Uğur Vardan

Bu gelecekte ‘ihtiyarlara hiç yer yok’

29 Haziran 2024
Sadece gençlere hayat hakkı tanıyan, aileye yeni bir üye katıldığında evdeki yaşlının yok edilmesini isteyen bir sistem... ‘Bir Zamanlar Gelecek: 2121’ distopik kulvarın klasiklerine selam gönderen, iklim krizi sonrası ayakta kalanların yaşamlarını yeraltında sürdürdükleri bir geleceğin tasvirine soyunuyor. Serpil Altın imzalı yapım, sinemamızın bu kategorideki nadir örneklerinden biri...

Karakterlerin öykünün yapısı gereği fazlasıyla ‘robot’ durduğu çalışmada Ayşenil Şamlıoğlu (sağdaki) yaşlı temsilciye hayat, neşe katmada son derece maharetli.

Bir Zamanlar Gelecek:
2121

◊ Yönetmen: Serpil Altın
◊ Oyuncular: Selen Öztürk, Çağdaş Onur Öztürk, Ayşenil Şamlıoğlu, Sukeyna Kılıç
Türkiye yapımıFilmde aileler iklim krizi ve kıtlık nedeniyle yeraltına kurulmuş bloklarda koloniler halinde yaşıyor.

Yüzyılımızın sonları… İklim krizi ve kıtlık nedeniyle gezegenimiz eski güzelliklerinden artık yoksundur. Bu dayanılmaz ortamda hayatta kalabilen az sayıda insan yeraltına kurulmuş bloklarda koloniler halinde yaşamayı sürdürmeye çalışır. Siyasal erki elinde tutan ‘Genç Yönetim’in sisteme dair en önemli uygulaması ‘Kıtlık Kanunları’dır ve bu çerçevede yeni gelen bir hayatın varlığını devam ettirmesi eski neslin yok edilmesini zorunlu kılar. Yeraltındaki varlığını sürdüren bir ailede yeni doğacak bir bebeğin telaşı vardır. Bu telaşın asıl nedeni taze mutlulukları kadar birlikte yaşadıkları büyükannenin de kanun gereği aralarından ayrılmak zorunda olmasıdır…

Serpil Altın, senaryosunu Korhan Uğur’la birlikte kaleme aldığı ilk uzun metrajı ‘Bir Zamanlar Gelecek: 2121’de distopik bir öyküyü perdeye taşıyor. İçinden geçtiğimiz zaman diliminde çok da önemsemediğimiz ama gelecek kuşakların varlığını tehlikeye sokan onca iklimsel tehlikenin, insan eliyle yok edilen doğanın en nihayetinde büyük bedeller ödettiği bir gelecekte geçen yapım, yeraltı sığınakları tadı taşıyan mekânlarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalan bir aile odağında bugünlere kendince uyarılarda bulunuyor. Hikâyenin ana ekseninde karşımıza çıkan topluluk aslında ‘çekirdek aile’nin ifadesi. Bu görüntüyü ‘ideal’den uzaklaştıran tek bir unsur var, o da eski neslin temsilcisi konumundaki büyükanne.

Yazının Devamını Oku

Motosiklet âleminin ‘Sıkı Dostlar’ı...

22 Haziran 2024
‘Motorcular’ 60’ların sonundan 70’lerin başına uzanan süreçte ‘Vandallar’ adlı bir motosiklet çetesinin öne çıkan iki karakterinin, Johnny ve Benny’nin öyküsünü, âşık olduğu kişi yüzünden aralarına karışan Kathy’nin aktardıkları vasıtasıyla anlatan bir yapım. Jeff Nichols imzalı film dönemin sosyolojik tasvirinden çok ele aldığı karakterlerin mafyavari dünyalarında geziniyor.

MOTORCULAR

◊ Yönetmen:
Jeff Nichols
◊ Oyuncular:
Jodie Comer,
Austin Butler,
Tom Hardy, Michael Shannon, Mike Faist, Boyd Holbrook,

Yazının Devamını Oku

‘Kaygı’lar, ‘Neşe’mizi bozmaya çalışırken...

15 Haziran 2024
‘Ters Yüz’ adlı animasyonun ikinci adımında ana karakter Riley’nin hayatına yön veren ‘Kumanda Merkezi’nde görev yapan Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti’ye yeni yapılar; Kaygı, Gıpta, Bıkkınlık ve Utanç ekleniyor. Öykü, hokey kampına giden minik kızın buradaki sürecine hâkim olmak isteyen Kaygı’yla ona set çekmeye çalışan Neşe’nin mücadelesi üzerine kurulu.

Malum, bu gezegen üzerindeki varlığımız, kapladığımız alan genel bir bileşimin yansımasıdır ve onca organın, onca parçanın oluşturduğu uyumlu bir düzenin ifadesidir. Lakin iş sadece bu elementlerin organizasyonuyla bitmez, bir de duygular, hisler vardır... Beyne bağlı çalışan birimler yani! 2015 tarihli ‘Ters Yüz’ (Inside Out) adlı animasyon, Riley adlı küçük bir kıza ait bu türden birimlerin kendi içindeki çabalarını anlatan, yer yer öğretici yanlar barındıran bir çalışmaydı. Filmde Neşe’nin öncülüğünde hareket eden ‘Kumanda Merkezi’ dahilinde Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti de görev yapıyor, birlikte bağlı bulundukları yapının yani minik Riley’nin hayat yarışındaki dengelerine, gidişatına yön veriyorlardı. Öyküdeyse ana karakterin babası San Francisco’da yeni bir işe başlıyor ve küçük kızın hayat ajandasına yeni bir ev, okul ve arkadaşlar meselesi dahil oluyordu.

‘Ters Yüz’ü Pixar adlı muhteşem animasyon fabrikasının en önemli akıl ve yön merkezlerinden Pete Docter yönetmişti. Bu büyük ustanın portföyüne bakıldığında ‘Sevimli Canavarlar’ (Monsters, Inc.), ‘Yukarı Bak’ (Up) gibi filmlere yönetmen, ‘Oyuncak Hikâyesi 1’, Oyuncak Hikâyesi 2’ (Toy Story) ve ‘VOL.İ’ (WALL.E) gibi klasiklerde de yazar olarak adını yazdırdığını görüyorduk. Dolayısıyla Riley’nin içindeki fırtınaları (!) anlatan bu yapım birinci sınıf bir elden çıkmıştı. ‘Ters Yüz’ü tüm zamanların en iyi animasyonları arasına koyan birçok eleştirmen var, lakin ben filmi Pixar’ın diğer şaheserleri yanında vasat bulmuştum.

 

DİDAKTİK AMA GÖRÜLESİ...

Şimdi sırada ikinci adım var. Yönetmenliğini Kelsey Mann’in üstlendiği, senaryosunu da Dave Holstein-Meg LeFauve ikilisinin kaleme aldığı çalışmada (Pete Docter bu kez yapımcılardan biri) Riley’nin çok yakın iki arkadaşıyla hokey yaz kampına davet edilmesi ve burada takımın parçası olma yolunda vereceği kararların ne türden sonuçlar doğuracağına dair bir öykünün izlerini takip ediyoruz. Bu süreçte meseleye yeni dahil olan başka merkezler de var tabii; Kaygı, Gıpta, Bıkkınlık ve Utanç gibi.

Bu yeni oluşumun başını Kaygı çekiyor ve ilk filmde karşımıza ‘kontrol manyağı’ profilinde çıkan Neşe ve yanındaki ekibe karşı üstünlük sağlamak için uğraşıyor. Her ne kadar bütün amaç Riley’nin iyiliği olsa da Kaygı’nın ‘abartılı’ kaygıları (!) artık ergenlik çağına doğru ilerleyen ana karakterin şirazesinin kaymasına ve vereceği kararlarda sallantılar yaşamasına neden oluyor. Özetle film Neşe’yle Kaygı’nın mücadelesi üzerine kurulu bir zeminde ilerliyor...

Naçizane kendi yaşadığım deneyimlerden oluşan öykülere yer verdiğim bir çocuk kitabı kaleme almış biri olarak bu meselelerde hep şu genel çizgiye itibar ettim: Hayat denen o muhteşem yolculuğun ilk ve belki de en önemli bölümünü kapsayan bu çağda, üzerimize boca edilen onca veriyi depolarken genellikle didaktik olmayanlara daha farklı yaklaşırız. Ve onları yarışın sonraki bölümlerinde de kullanmak üzere özel yerlerde saklar, koruruz.

Yazının Devamını Oku

Bu ‘tetikçi’ öldürmüyor

8 Haziran 2024
‘Hit Man’, New Orleans Polis Departmanı adına çalışırken kiralık katil rolü yaparak birçok cinayeti önleyen bir psikoloji profesörünün yaşadığı dönüşümü ve görev başında bir müşterisine âşık olmasını anlatıyor. Richard Linklater imzalı bu kayda değer romantik polisiye, zekice yanlara sahip senaryosuyla dikkat çekiyor.

ary Johnson sade bir hayata sahip, eşinden ayrılmış, iki kedisiyle kendi halinde yaşayan ve öğrencilerine Nietzsche öğreten, dışarıdan bakıldığında sarsak, beceriksiz görünümlü bir psikoloji profesörüdür. ‘İkinci hayatı’nda ya da kimliğindeyse New Orleans Polis Departmanı için çalışır. ‘Kiralık katil’ kişiliğine bürünüp öldürmek istedikleri kişiler için suça adım atanları yakalayan ve onların gerçekleştirecekleri olası eylemleri önleyen bir birim adına görev yapmaktadır. Günün birinde yozlaşmış polis memuru Jasper kimi gençlere şiddet uyguladığı için merkez tarafından geri plana çekilince iş başa düşer ve aldığı ilk görevde inanılmaz bir inandırıcılık sergileyerek failin tutuklanmasını sağlar. Birlikte çalıştığı Claudette ve Phil ondaki yeteneğe inanamazlar. Takma adı Ron’dur ve sonrasında sürekli kılık değiştirerek birçok öldürülme vakasını önler. Derken karşısına ayrılmanın eşiğinde olduğu, kendisine hayatı zehreden kocasını öldürmek isteyen Madison çıkar. Gary bu genç kadından çok etkilenir, “Paranı cebine koy, bu işten vazgeç” der. Lakin iş böyle bitmez, bu çift kimlikli resmi görevli Madison’a âşık olur. Meslek etiğiyle ve yasalarla hesaplaşmak durumunda kalır.

Richard Linklater denince akla ilk olarak elbette ‘Before üçlemesi’ gelir. Hatırlanacağı gibi Jesse ve Celine adlı iki gencin bir tren yolculuğu sırasında hem etrafı hem de kendilerini keşfetmeleriyle başlayan ve sonradan evliliğe doğru ilerleyen ilişkilerinin izlerini sürmüştük. Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin sürüklediği bu üçlemenin yanı sıra çekim süresi yaklaşık 10 yıla yayılan ‘Çocukluk’ (Boyhood, 2014) ya da ‘Dazed and Confused’ (1993) gibi duraklar da vardı Linklater’ın filmografisinde. Bu yapımlar genellikle derin izlerde geziniyordu ama yönetmen portföyüne sıkıştırdığı ‘Hababam Rock’ (School of Rock, 2003) veya ‘Bernie’nin Suçu Ne?’ (Bernie, 2011) gibi çalışmalarıyla (her ikisinde de Jack Black başroldeydi) ‘eğlence sineması’na göz kırptı ve
komedinin üstesinden gelmedeki maharetini göstermiş oldu.

Girişte konusunu özetlediğim son çalışması ‘Hit Man’ ise yine sinemanın popüler yanından filizlenen, keyifli ve metni itibariyle kayda değer bir çaba. Öykünün esin kaynağı Skip Hollandsworth’ün Texas Monthly dergisinde 2001 yılında yayımlanan bir makalesiymiş. Richard Linklater, gerçek bir karakter üzerine yazılmış bu metinden yola çıkarak başrol oyuncusu Glen Powell’la birlikte ele aldığı senaryoda son derece zeki bir öyküyü huzurlarımıza getiriyor. Sinemanın altın çağlarının gözde kulvarlarından biri olan ‘kara film’ (film noir) türüne bir saygı duruşu niteliği de taşıyan ‘Hit Man’, hayat şaşkını bir entelektüelin üstesinden gelmekte zorlanacağı sulara doğru açılarak gerçekleştirdiği bir yolculuğu ve bir anlamda kabuk değiştirme çabasını anlatıyor.Adria Arjona ve Glen Powell arasındaki elektrik, sinema perdesinde uzun süredir rastlamadığım özel bir kimyaydı.

Renkli, izlemesi zevkli

Filmi ayakta tutan ana unsurlardan biri kuşkusuz oyunculuklar. Tanışıklığımız daha çok ‘Top Gun: Maverick’le başlayan, sonrasında mart başında bizde de gösterime giren ‘Senden Başka’yla (Anyone But You) ilişkimizi ilerlettiğimiz (!) Glen Powell, ‘Hit Man’de Gary (ya da Ron) karakterinde karşımıza gelirken potansiyelinin sınırlarının genişliğini hatırlatan bir performans ortaya koyuyor. Senaryoya katkısı da ayrı bir takdiri hak ettiyor. Keza Madison’da izlediğimiz Adria Arjona da çok çok başarılıydı. Glen Powell’la Porto Riko doğumlu oyuncu arasındaki elektrik, doğrusunu söylemek gerekirse sinema perdesinde uzun süredir rastlamadığım özel bir kimyanın ifadesiydi. Öte yandan Gary’nin mesai arkadaşları Claudette’te Retta, Phil’de Sanjay Rao, yozlaşmış polis Jasper’da da Austin Amelio çok iyiydi.

Bazı filmler olay örgüleri ve yapıları itibariyle seyircisini kolayca tahmin edilebilen noktalara taşır. ‘Hit Man’in öncelikli farklılığı bu hat üzerinden beliriyor. Karakterlerinin önüne gelen problemin bilinmeyenleri fazlalaştıkça öykünün çözümleri, beklediğimiz olasılıkları aşıyor ve bu durumda karşınızdaki filme olan saygınız artıyor. Richard Linklater’ın renkli, izlemesi zevkli, yer yer hem romantik hem de seksi olabilen bu suç komedisini kaçırmayın derim.

VE DİĞER SEÇENEKLER

Yazının Devamını Oku

Bir arayışın yolculuğu

1 Haziran 2024
Emekli öğretmen Lia, vefat eden kız kardeşine verdiği sözü tutmak adına kendilerini terk eden transseksüel yeğenini bulmak için Batum’dan İstanbul’a uzanan, sonu belirsiz bir serüvene çıkar... Bu serüven onun için bir iç yolculuğa dönüşecektir. Levan Akin imzalı ‘Geçiş’ kamerasını yedi tepeli şehirde gezdirirken transların, seks işçilerinin ve sokak çocuklarının hayatlarına da göz atıyor.

Yüzyılların armağanı, eşi benzeri olmayan dokunuşların diyarı, iki kıtanın buluşma noktası, Boğaz’ı ve nice semtiyle kendine özgü onca güzelliğin kesişimi... İstanbul’u çok çeşitli övgüler eşliğinde tanımlamak mümkün elbette. Öte yandan barındırdığı o devasa kalabalık, o devasa insan topluluğu dün de bugün de kimileri için kendilerini terk eden sevdiklerinin yutulduğu, kaybolduğu, gizlendiği bir merkez konumunda oldu hep. Bu açıdan bazıları kayıp çocuklarını, bazıları kayıp aşklarını, bazıları kayıp yakınlarını aramak için ona doğru yolculuğa çıktı ve onların öykülerinin yansımalarını beyazperdede bulduk, izledik. Taze bir örnek olması bakımından Zeki Demirkubuz’un son filmi ‘Hayat’ta ana karakterlerden Rıza kendisini bırakıp giden nişanlısı Hicran’ı yedi tepeli şehrin girift koridorlarında arıyordu mesela.

Bu hafta vizyona giren Levan Akin’in yeni filmi ‘Geçiş’te (Crossing) de benzer şekilde yine koca kentin dolambaçlı yapısı içinde bir arama hikâyesine tanıklık ediyoruz. Bu kez hikâyenin iz sürücüleri Gürcistan’dan kalkıp geliyorlar... Emekli tarih öğretmeni Lia, kayıp yeğeni Tekla’yı bulma umuduyla Batum’dan yola çıkıp İstanbul’a uzanıyor. Yanında abisinin kanatları altında huzur bulmayan ve bir anlamda kendine gelecek arama düşüncesiyle sonu belirsiz bir maceraya atılan Achi var. Bu genç insan, yaşlı kadına az biraz Türkçe ve İngilizce bildiğini, daha önceden tanıdığı yeğeninin kendisine İstanbul’da kaldığı adresi yolladığını söylüyor. İkili koca kentte samanlıkta iğne arar misali işe koyuluyorlar. Tekla’nın trans kimliği onları şehrin farklı bölgelerine ve farklı kimliklere sahip bireylerine, onların yaşadığı hayatların sularına çekiyor. Öte yandan bu süreçte yolları, avukat olarak LGBTQ+ toplulukları için çalışan trans aktivist Evrim’le kesişiyor...Lia ve Achi’nin öyküsü Batum’da başlayıp İstanbul’a uzanıyor.

Cinsiyetçi, ötekileştirici

Gürcistan’da eşcinsel olarak yaşamanın zorluklarını anlattığı bir önceki filmi ‘Ve Sonra Dans Ettik’le (And Then We Danced/ 2019) daha yakından tanıdığımız Levan Akin, İsveç doğumlu ve Gürcü kökenli bir yönetmen. Keza akrabaları dolayısıyla Türkiye’yle de bir bağı var. Son iki filminden (önceki iki çalışmasını izlemedim) yola çıkarak söylüyorum; LGBTQ+ bireylerin yaşadıkları yörelerde (ki Gürcistan ve Türkiye oluyor bu yerler) karşılaştıkları zorlukları, onları görmezden gelen, yok sayan ve hatta ortadan kaldırmaya yönelik iklimi, gündelik hayata sızan baskıların yansımalarını anlatmaya çalışıyor. ‘Geçiş’in girişinde hem Gürcücenin hem de Türkçenin cinsiyet ayrımı gözetmeyen diller olduğu konusunda bir bilgi notu var. Ama sonrasında anlatılan hikâye bize gösteriyor ki bu iki cinsiyet gözetmeyen dile sahip kültürün insanları, pratikte bu durumu hayata yansıtmamışlar ve alabildiğine ‘cinsiyetçi’, ‘ötekileştirici’ davranmışlar...

Levan Akin, Batum’da başlayıp İstanbul’a uzanan bu yolculuk öyküsünde ana karakteri Lia’nın kendine yolculuğunu da anlatmaya çalışmış elbette. Ama filmin uğradığı noktalar sadece bu temalar değil; Gürcistan toplumunun ötekileştirme çabaları, İstanbul’da merkezin dışına sürüklenmiş, bir tür getto mantığında yaşayan trans toplulukları, onların seks işçisi olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalışları, devletin kimi memurlarının (doktor, polis vs.) onlara bakışları, sokak çocukları vs. de filmin güzergâhlarından bazıları.

Bir de kameranın gezindiği ve yakaladığı İstanbul enstantaneleri var; vapurlar, arka sokaklar, eğlence mekânları ve en önemlisi her köşe başında karşımıza çıkan kediler... Lakin sorun şu ki Akin’in kaleme aldığı senaryoda kimi olay akışları inandırıcılıktan uzak ve özellikle yan karakterler fazla yüzeysel. Bir kere ele alınan İstanbul bir yanıyla demode, sanki 70’lerin göçü anlatan yerli filmlerinin bakış açısını ‘Geçiş’ görüntüleri, sesleri ve arka planda kullandığı müziklerin çoğu itibariyle yeniden üretiyor.

Eleştirmenler çok beğenmiş

Bu yıl ilk kez Berlin Film Festivali’nde ‘Panorama’ bölümünde seyirci önüne çıkan filme ilişkin yabancı eleştirmenlerin yazılarına baktım (gördüğüm kadarıyla çok beğenilmiş), mesela birinde şöyle bir ibare vardı: “Yönetmen yine Batılı izleyicilerin hakkında çok az şey bildiği bir kültürden etkileyici bir LGBTQ hikâyesi sunuyor.” Bence Akin’in yapıtına ilişkin mesele tam da burada düğümleniyor. Öykünün derdinde bir problem yok. Ama perdeye yansıması kendi içinde inandırıcılıklar taşımıyor (mesela Achi’nin sokakta rastladığı bir grubun peşine takılarak partilemesi ya da açık havada meyhane ortamında tesadüfen karşılaştıkları Gürcü vatandaş vs.) ve asıl olarak fonda kullandığı İstanbul’u o klişe deyişiyle kartpostal tadında ve turistik bir bakış açısıyla sunuyor.

Yazının Devamını Oku

Buyurun kesintisiz aksiyona

25 Mayıs 2024
George Miller sinema tarihine geçen distopik serisinin son halkası ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı’nda bir önceki filmi ‘Fury Road’un ana karakteri Furiosa’nın çocukluk ve gençlik dönemine uzanıyor. ‘Püraksiyon’un hâkim olduğu yapımı Anya Taylor-Joy sürüklüyor. ‘Thor’dan hatırladığımz Chris Hemsworth de öykünün kötü adamlarından Dementus’u canlandırıyor.

Yaratıcı yönetmenler farklı konularda geziniyor gözükse de aslında hep aynı filmi çekerler. George Miller bu sinema çevreleri için tanıdık olan tanımlamayı, adeta markalaştırdığı ‘Mad Max’ serisi odağında ete kemiğe büründüren bir isim. Avustralyalı usta sinemacı, yaklaşık 45 yıla uzanan kariyerinde 12 yapıta imza atarken bunlardan 5’i distopik bir aksiyonun tezahürleriydi. İlk adım 1979’da ‘Mad Max’le gelmiş, 1981’de ‘Mad Max 2: The Road Warrior’, 1985’te de ‘Mad Max Beyond Thunderdome’ boy göstermişti. Sonrasında uzun bir suskunluk dönemi ve Miller, 2015’te 70 yaşındayken bir anlamda eski defterleri karıştırdı ve ‘Mad Max: Fury Road’la karşımıza çıktı. Seride polis memuru Max Rockatansky ön plandaydı; çalışma arkadaşını, ardından eşi ve çocuğunu yok edenlerle eski hesapları kapamak için mücadele ediyordu. Arka plandaysa savaşların ardından azalan kaynakların ve petrolün yarattığı kaosun hâkim olduğu bir dünya vardı. İlk üç filmin cephenin önündeki karakteri (Mel Gibson canlandırıyordu), yeni yüzyıldaki uzantıda az biraz geriye çekiliyor ve sahneyi ‘Ölümsüz Joe’ denen zalime ve şürekâsına karşı mücadele eden Furiosa adlı tek kollu bir kadına bırakıyor ve beraberindekilerle birlikte altlarında koca bir TIR’la, devasa çölü geçmeye çalışıyorlardı. Dünya prömiyerini geçen hafta yarışma dışı katıldığı Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı’ (Furiosa: A Mad Max Saga) ise serinin beşinci halkası olurken hikâye bazında bir önceki adıma nasıl gelindiğini anlatıyor. Çorak topraklarla örülü bir ortamda cennet gibi bir köşede, kendi topluluğu içinde yaşayan küçük bir kız meyve toplarken bir grup motosikletli haydudun varlığına şahitlik ediyor. Ne var ki yakalanıyor ve Dementus adlı hafif çatlak bir lidere teslim ediliyor. Peşinden gelen annesiyse bu grup tarafından öldürülüyor. İntikam duygularıyla büyüyen kız, sonradan ‘Ölümsüz Joe’ ismindeki bir başka savaş lordunun himayesine giriyor ve nihayetinde annesinin intikamı için fırsat kolluyor.

George Miller portföyünde ‘Eastwick’in Cadıları’, ‘Lorenzo’nun Yağı’, ‘Bebe Şehirde’, ‘Neşeli Ayaklar’ animasyon serisi ve öyküsünün büyük kısmı Türkiye’de geçen ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’ gibi yapımlar olsa da geleceğe asıl ‘Mad Max beşlemesi’nin yaratıcısı olarak kalacak. Bu seriyse içinde kimi fütüristik dertler (nükleer savaş, salgınlar, petrol ve su sıkıntı vs.) içerse de yönetmeninin asıl derdinin ‘püraksiyon’ olduğu aşikâr. ‘Mad Max: Fury Road’da aksiyon adeta tavana vurmuştu ve öykü de fazla sırıtmıyordu. Artık yaşı 79’a gelen Miller ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı’nda da benzer formüle başvuruyor ve ‘yüksek oktanlı’ bir aksiyon filmini (ki “Benim için sinemanın en evrensel dili aksiyon filmleridir” diye bir cümlesi vardır) bizlerle paylaşıyor. Ama bu kez bence hikâye zayıf ve yönetmenle birlikte Nick Lathouris’in kaleme aldığı senaryoda fazla boşluk (mesela Furiosa’nın çocukken ortadan kaybolması ve ergen olarak ortaya çıkması) var. Evet, yine uçsuz bucaksız kum tepeleri, ölümcül devasa araçlar, paraşütlerle saldıran gruplar, tuhaf yan karakterler, Roma devrindeki atların çektiği ölümcül atlı arabaların yerini alan motosikletler vs. tasarım ve mekân algısı açısından etkileyici görsellik sunuyor ama bu kez sanki film fazla gürültüye boğulmuş. Bu yanıyla ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı’ hafiften desibeli yüksek, içeriği boş ‘Marvel filmleri’ni andırıyor.

Bu izlenmesi zevkli bir aksiyon gösterisi, ‘eski tüfekler’in hâlâ işe yaradığını gösteren bir çalışma.

 

BİLGİSAYAR EFEKTLERİ AĞIRLIKTA

Oyunculuklara gelince; feminist tonlara sahip hissi de veren ‘Fury Road’da Charlize Theron’un canlandırdığı Furiosa için “Tıpkı ‘Alien’daki ‘Teğmen Ripley’ gibi her türlü mücadelenin içinde ayakta kalıyor ve sertliği asla elden bırakmıyor” diye yazmıştım. Buradaki Furiosa’nın küçüklüğüne Alyla Browne hayat veriyor ve bence çok çok başarılıydı. Genç Furiosa’da karşımıza gelen Anya Taylor-Joy’un sunduğu karakterin ana motivasyonuysa öfkesi ve intikam hissi. Bu durumda bir problem yok ama sanki iki film arasındaki karakter bağlantısında bir devamlılık meselesi varmış türü bir izlenime sahip oluyoruz. Chris Hemsworth’ün canlandırdığı Dementus da fazla karikatürize (bu arada finaldeki hesaplaşmada Furiosa’yla aralarındaki diyaloglar çok yüzeyseldi). Öyküde Mad Max esintileri sunan Praetorian Jack’te Tom Burke’ü, ‘Ölümsüz Joe’da da Lachy Hulme’ü (‘Fury Road’da aynı karakteri canlandıran Hugh Keays-Byrne ne yazık 2020’de hayata veda etmişti) izliyoruz.

Sonuçta yönetmeninin eski yapımlarındaki özel işçiliğinin aksine bilgisayar efektlerinin daha ağırlıkta olduğu bu yeni halka, öncekinin büyüsünü tekrarlayamıyor. Ama tabii ki bu izlenmesi zevkli bir aksiyon gösterisi, hele hele yaratıcısının 79 yaşında olduğu düşünüldüğünde ‘eski tüfekler’in hâlâ işe yaradığını gösteren bir çalışma. Son olarak 2 saat 28 dakikalık bir süreye sahip filmin 168 milyon dolara mal olduğunu da belirteyim.

Yazının Devamını Oku

İki dünya arasında...

18 Mayıs 2024
Nehir Tuna imzalı ‘Yurt’ seküler eğitimin ön planda olduğu bir okulda öğrenimini sürdürürken geceleri dini öğretininhâkim olduğu bir yurtta kalan 14 yaşındaki Ahmet’in yaşadığı sıkışmışlıklar üzerinden 90’lı yıllara uzanıyor ve Türkiye’nin genel resmine bakıyor. Filmin en iyi yanları görüntü yönetmeni Florent Herry’nin kadrajlarıyla iki genç oyuncu; Doğa Karakaş ve Can Bartu Aslan’ın performansları...

Trakya’da (Edirne) laik eğitimin ön planda olduğu, hali vakti yerinde ailelerin çocuklarının devam ettiği bir okul... Dersler bitip evlerin yolu tutulduğunda içlerinden birinin, Ahmet’in bambaşka bir dünyası olduğunu fark ederiz. O, okul çıkışı dini öğretinin hâkim olduğu bir yurda gider ve burada farklı bir çarkın içinde yoğrulur…YURT

◊ Yönetmen:
Nehir Tuna
◊ Oyuncular:
Doğa Karakaş, Can Bartu Aslan, Ozan Çelik,
Tansu Biçer, Didem Ellialtı, Orhan Güner, Işıltı Su Alyanak, Fatih Berk Şahin, Emrullah Erbay, Erdi Kökerer, Nazlı Benan Özkaya, Tolga T. Talay, Ozan Bilen, Ercan Erdil, Miraç Kaya
Türkiye-Almanya-Fransa ortak yapımı

Nehir Tuna ilk uzun metrajı ‘Yurt’ta, ‘28 Şubat süreci’nin öncesi bir zaman dilimine (1996) oturttuğu ve arka planında Türkiye’nin yaşadığı politik kırılmaların eşlik ettiği bir büyüme öyküsü anlatıyor. Filmin öznesi olan Ahmet, eski fotoğraflarından anladığımız kadarıyla seküler geçmişini terk ederek cephenin öte yanına geçmiş işinsanı bir babanın evladı. Kendi hayatındaki hataları 14 yaşındaki oğlunun tekrarlamamasını isteyen Kerim, onu tarikatın pençesindeki bir yurda vererek gelişiminin bu yönde olmasını istiyor. Eşi ekonomik düzeylerine paralel bir hayatı evlatlarının da yaşamasından yana lakin babası buna izin vermiyor.

Yazının Devamını Oku

Birlikte yaşamak mümkün mü?

11 Mayıs 2024
İlki 1968’de çekilen ve 2011’den itibaren üç filmlik yeni bir oluşumla modernize edilen ‘Maymunlar Cehennemi’ serisinde farklı bir sayfa açmayı hedefleyen ‘Yeni Krallık’, Noa adlı genç bir maymunun yaşadıkları üzerinden “İnsanlar ve maymunlar bir arada yaşayabilir mi” sorusunu bir kez daha masaya taşıyor.

Önce yakın geçmişe uzanıyoruz: “Sinema hem dinamik hem de çaresiz bir sanat. Ya dön dolaş aynı şeyleri anlatıyor ya da hikâyelerin en başına giderek farklı mecralara açılırmış gibi yaparken aslında aynı suda defalarca yıkanmanın değişik formüllerini üretiyor. Bu furyadan ‘Maymunlar Cehennemi’nin de nasibini almaması düşünülemezdi.” Bu satırlar orijinalinin yapım yılı 1968 olan ‘Maymunlar Cehennemi’nin (Planet of the Apes) modern zamanlardaki serisinin üçüncü filmi ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş’a (War of the Planet of the Apes) ilişkin yazımdan yaptığım bir alıntı. Ortada hâlâ yeni bir şey yok, aynı sularda yıkanmaya devam ediyoruz. Ama yine seriyi bir kez daha tanımlama ve eski küllerin üzerine inşa etme çabasındaki yeni bir film huzurlarımızda: ‘Maymunlar Cehennemi: Yeni Krallık’ (Kingdom of the Planet of the Apes)...  

Hatırlanacağı gibi Fransız yazar Pierre Boulle’nin romanı ‘La planete des singes’den yapılan ilk hamle, başta sahildeki Özgürlük Heykeli’nin kalıntıları olmak üzere unutulmaz kadrajlarla sinema tarihine geçmişti bile. Franklin J. Schaffner imzalı bu yapıt literatürdeki yerini alırken devamı niteliğindeki adımlar yetersizdi. Sonrasında aynı meselelere yeni dokunuşlarla dönüldü; 2001 tarihli Tim Burton’ın ‘Maymunlar Cehennemi’ ilk filmin yeniden çevrimiydi, gerisi gelmedi. Ardından da ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’ (Rise of the Planet of the Apes/2011), ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ (Dawn of the Planet of the Apes/2014)  ve ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş (War of the Planet of the Apes/2017) gibi yapımlarla seri revize edildi.

Yeni üçlemede insanlar tarafından üretilen bir virüs maymunların daha zeki olmasına ve konuşma kabiliyetlerine kavuşmalarına yol açıyor ama bu gelişmelerde dengeler değişiyor ve iki tür arasındaki makas kapanamayacak ölçüde açılıyordu. Virüsle birlikte değişime uğrayan Ceasar adlı maymun liderlik özellikleriyle öne çıkarken kendi türüyle insanlığın barış içinde yaşayabileceğini savunuyor ama iki tarafın da iflah olmazları tek çözümün savaş olduğu gerekçesiyle barışa yanaşmıyordu.

Bu hafta vizyona giren ‘Yeni Krallık’ta ise öykü Ceasar döneminin birkaç kuşak ötesinde biçimleniyor. Genç maymun Noa, en yakın arkadaşı Anaya ve âşık olduğu Soona’yla birlikte ait olduğu klanın gelenekleri uyarınca çıktığı kartal yumurtası avı sonrası obasının yüzü maskeli bir grup maymun tarafından basılması ve yok edilmesinin ardından intikam duygusuyla yola koyuluyor. Bu esnada karşısına insan ırkından bir kız (Mae) ve bilge bir orangutan (Raka) çıkıyor. Nihayetinde bu yolculuk onu deniz kıyısında bir yerleşim yerine taşıyor, burada insanlardan nefret eden ve onların yok edilmesi için çabalayan yeni bir liderin; Proximus Ceasar’ın kurduğu krallıkla karşı karşıya geliyor. Gelişmeler Noa’yı ırkının savaşçı kanadıyla insanlık arasında bir tercih yapacağı noktaya sürüklüyor. 

Yönetmenliğini Wes Ball’un üstlendiği, senaryosunu da Josh Friedman’ın kaleme aldığı ‘Yeni Krallık’ önceki serinin izlerinde dolaşıp ‘Evrim kuramı’na göre atalarımız sayılan bir türle olan bağlarımız ve dengelerimiz üzerinden yine daha önceki hamlelerde de dile getirilen “Onlarla eşit koşullarda yaşayabilir miyiz” sorusuna odaklanıyor. Mae insanların konuşma yetisini kaybettiği bir ortamda hâlâ bu özelliğe sahip bir temsilcimiz (!) ve başta arasına mesafe koyduğu Noa’yla zaman içinde ortak bir hedefe doğru yol alıyor. Bu son adım, doğrusunu ifade etmek gerekirse yeni bir şeyler söylemiyor, söyleyemiyor. Ben son üçlemeyi genel çizgileriyle beğenmiştim, ‘Yeni Krallık’ta görsellik iyi, sahildeki sahnelerde 1968 tarihli orijinal filme göndermelerde bulunan kadrajlara rastlıyoruz ama o kadar diyebilirim.

Yazının Devamını Oku