur Vardan

Zombiler eşliğinde felsefi bir yolculuk

21 Haziran 2025
Günler, haftalar derken sırada yıllar var... ‘28 Yıl Sonra’ anakarası enfekte olmuş İngiltere ortamında yaşamlarını küçük bir adada, izole biçimde sürdüren bir aileyi ve çocukları Spike’ın büyüme öyküsünü anlatıyor. Zombi külliyatı içinde hayat ve ölüm üzerine felsefi, ruhani meselelere kulak veren bir yapı barındıran filmde başrolleri Alfie Williams, Aaron Taylor-Johnson, Jodie Comer ve Ralph Fiennes paylaşıyor.

Britanya Adası, öfke ve şiddet çizgilerini en üst düzeye taşırken etkisini de çok çabuk gösteren virüsle tanışalı ve koca bir nüfusu kaybedeli neredeyse 28 yılı aşkın bir süre olmuştur. Enfekte olanlarla sayıları çok az kalan insani grup arasındaki mesafe bir yandan belirsizleşirken yaklaşık 180 kişiden oluşan bir topluluk, çözümü Kuzey İngiltere’de anakaraya bağlantısını su üzerinden kuran ve zaman zaman güvenliğe ilişkin savunusunu medcezir sayesinde sağlayan bir adada (Holy Island) bulmuştur. Burada kendilerine ait bir uygarlık ve yaşam biçimi oluşturan grup içinde büyüme dönemini yaşayan Spike için bir eşiği atlama zamanı gelmiştir. O da şudur: Babası Jamie himayesinde anakaraya çıkacak ve enfekte edilen gruptan bazılarını avlayarak ergenliğe imzasını atacak ama asıl olarak vahşi denklemde ve coğrafyada ayakta yani hayatta kalmanın yollarını deneyimleyerek görecektir. Okları ve yaylarıyla sahaya çıkan baba-oğul bu sınavı atlatmaya çalışırlar, öte yandan Spike’ın annesi tanımsız bir hastalığın pençesindedir ve oğlu onun iyileşmesi için de çaba sarf etmektedir.

Değerini sonradan buldu

Sinemaya kimi TV filmleri ve dizilerle ‘Merhaba’ dedikten sonra ‘Mezarını Derin Kaz’la (Shallow Grave/1994) farkını hissettiren ama çarpıcı çıkışını sonradan ‘kült’leşen 1996 yapımı ‘Trainspotting’le yapan Danny Boyle, meslek serüveni boyunca genel çerçevede çok iyi yapımlara imza attı. 2000’lerin başında birçok filmde birlikte çalıştığı Alex Garland’ın senaryosundan çektiği ‘28 Gün Sonra’ da (28 Days Later), değerini sonradan bulan işlerinden oldu. Bir grup hayvanseverin denekleri kurtarmak için düzenlediği baskında salıverilen maymun kaynaklı salgının ardından dehşetengiz bir durumun ifadesi olan 2002’deki bu adımı 2007’de ‘28 Hafta Sonra’ (28 Weeks Later) takip etti. Bu kez yönetmen koltuğunda İspanyol Juan Carlos Fresnadillo vardı. Girişte konusunu özetlediğim ‘28 Yıl Sonra’yla (28 Years Later) Danny Boyle-Alex Garland ikilisi tekrar komutayı devralıyor ve seriyi bana kalırsa hem ayağa kaldırıyorlar hem de son derece etkileyici bir geri dönüşe imza atıyorlar.‘28 Gün Sonra’ ve ‘28 Hafta Sonra’nın ardından son derece etkili bir geri dönüşe imza atan filmde Dr. Kelson rolünde İngiliz aktör Ralph Fiennes var.

Bu üçüncü adım öncelikle bir büyüme hikâyesi anlatıyor. 12 yaşındaki Spike babasıyla birlikte anakarada enfekte olanlarla mücadele için sahaya çıkarken hem insanlığını yaşama konusunda mesafe kat etmek hem bir tür evrimde yok olmamak ve soyunu sürdürmek için gerekli teknikleri, yöntemleri öğreniyor. Öte yandan annesinin hastalığı ve onun bu derde derman olmak için çare arama çabası genç dimağını yaşam ve ölüm arasındaki o dengenin tam ortasına taşıyor. Anakarada gördüğü, uzaktaki ateş Spike için bir umut ışığına dönüşüyor. O alevlerin sahibinin kendisinden yıllardır haber alınamayan Dr. Kelson olma ihtimalinin, annesi için çare olabileceğini düşündürüyor. Eşi Isla’nın hayatta kalması için çaba gösterirken bir yandan da kaçamak ilişki sürdüren Jamie’nin bu sırrından haberdar olan Spike, babasına güvenini kaybediyor. Bu da ‘büyüme hikâyesi’nin bir başka ayağı elbet; büyükler yalan söyler, yalanla yaşar! Annesine ihanet ettiğini düşündüğü babası, onun için uzak durması gerekilen bir noktaya dönüşüyor.

Annesiyle birlikte tedavi için Dr. Kelson’ı arama gayreti, bulduklarında içine dahil oldukları felsefi meseleler, ‘Memento mori’ (Ölümü hatırla) fikriyatı, lider zombilerden bir ‘Alfa’nın ve onun, yeni doğmuş ama enfekte olmamış bebeği vs. öykünün yatağını derinden değiştiriyor.

Meseleyi sanırım şöyle açmak lazım; Boyle-Garland ikilisi ilk iki filmin temel yapısını koruyup üzerine farklı bir gidişat ve bakış açısı inşa etmişler. Bu üçüncü adım enfekte olanlarla insanlık vasfını kaybetmemiş bir grubun varlığını esas alıyor ama belli bir noktadan sonra seyircisini ana-oğul denklemi eşliğinde ‘ruhani’ bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta rotayı belirleyen Dr. Kelson da ‘bilim kökenli bir şifacı’ profili çiziyor, ki kendisi birçok Batılı eleştirmenin belirttiği gibi ‘Kıyamet’in (Apocalypse Now) Albay Kurtz’unu (Marlon Brando canlandırmıştı) da andırıyor. Dolayısıyla ilk iki filmin izlerinden yola çıkarak üçüncü hamlede benzer bir atmosfer, aksiyon, zombilerle mücadele gibi unsurları bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilecek bir tonu ve derdi var ‘28 Yıl Sonra’nın. Ama mesela ben bu yanlarıyla filmi çok çok beğendim ve ‘auteur’ dokunuşuna sahip, distopik ve felsefi dertlerle örülü bir korku-gerilim çalışması olarak bağrıma bastım!

Filmin yıldızları

Minik Spike’ta Alfie Williams’ın masumiyetini korumakta ısrar eden bir çocuk portresini fazlasıyla inandırıcı halde perdeye taşıdığı yapımda Aaron Taylor-Johnson da baba Jamie’de iyi bir iş çıkarıyor. Ama filmin asıl yıldızları anne Isla’da Jodie Comer ve sonradan sahneye çıkıp  sanki öykünün merkezine dönüşen Dr. Kelson rolündeki Ralph Fiennes. İkili adeta bu yapıtın mihenk taşları.

Yazının Devamını Oku

Kalple cüzdan arasındaki o yol ayrımında...

14 Haziran 2025
‘Tam Bana Göre’ New York’taki lüks çöpçatanlık şirketinin başarılı elemanı Lucy’nin kendi boş kalbini doldurmak için zengin bir adayla eski sevgilisi arasındaki gelgitlerini anlatıyor. Celine Song imzalı yapımın başrollerini Dakota Johnson, Chris Evans ve Pedro Pascal üçlüsü paylaşıyor.

Lucy 30’lu yaşlarındadır ve New York’ta Adore adlı çöpçatanlık şirketinin gözde elemanlarındandır. Müşterileri arasında tam dokuz çift evliliğe imza atmıştır. Kariyerinin zirvesindeyken müşterilerinden birinin düğün törenine davet edilir ve burada damadın abisi Harry’yle tanışır. Söz konusu kişi zengin ve çekici biridir. Âşık olduğu kadını istediği yere götürebilir, şahane bir hayat yaşatabilir özelliklere ve sermayeye sahiptir. Böyle profillere ‘çöpçatan jargonu’nda ‘tek boynuzlu at’ denmektedir. Lucy oturduğu masada Harry’yle muhabbetini ilerletirken birden araya eski sevgilisi John girer. Meteliksiz bir hayatın temsilcisi olan bu genç adam, bir yandan tiyatroda oyunculuk yapmakta, öte yandan da kısa süreli işlerle ayakta kalmaya çabalamaktadır. Düğünde hizmet veren garsonlar arasındadır ve onların oturduğu masaya bakar.

Çok geçmeden şöyle bir süreç yaşanır; Lucy, Harry’yle çıkmaya ve lüks, dertsiz tasasız bir hayal dünyasının içinde yaşamaya başlar ama öte yandan mali koşulların neden olduğu eski ayrılığının izleri adeta peşindedir ve John da güçlü bir seçenek olarak varlığını sürdürmektedir.

 

TAM BANA GÖRE

◊ Yönetmen: Celine Song

◊ Oyuncular: Dakota Johnson, Chris Evans, Pedro Pascal, Zoë Winters, Marin Ireland, Louisa Jacobson, Dasha Nekrasova, Emmy Wheeler, Eddie Cahill, Sawyer Spielberg, Joseph Lee, John Magaro, Nedra Marie Taylor

ABD-Finlandiya ortak yapımı

Yazının Devamını Oku

‘Yakıcı’ bir tetikçi!

7 Haziran 2025
Küçük yaştayken babası bir baskında öldürülen Eve Macarro, tetikçi olarak yetişir ve intikam amacıyla dev bir yapıya karşı mücadele eder. Seyirciyi ‘John Wick’ serisine bağlı yeni bir kahramanla tanıştıran ve başrolünde Meksika kökenli Ana de Armas’ı karşımıza çıkaran ‘Ballerina’ aksiyon dozajı yüksek sahneleriyle dikkat çekiyor.

Babası gözleri önünde evlerini basan bir ölüm timi tarafından yok edilen minik Eve, saldırganların birinin bileğinde çapraz işarete (X vari) sahip bir damga görür. Sonra da suikatçı yetiştiren ama bale merkezi görüntüsündeki Ruska Roma örgütüne dahil olup burada acımasız bir tetikçiye dönüşen Eve Macarro bir yandan parmakları kan içinde kalıncaya kadar bale eğitimini sürdürür, öte yandan da yumruklar, tekmeler, karate sanatından pasajlar eşliğinde hem iyi bir dövüşçü olur hem de talimler vasıtasıyla her türlü silahı kullanma konusunda üst düzey bir eğitim alır. Nihayetinde teorisini pratiğe dökme aşamasına gelir ve sahaya çıkarak kimi operasyonlarda kanlı görevler üstlenir...

Bu arada bir tesadüf eseri kendisine saldıran bir suçlunun kolunda gördüğü damga yarasını bir kez daha deşer ve babasının öldürenlere karşı içinde büyüttüğü intikam duygusuyla hareket etmeye başlar...

Bildiğiniz gibi günümüz sinemasında ‘James Bond’, ‘Mission: Impossible’, ‘Hızlı ve Öfkeli’ ve ‘Jason Bourne’ gibi aksiyon cephesinin öncü serileri arasına son dönemde ‘John Wick’ de katıldı. Köpeğinin öldürülmesi üzerine intikam motivasyonunuyla, uzak durduğu dünyanın içine yeniden dönen eski bir tetikçi karakteri üzerine inşa edilen ilk adımın ardından eldeki malzemenin potansiyeli görüldü ve arka arkaya çekilen filmlerle etkileyici bir seri oluşturuldu. Başrolünde Keanu Reeves’i izlediğimiz bu cephede bugüne kadar dört film çekilirken John Wick önce Rus, sonra İtalyan mafyasına, peşi sıra da suç konseyi niteliğindeki ‘Yüksek Şûra’ya karşı hayatta kalma mücadelesi vermişti. Girişte konusunu özetlediğim ‘Ballerina’ ise ‘John Wick’e ait ana gövdeye eklemlenen ve gürleşmesi beklenen yeni bir dal niteliğinde... Serinin ilk filmini Chad Stahelski-David Leitch ikilisi çekmiş, sonra Stahelski ‘solo’ olarak devam etmişti, yeni adımdaysa kamera arkasına Len Wiseman geçmiş. ‘Karanlıklar Ülkesi’ serisinin ilk iki adımında imzası olan Amerikalı yönetmen, en son ‘Gerçeğe Çağrı’nın (Total Recall) 2012 tarihli yeniden çevrimine imza atmıştı. Senaryosunu Shay Hatten-Derek Kolstad ikilisinin kaleme aldığı ‘Ballerina’, öyküsünde John Wick’i toplamda 10 dakikayı bile bulmayan bir sürede kullanıyor. Başlarda Ruska Roma’nın direktörüyle köpeğinin intikamını alması üzerine muhabbet ederken görülen Wick, sonlara doğru tekrar sahneye çıkıyor.

Len Wiseman’ın yapıtında da ana rota intikam duygusu etrafında tanımlanırken Eve Macarro aldığı eğitim sonucu tam bir ölüm makinesine dönüşüyor. Yönetmen ve teknik ekip de ana karakterin aksiyon sahnelerini olabildiğince estetize etmek için koreografik dokunuşlarla özel gayrete soyunurken alev makinelerini meseleye dahil ederek farklı görüntüler elde etmeye çalışmış. Hoş, birçok aksiyon yapımında görkemli sahneler ve alabildiğine estetik kadrajlar olsa da öykü ve diyaloglar genellikle vasatı aşamaz. Yaratıcı ekip böylesi filmlerde seyircinin salona hikâye için değil aksiyon için geldiğini bildiğinden  bu türlü meseleleri de dert etmez. ‘Ballerina’da da başlarda sıkıcı ve klişe bölümler var ama iş vurdu-kırdı kısmına gelince taşlar yerine oturuyor ve beklenen sonuç alınıyor diyebiliriz.

Keanu Reeves’in John Wick’te tüm cool’luğuyla arzı endam ettiği yapımda Ana de Armas, Bond filmi ‘Ölmek İçin Zaman Yok’taki (No Time to Die) aksiyon stajının (!) ardından burada üzerine düşenin üstesinden gelmeyi başarıyor. Eve düşmanlarını alt ederken de tabanca, makineli tüfek, bıçak, kılıç, balta, alev makinesi, el bombasının yanı sıra buz pateni ayakkabısı bile kullanıyor. Ian McShane ve ‘rahmetli’ Lance Reddick bir kez daha New York-The Continental Hotel çatısı altında karşımıza çıkarken Ruska Roma direktöründe Angelina Huston’ı, Eve’in mücadele ettiği oluşumun lideri Şansölye’de Gabriel Byrne’ü, yok edilmesi için üzerine ödül konan eski suçlu Daniel Pine’da da Norman Reedus’u izliyoruz.

BALLERINA

Yazının Devamını Oku

Ah şu ultra-zenginlerin dertleri!

31 Mayıs 2025
Uğradığı altıncı suikasttan da kurtulan işinsanı Korda, servetini uzun süredir ilgisinden mahrum bıraktığı rahibe adayı kızına bırakmaya karar verir. Wes Anderson’ın görsel yanı güçlü, tuhaf karakterlerle örülü çocuksu dünyasının yeni hamlesi olan ‘Fenike Planı’nda ana karakterlere Benicio del Toro, Mia Threapleton ve Michael Cera hayat veriyor. Yan rollerdeyse Scarlett Johansson, Benedict Cumberbatch, Riz Ahmed, Jeffrey Wright, Bill Murray, Tom Hanks, Bryan Cranston, Charlotte Gainsbourg ve Willem Dafoe karşımıza çıkıyor.

Yıl 1956... Pek de sevilecek bir yanı olmayan acımasız kapitalist Zsa-zsa Korda özel uçağıyla seyahat ederken suikasta uğrar. Bu, onun ölümü için girişilen altıncı eylemdir. Olayın ardından servetini korumak ve kollamak adına pek de görüşmediği rahibe adayı kızını yanına çağırırak vârisi olmasını ister, öte yandan bir kısmını evlatlık edindiği dokuz oğlu (hepsi çocuk yaştadır) da vardır. Araları pek iyi olmasa da kızı Liesl babasının bu teklifini, kimi karanlık noktaların açığa çıkması adına kabul eder. Asıl derdi, söylentilere göre annesini öldürdüğü iddia edilen Korda’nın bu eylemi yapan kişi olup olmadığını öğrenmektir. Ya da eğer babası değilse gerçek katilin kimliğini ortaya çıkarmaktır. Baba-kız, Korda’nın böcekler konusunda uzman genç öğretmeni ve asistanı konumundaki İskandinav kökenli Bjorn Lund’la birlikte şirketi kurtarmak adına kimi çevrelerden borç ve destek almak için arayışlara koyulur. Bu arada Korda özellikle ABD piyasası için tehlikeli bir figürdür, durdurulması ya da yok edilmesi gerekmektedir...

‘Rushmore’, ‘Tenenbaum Ailesi’ (The Royal Tenenbaums), ‘Suda Yaşam’ (The Life Aquatic with Steve Zissou), ‘The Darjeeling Limited’ ve de özellikle ‘The Grand Budapest Hotel’ gibi yapıtlarıyla birçok sinemaseverin gönlüne taht kuran, kimi eleştirmenlere göre de ‘dâhi’ kabul edilen
(ki benim için bu tür unvanların ve methiyelerin çok uzağındaydı) Wes Anderson oturmuş tarzı ve dünyasıyla filmler çekmeyi sürdürüyor elbet. Lakin özellikle yanda konusunu özetlediğim son filmi ‘Fenike Planı’yla (The Phoenician Scheme) birlikte önceki iki çalışması ‘Fransız Postası’yla (The French Dispatch) ‘Asteroit Şehir’ (Asteroid City) göz önüne alındığında artık iyiden iyiye kendini tekrarladığını, çocuksu dünyasının eski ışıltısını kaybettiğini ve tükendiğini görmek mümkün (tabii ki bence).Ana karakter Korda ölümle yüz yüze geldiği anlarda siyah-beyaz görüntüler eşliğinde, bir ‘öte dünya’ atmosferinde geziniyor.

‘Fenike Planı’ üç ana karakterin eşliğinde ilerlerken Korda’nın yeni kaynak tahsisi için soyunduğu çabalarda karşımıza acemi Prens Farouk, basketbol sevdalısı iki kardeş Leland ve Reagan, eğlence sektöründen Marsilyalı Bob, nakliyeci Marty gibi profiller çıkıyor. Sonradan da devreye kuzen Hilda ve üvey kardeşi Nubar giriyor. Bütün bu toplam içinde Wes Anderson, senaryosunu Roman Coppola’yla yazdığı son adımında her zamanki gibi çizgi dışı karakterler geçidini sürdürüyor. Lakin bu durum komedisi anlar ya da öyküye ait unsurların tuhaf diyalogları sakince yansıtma halleri Anderson sinemasında bence giderek yorucu ve sıkıcı bir hale dönüştü. İşin kötüsü de yönetmen bu tabloya çare bulamıyor. ‘Fenike Planı’ özelinde Korda ölümle yüz yüze geldiği her durumda paralel bir evrene (rüyalar âlemi) uzanıyor ve siyah-beyaz görüntüler eşliğinde Tanrı ve melekler olduğunu sandığımız bir ‘öte dünya’ atmosferi içinde geziniyor. Burada kötücül işinsanı hesaba çekiliyor ama her seferinde hayata geri dönüyor. Söylemek istediğim; bu türden kaçışlar ve hınzırlıklar filmi kurtaramıyor.

Gözümüzü okşuyor ama...

Bana kalırsa Wes Anderson yaş almasına rağmen büyümüyor. Bunda bir sorun yok; çocuklukta ısrar; enerji, yaşama sevinci ve hayat dolu olmak demek ama benim kastım yönetmenin sinemasının bir türlü büyüyemiyor olması. Öyküleri ve filmleri sığ sularda gezinmeyi sürdürüyor. Bir de hayatla ilişkinizi ideolojik bakışın uzağında, ısrarla ebeveyn dertlerinin etrafında (‘The Royal Tenenbaums’ta Gene Hackman’ın, ‘The Life Aquatic with Steve Zissou’da Bill Murray’in, ‘The Darjeeling Limited’ta Anjelica Huston’ın, burada da Benicio del Toro’nun canlandırdığı karakterler üzerinden konuşuyorum) kurarsanız belki tutarlı olursunuz ama tekrarlardan öteye uzanamazsınız.

Oyunculuklara gelince; Korda’da Benicio del Toro fazlasıyla göz dolduruyor. Liesl’da Mia Threapleton’ı (Kate Winslet’ın kızı), böcekbilimci Bjorn’da da Michael Cera’yı izliyoruz. Yapımda irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan ünlü isimlerden bazıları da şöyle: Scarlett Johansson, Benedict Cumberbatch, Jeffrey Wright, Bill Murray, Tom Hanks ve  Willem Dafoe.

Sonuçta yer yer yaratıcı hamleler içerse ve yönetmeninin her daim alameti farikası olan çarpıcı renklerle beslenmiş bir görsellik sunsa da ‘Fenike Planı’ Wes Anderson adına yerinde saydığını gösteren bir hamle olmuş. Kurgusal bir coğrafyada ve ‘Fenike’ adlı ülke etrafında hırslı bir kapitalistin (bbc.com sinema yazarı Nicholas Barber bu karakter için “William Randolph Hearst, J Paul Getty, Aristotle Onassis ve Howard Hughes gibi süper zenginlerden ilham almış gibi görünüyor” diye yazmış) emellerini anlatan bu yapımın metaforik ifadesi, biraz zorlama bir okumayla; kendisine karşı düzenlenen onca suikastın ardından asıl yatırımını kızına yapan ve süreç içinde ‘insanileşen’ zengin bir babanın öyküsü olabilir.

Yazının Devamını Oku

Daha iyi bir vedayı hak ediyorduk

24 Mayıs 2025
‘Mission Impossible’ serisinin sekizinci halkası ‘Son Hesaplaşma’da ana karakter Ethan Hunt ve ekibinin, bir önceki adımda ortaya çıkan ‘Varlık’ adlı şeytani yapay zekâyı ortadan kaldırmak için verdiği mücadelenin nihai aşaması anlatılıyor. Her zaman olduğu gibi Tom Cruise’un sürüklediği filmin aksiyon açısından en görkemli bölümü Güney Afrika’da geçen iki eski çift kanatlı uçağın düello sahneleri.

Tom Cruise, Ethan Hunt rolünde yine tek başına filme damgasını vuruyor.

Hatırlanacağı gibi orijinali CIA propagandası olan 1966 çıkışlı bir Amerikan dizisi (ki sonradan ikinci bir dizi çabası da karşımıza çıkmıştı) 1996’da ana karakterini Tom Cruise’un canlandırdığı bir film olarak sinema sahnesinde boy göstermiş ve aradan geçen zaman dilimi içinde upuzun bir seriye dönüşmüştü. Bu hafta itibariyle ‘Mission: Impossible’ın perdedeki sekizinci yansımasını izliyoruz ve bu aynı zamanda bir devam filmi. Yedinci adım ‘Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’ ismiyle geçen yıl vizyona çıkmıştı, ikinci perde de ‘Mission: Impossible-Son Hesaplaşma’ (Mission: Impossible-The Final Reckoning) adını taşıyor.

Orijinal dizinin aksine ana karakteri Ethan Hunt ve ekibinin örgütten bağımsız çalıştığı ama nihayetinde hem ABD’nin
hem de dünyanın çıkarlarını (!) koruduğu bir denklem üzerinden ilerleyen serinin bu son iki halkasında ‘Varlık’ (The Entity) adlı yapay zekâya karşı verilen mücadele anlatılıyor. İlk bölümde, geçmiş maceralarında dünyanın en yüksek gökdelenlerinde aşık atan Hunt’ın Alpler’in tepesindeki adrenalin yüklü sahnelerine tanıklık etmiştik, burada da benzer şekilde gökyüzünde geçen bölümler var ama kahramanımız aynı zamanda soğuk sularda gezinirken diplere dalıyor ve hipotermi tehlikesiyle bile baş başa kalıyor.

Eski usul teknikler

Konuyu kısaca özetlersek; ‘Varlık’ nükleer güce sahip ülkelerin sistemlerine teker teker sızmaya başlamıştır ve sıra ABD’ye gelmek üzeredir. Ethan Hunt ise Başkan Erika Sloane’un ve tüm kabinenin huzuruna çıkarak kendisine gerekli araç ve mühimmat verilmesi halinde elindeki ‘haç formuna sahip anahtar’ vasıtasıyla enkaz halindeki Rus denizaltısı Sivastopol’a giderek buradaki ‘Podkova’ cihazıyla anahtarı birleştirerek ‘Varlık’ı tuzağa düşürüp yok edeceğine dair söz verir. Kabinedeki muhalefete karşın Başkan Hunt’a güvenir ve Sivastopol’a yollar. Bu zorlu görev sırasında kendisine eli hızlı bir yankesici olan Grace, has adamı Benji, intikam hırsıyla dolu Paris ve ekibe sonradan katılan Degas yardımcı olacaktır. Ayrıca ilk filmde kısa bir rolde gözüken bilgisayar dâhisi William Donloe da onlarla aynı saftadır. Bu arada ‘Varlık’ adına çalışan ama kendine ait ‘gizli emelleri’ olan Gabriel de en önemli düşman olarak karşısındadır...

Brian de Palma imzalı 1996 yapımı ilk ‘Mission: Impossible’dan bu yana 29 yıl geçti; bu süre zarfında sinema da hayat da evrim geçirdi, onca olay onca gelişme yaşandı, ülkelerdeki liderler, dengeler değişti ama bütün bu devinime rağmen Tom Cruise, Ethan Hunt kimliğiyle aksiyonel bir karakter olmayı sürdürdü. Günümüz sinemasında bu türde yapımlara artık teknolojik dokunuşlar hâkim; heyecan sunan, aklımızı almaya çalışan birçok sahne bilgisayar ekranlarında yaratılıyor. Oysa Cruise bu duruma karşı çıkan bir anlayışla, el emeği göz nuru bir çabayla ve de eski usul tekniklerle, en önemlisi dublör kullanmadan yoluna devam ediyor. Benzer bir anlayışı yeniden gökyüzüne uzandığı 2022 tarihli ‘Top Gun: Maverick’te de perdeye taşımıştı. Bu bakımdan ‘Mission: Impossible’ serisinin böyle bir önemi var; başrol oyuncusu yaşı 63’e dayansa da kaslarından ve aksiyon tarzından taviz vermeden her yeni adımda farklı bir gösteriye soyunuyor. Bu serinin bir başka özelliği de aksiyon sahnelerinin çekimlerindeki geleneksel yapıyı öykü ve tarz açısından da yeniden inşa etmesi; Ethan Hunt, tıpkı James Bond gibi zamana ve modernizme direnen bir karakter. Gezindiği sular eski tip casusluk meseleleri. Ama ‘Son Hesaplaşma’ özelinde öykünün bu kez çok sıradan olduğunu söylemek mümkün. Başlarda adeta ‘çıkan kısım özeti’ tadında geçmiş maceralardan görüntüler sunan bir klip havasında bölüm var, sonrasındaysa  Londra ve Washington’ın ardından Bering Denizi’ne, Kuzey Kutup Dairesi’ne ve nihayetinde Güney Afrika’ya taşınan hikâyede son derece soğuk sulara dalma bölümü az-biraz heyecanlı ama asıl adrenalin yükseltici sekans 10 bin fitte süzülen iki eski çift kanatlı uçağın düellosunda ortaya çıkıyor. Buradaki sahneler kuşkusuz filmin şahikası.

Ne var ki 2 saat 49 dakikalık bir süre zarfı içinde ağır ve çok da albenisi olmayan bir hikâyeyi bu ‘yüksek oktanlı’ bölümler bile ayakta tutmakta zorlanıyor bence. Önceki film de çok iyi sayılmazdı ama Hunt’ın motosikletiyle 4 bin metre yükseklikten paraşütle trenin üzerine atlaması ve akabinde trendeki kasayla birlikte ortaya çıkan baş döndürücü sahneler etkileyiciydi. Öte yandan aslında genel olarak aksiyonların en bilinen sorunlu yanlarından biri bazı karakterlerin vedası dolayısıyla karşımıza gelen duygusal sahnelerdir. Filmin geneli içinde inandırıcı olmaz ve yama gibi durur; burada da benzer meseleler kıyıya vuruyor.

Yazının Devamını Oku

Geçmiş peşini bırakmayınca...

17 Mayıs 2025
Kenara çekilmiş ve kendine yeni bir hayat kurmuş yaşlı bir suçlunun eski eşi ve oğlu evine gelir, ardından da ortamın huzuru kaçar... Dito Montiel imzalı ‘Ayak Takımı’, kara komedi türünde bir yapım. Filmin kadrosunda Ed Harris, Jennifer Coolidge ve Bill Murray boy gösteriyor.

Eski bir suçlu; Vincent. Sandy ve onun önceki evliliğinden oğlu DJ’le mutlu, beladan uzak bir hayatın içindedir. Derken reddettiği oğlu Rocco, hamile kız arkadaşı Marina ve eski eşi Ruth çıkagelir... Bu ziyarete ilişkin sis perdesi sonradan aralanacaktır; eski suç ortağı Leftie ve yanında çalışan Lonnie, Rocco’nun peşindedir. Peki ama bu takibin sebebi nedir; çok geçmeden bu mesele de kıyıya vuracaktır...

Senaryosunu John Pollono’nun kaleme aldığı, yönetmen koltuğuna da Dito Montiel’in oturduğu ‘Ayak Takımı’ (Riff Raff) Amerikan bağımsız sinemasının taze örneklerinden. New England kırsalındaki sakin akan yaşantısı geçmişine ait izlerin kendisini ziyaretleriyle bozulan eski kanundışı karakterin içine düştüğü çıkmaz etrafında biçimlenen yapım, kimi heyecanlandırıcı ve seyircinin kendisini kaptıracağı sahnelere sahip olsa da genel çerçevesi itibariyle ortalamayı pek aşamıyor. Çoğu arıza karakterlere sahip bir toplam içinde ‘Ayak Takımı’ kimi uçlara savruluyor, ilgi çekici noktalara uzanıyor ama yine de çarpıcı izler bırakamıyor.

Filmin ana motivasyonu genel hatlarıyla karakterlerin arıza biçimleri. Vincent western’lerdeki tövbe etmiş eski silahşorları andırıyor. Lakin tıpkı ‘Vahşi Batı’da olduğu gibi tartışmalı geçmişi bir şekilde kapısını çalıyor ve kendini hatırlatmak zorunda kalıyor. Karısı Sandy, oğlu DJ’le (ki yaşananları izleyiciye o aktarıyor) öykünün en günahsız, masum karakterleri... Eski karısı Ruth alkolik, kaba ve çılgın... Yaşının ona yüklediği ağırlıkları taşımak istemiyor, geçmiş günlerini ve ihtişamını arıyor. Rocco üzerine biçilen ‘işe yaramaz’ elbisesini çıkarmak konusunda gayretli gözükmüyor ama İtalyan kökenli Marina’ya sırılsıklam âşık ve ‘baba’ olmanın heyecanını taşırken bu durumun, ebeveyni Vincent tarafından yok sayılma hissiyatını da yok edeceği kanısında. Rocco’nun peşinde, eski suç yoldaşı Vincent’ın evine ve yeni hayatına doğru harekete geçen Leftie ise son derece soğukkanlı bir katil. Öte yandan yolculuk esnasında girdikleri dükkânın sahibinin ve uğradıkları evin komşularının öldürülmeleri için sunduğu gerekçeler de öyle eften püften ki... Onun da öncelikli sorunu, kapısını derinden çalan yaşlılık meselesi...

AYAK TAKIMI

◊ Yönetmen: Dito Montiel

◊ Oyuncular:

Yazının Devamını Oku

Yazarlar da uçar!

10 Mayıs 2025
Bir kargo şirketinde pilot olarak çalışan Antoine de Saint-Exupéry, And Dağları çevresinde kaybolan yakın dostu Henri Guillaumet’yi kurtarmak için harekete geçer. Pablo Agüero imzalı ‘Saint-Ex’, ‘Küçük Prens’in yazarının hayatından bir kesiti aktarırken şiirsel bir havada seyreden, görselliğiyle dikkat çeken bir yapıt olmuş. Filmde başrolleri Louis Garrel, Vincent Cassel ve Diane Kruger paylaşıyor.

Fransız Aéropostale şirketinin pilotları olarak Henri Guillaumet ve Antoine de Saint-Exupéry, 1930’lu yıllarda Arjantin’de, And Dağları üzerinden kargo taşırlar. Bir sefer sırasında Saint-Exupéry uçuş rotası dışına çıkar ve nihayetinde zor da olsa okyanusa inmeyi başarır. Ne var ki Potez 25 tipi uçağı (1920’lerde Fransa’da tasarlanan tek motorlu model) dibi boylarken bir adaya sığınır ve Henri tarafından kurtarılır. Şirket bu olay sırasındaki uçağın kaybı dolayısıyla eleman eksiltmek de dahil birtakım kısıtlamalara gider. İkili, daha verimli çalışma adına farklı yollar denerken Henri Guillaumet tek başına zorlu bir yolculuğa atılır. Fakat akabinde kendisinden haber alınamaz. Mendoza’daki merkezde çalışan eşi Noëlle, kocasının bulunması için çabalarken Saint-Exupéry de yakın dostunu aramak için havalanır…

Bütün zamanların en çok okunan ve bilinen yapıtlarından ‘Küçük Prens’in (Le Petit Prince) yazarı Antoine de Saint-Exupéry 20’li yaşlarında pilot eğitimi almış; Avrupa, Afrika ve Güney Amerika’da havayolu kargo şirketleri için çalışmıştı. 2. Dünya Savaşı esnasında Fransız Hava Kuvvetleri’ne katılarak keşif uçuşlarında görev yapan Saint-Exupéry’nin uçağı 31 Temmuz 1944’te Korsika üzerinde kayboldu ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Bu esrarengiz sonla birlikte eserlerine olan ilgi artarken her daim merak edilen, ilgi duyulan, zamana direnen kült bir yazara dönüştü… Arjantin’de doğan, daha sonra Fransız vatandaşlığına geçen ve halen Paris’te yaşayan Pablo Agüero, yukarıda konusunu özetlediğim son çalışmasında yazarın iki önemli yapıtı ‘Vol de nuit’ (Gece Uçuşu) ve ‘Terre des hommes’u (Bizde ‘Yel, Kum ve Yıldızlar’ çevirisiyle yayımlandı) harmanlayarak kurgusal bir öykü anlatmış.Filmde Noëlle Guillaumet’yi Diane Kruger, Saint-Exupéry’yiyse Louis Garrel canlandırıyor.

Çizgi roman tadında

Film elbette gerçeklere, yaşananlara ve söz konusu romanlara yer yer yaslanıyor ama Agüero’nun asıl derdi ‘Küçük Prens’in yaratıcısının hayatından bir kesiti şiirsel, hayal gücüyle donatılmış kimi dokunuşlarla sinemaya taşımak olmuş. Peki, bu amacın üstesinden geliniyor mu? Doğrusunu söylemek gerekirse hikâye çok güçlü değil ama zaten dert, metinden ziyade etkisini görsellikle sağlamak isteyen bir ‘saygı duruşu’ gibi geldi bana. Filmin adı kuşkusuz biyografik çağrışımlar sunuyor ama bu yapım gerçekçi çizgilerden ziyade hayal gücünün peşinde koşan ve bu arada sıkı bır dostluğun gerekliliklerini yerine getirmek için çabalayan, nahif, meselelere şiirsel yaklaşan bir karakterin profili üzerinde duruyor. Son derece katı bir kapitalist işleyişe sahip şirkette ‘zalim’ bir patrona hizmet eden hikâyenin kahramanları bir anlamda yüreklerinin götürdüğü yere gitmeye çalışıyorlar…

Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi arayışını kimi geri dönüşlerle kardeşi François’nın ölümüne bağlayan ve “Bir kardeşimi daha kaybedemem” motivasyonuyla hareket ettiğine vurgu yapan ‘Saint-Ex’in en güzel yanı elbette görüntü yönetmeni Claire Mathon’un etkileyici kadrajlarıolmuş.

Oyunculuklara gelince; Louis Garrel, zaman zaman hayal gücünü devreye sokan, çocuksu Antoine de Saint-Exupéry’yi rahatsız etmeyen bir tonda perdeye taşımış. Vincent Cassel de Henri Guillaumet’de ortalamayı tutturuyor ama Fransız kamuoyu kendisini canlandırdığı karakter için yaşlı bulmuş (ki haklılar, Saint-Exupéry 1900, Guillaumet 1902 doğumluydu). Noëlle Guillaumet’deyse Diane Kruger kısa bir rolde karşımıza geliyor.

‘Saint-Ex’in benim için en çarpıcı yanı Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi ararken

Yazının Devamını Oku

‘Bohem’ bir hayatın boğuk sesli şarkıcısı...

3 Mayıs 2025
‘Aznavour’ kimi müzik yazarlarınca ‘pop tanrısı’ olarak tanımlanan, öyküsünde trajik yanlar da barındıran Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour’un hayatını (1924-2018) farklı dönemleriyle perdeye taşıyor. Filmde ‘boğuk’ sesli sanatçıyı başarılı bir performansla Tahar Rahim canlandırıyor.

Paris, 1930’lu yıllar... Mischa Aznavurian, Fransa’da yeni bir hayatın rotasını çizmeye çalışırken özellikle göçmenlere hizmet eden bir restoran açar. Aznavour’s isimli bu mekânda çocukları Aïda ve Charles da çalışır. Ortamın kendine özgü atmosferi içinde çocuklar müzikle haşır neşir olur. Ne var ki lokantada işler iyi gitmez ve aile için zor zamanlar başlar. Derken Théâtre des Champs-Élysées için düzenlenen seçmelere Afrika aksanı yapan tek çocuk olan Charles katılır ve 9 yaşında ‘sahne tozu’na bulaşır...Filmde sanatçının Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından ailesini ihmal etmesi de anlatılıyor. Fransız şarkıcı Edith Piaf’a Marie-Julie Baup hayat veriyor.

Sonrasında zaman 2. Dünya Savaşı dönemine atlar; genç Charles ünlü şarkıcı Charles Trenet’yi taklit ederek sahneye çıkmaktadır. Ama asıl olarak kendi şarkılarını söylemek istemektedir. Tanıştığı besteci Pierre Roche ile yola devam ederken ikilinin önü açılır ve kısa zamanda şöhrete kavuşurlar. Günün birinde kendilerini izleyen Edith Piaf’la başlayan dostluğuysa onun bambaşka güzergâhlara yönelmesine ortam sağlar.

Hafızalarda iz bırakanlar...

Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın ortak imzalarını taşıyan ‘Aznavour’ (Monsieur Aznavour) yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi ünlü Fransız şarkıcı ve söz yazarı Charles Aznavour’un hayat hikâyesinde dolaşan bir yapım. Malum, müzisyenlerin öyküleri sıkça perdeye taşınıyor. ABD cephesinde ‘Walk the Line’dan (Johnny Cash) ‘Ray’e (Ray Charles), ‘Elvis’ten (Elvis Presley) ‘A Complete Unknown’a (Bob Dylan), ‘Bird’den (Charlie Parker) ‘I Wanna Dance With Somebody’ye (Whitney Houston), ‘The Doors’tan (Jim Morrison) ‘What’s Love Got to Do With It’e (Tina Turner); Britanya cephesinde ‘Nowhere Boy’dan (John Lennon) ‘Bohemian Rhapsody’ye (Freddy Mercury), ‘Rocketman’den (Elton John) ‘Back to Black’e (Amy Winehouse), klasikçiler cephesinde bir başyapıt olan ‘Amadeus’tan (Mozart) ‘Immortel Beloved’a (Beethoven), ‘The Music Lovers’tan (Çaykovski) ‘Shine’a (David Helfgott) vs. her biri hafızalarda iz bırakmış yapıtlardı. Bizde de ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’, ‘Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı’ ve ‘Barış Akarsu-Merhaba’  son dönemde çekilen yapımlar olarak öne çıkıyor. Fransız sineması cephesindeyse en etkileyici adım kuşkusuz bizde ‘Kaldırım Serçesi’ adıyla gösterime giren ‘La Môme’du. Başrolünde Marion Cotillard’ı izlediğimiz Olivier Dahan’ın 2007 tarihli çalışması Edith Piaf’ı anlatıyordu. Ben Fransa kanadında kendi yetişme dönemimin şarkıcısı Dalida’nın hikâyesini nakleden ‘Dalida’yı da severim.

Biyografik çabalar her daim iki ana tercih arasında gidip gelirken eleştiri oklarını da bu yüzden üzerlerine çekerler:
Ya ele alınan gerçek karakterin hayatının tüm evrelerine odaklanılır ve bu yüzden ortaya çıkan yapıt yüzeysel bulunur. Ya da perdeye taşınan portrenin bir dönemi yansıtılır ve bu kez de ‘Niye bazı bölümler eksik kalmış; anlatılmamış’ türünden bir yaklaşımla karşımıza çıkan film beğenilmez. ‘Aznavour’un tercihi ilk seçenek olmuş. Sanatçının hayatı genel bir parantezde sinemaya taşınmış. Paris’teki çocukluk günleri, gençliği ve müzisyen olma çabaları, savaş zamanı Nazilerin peşine düştüğü kişileri evlerinde konuk etmeleri, aşkı ve ilk evliliği, ailesi, ablası Aïda’yla müziğe olan yatkınlıkları, Pierre Roche ile tanıştıktan sonra adım adım şöhrete uzanması, Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından eşini ve yeni doğmuş kızını ihmal etmesi, ABD’ye, oradan da Kanada’ya (Montreal’e) geçmesi ve nihayetinde Piaf’a başkaldırarak kendi yolunu, ruhunu bulması ve tüm bu süreçte kırdığı, döktüğü insanlar...

‘Aznavour’ bir yanıyla ‘La Môme’u andırıyor (hatta önde Aznavour’u arkadan gördüğümüz, salonun tavanını da gösteren kadraj Olivier Dahan’ın filmindeki bir sahneyi akla getiriyor hemen) ama onun kadar ışıltılı olmadığı muhakkak.

Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın bu ortak yapımının en dikkat çekici yanı, Charles Aznavour’un parayı ve çalışmayı seven biri olduğuna dair yaptığı vurgu olmuş. Ama bu durumu suçlayıcı bir tavırla perdeye taşımamışlar, sadece ele aldıkları karakterin aşkla, sevgiyle, muhabbetle çok ilgisi olmadığını, müziğe sığınılacak bir liman mantığıyla baktığını ve aslında yalnız bir adam olduğunu hatırlatmak istemişler. Amerika’da konserlerinde Frank Sinatra kadar ücret alacak noktaya gelen bu özel müzisyeni duygularını belli etmekte zorlanan bir profil olarak çizmişler. Öykünün en çarpıcı sahnelerinden birinde 25 yaşındaki oğlu Patrick’in ölümünün ardından cenaze töreninden ayrılıp hemen çalışmaya gittiğini ve bu arada topluluktan uzaklaşırken gözyaşlarını fark ediyoruz; bu bölüm onun mesafeli gözüken kişiliğinin bir ifadesiydi. Patrick onun evlilik dışı ilişkisinden doğmuştu ve 2018’deki vefatının ardından İsveçli eşi Ulla’dan doğan kızı Mischa, France Dimanch dergisine verdiği röportajda şunları söylemişti: “Patrick’in intiharı onun için her zaman derin bir yaraydı ve bu konuda asla konuşmak istemedi.”

Yazının Devamını Oku