Colt Seavers sektörün en bilinen, en yetenekli dublörlerindendir. Genellikle Tom Ryder adlı aksiyon yıldızının zorlu sahnelerini üstlenir ve adeta imkânsızı gerçeğe dönüştürür. Setlerde geçen bir hayatın uzantısı olarak da sevdalısı kamera operatörü olarak çalışan Jody Moreno’dur. Lakin bir çekim sırasında ölümcül bir kaza geçirir ve birdenbire kendisini sektörden çeker, adeta kaybolur. Kıyıda köşede bir yerde vale olarak çalışmaya başlar. Derken 18 ay sonra bir telefon gelir, arayan yapımcı Gail Meyers’tır ve Avustralya’da çekilen ‘Metalstorm’ (Metal Fırtına) filmi için onu yeniden sahalara davet etmektedir. Başta kabul etmez ama yönetmenin eski kız arkadaşı Jody olduğunu öğrenince teklifi geri çeviremez. Lakin sonrasında işin başka bir boyutu olduğunu anlayacaktır…
Kariyeri boyunca Jean-Claude Van Damme, Brad Pitt, Matt Damon gibi isimlere dublörlük yapan David Leitch, sonrasında kamera arkasına geçmiş ve aynı sularda yüzmüş Chad Stahelski’yle birlikte (kredilerde ismi yoktu ama) ortaklaşa ‘John Wick’e imza atmıştı. Sonrasında ikilinin yolları ayrıldı, Leitch ‘solo’ yürüyüşünde ‘Sarışın Bomba’ (Atomic Blonde), ‘Deadpool 2’, ‘Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw’ (Fast&Furious Presents: Hobbs&Shaw) ve ‘Suikast Treni’ (Bullet Train) gibi yine aksiyonu güçlü yapımları çekti. Yukarıda konusunu özetlediğimiz son çalışması ‘Dublör’ (The Fall Guy) ise yönetmenin köklerine ait dünyalarda dolaşıyor.
Sarkastik bir kişiliğe sahip Colt Seavers’ın bir süre sistem dışı kaldıktan sonra tekrar ait olduğu sulara dönmesini anlatan yapım, bir yanıyla ‘film için film’ dediğimiz hamlelerden. Öykü, bir kovboyla bir uzaylının aşkı üzerine kurulu devasa bütçeli bir bilimkurgunun çekimlerinde dolaşırken hem setlerdeki havayı soluyor, hem dublörlerin nelerin altından kalkmaya çalıştığını görüyor hem de son derece kaprisli Tom Ryder tiplemesi üzerinden ‘star sistemi’nin defolarına şahit oluyoruz. Sonrasında işlenen bir cinayet ve iftira sonucu bu yükün altında kalanların kendilerini temize çekme çabalarını izlerken meseleye eklenen entrikayla da farklı aksiyonların peşine düşüyoruz.
‘Dublör’ tek bir hat üzerinden ilerlemiyor, işin içinde romantik komedi de var.
VASAT ÇİZGİSİNDE DOLANIYOR
‘Dublör’ tek bir hat üzerinden ilerlemiyor, işin içinde aksiyon kadar romantik komedi de var. Senaryosunu Drew Pearce’in kaleme aldığı çalışmanın esin kaynağı, bizim kuşağın 70’lerdeki unutulmaz dizisi ‘Altı Milyon Dolarlık Adam’la (The Six Million Dollar Man) tanıdığı Lee Majors’ın 1981-86 yılları arasında yayımlanan ‘The Fall Guy’ adlı bir başka dizisiymiş. David Leitch’in filmi ‘dublörlük’ meselesinin sektördeki hali, dertleri, zorlukları üzerinden başlıyor ve bir emekçinin hayatı gibi gelişiyor. Lakin film nihayetinde ‘Sektörün bu kolunu ne kadar anlatabilirim ki’ diyor ve yönetmen aksiyona ait marifetlerini göstermeye koyuluyor. Bu bölümlerde de ‘Dublör’ görselliği kayda değer ama anlattığı hikâyenin zorlama bölümleri arasında kaybolan bir yapıma dönüşüyor. Metin, araya sinemaya ilişkin göndermeler (‘Özel Bir Kadın, ‘Notting Hill’, ‘Miami Vice’, ‘Rocky’, ‘Jason Bourne’ vs.) sıkıştırıyor ama bütün bunların yüzeysel dokunuşlardan öteye gidemediğini söylemem lazım. Birkaç komedi içeren bölüm, adrenalin yükselten bazı sahneler, ana karakteri canlandıran Ryan Gosling’in ‘Barbie’den sonra tekrar komedi yanı güçlü bir filmle karşımıza gelmesi, insanın içine çok da işlemeyen romantik kısımlar derken ‘Dublör’ vasat çizgisinde dolaşan bir adım olmuş. Heyecan dozajı yüksek helikopter sahneleri eklensin diye suçun itiraf edildiği kasetin çalınması mesela, öykünün en zayıf halkası…
İÇ SAVAŞ
◊ Yönetmen: Alex Garland
◊ Oyuncular: Kirsten Dunst, Wagner Moura, Cailee Spaney, Stephen McKinley Henderson, Nick Offerman, Nelson Lee, Evan Lai, Sonoya Mizuno, Jefferson White, Juani Feliz, Edmund Donovan, Karl Glusman, Jin Ha, Jojo
T. Gibbs, Jesse Plemons, Jess Matney
ABD-İngiltere ortak yapımı
Edebiyat ve onun modern zamanlardaki görsel uzantısı olarak sinema insanlık hallerinin, yaşanmışlıkların, yaşanabileceklerin, siyasetin, sanatın, velhasıl hayata ait her adımın bir tür simülasyon alanıdır aynı zamanda. Bu çok genel tanımdan daha ince bir katmana indiğimizde son dönem (15-20 yıllık bir aralığı kastediyorum) politik tabanlı filmlere bakıldığında önce kitap olarak sunulan, sonra da sinemaya uyarlanan gençlik serilerini gördük hep. Adını koymak gerekirse ‘Açlık Oyunları’ (The Hunger Games), ‘Uyumsuz’ (Divergent) ve de ‘Labirent’ (The Maze Runner) gibi yapımlar distopik öyküler anlatırken diktatörlerin egemen olduğu modelleri ve bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden gençleri anlatıyordu.Finali klişe olmaktan kurtulamasa da ‘İç Savaş’ bu yılın görülmesi gereken yapımlarından.
Bu serilere ait filmler üzerine kaleme aldığım geçmiş eleştiri yazılarında da belirttiğim üzere kimi dünya sathındaki üçüncü sınıf demokrasiler faşist liderler sultası altında ezilirken Batı bu meselede “Biz yaşamıyoruz ama yaşayabiliriz” mantığı eşliğinde sinema üzerinden kendi toplumlarına uyarılarda bulunmayı yeğliyordu. Lakin devran döndü, ABD’de iktidara Donald Trump gibi bir figür oturdu ve uzak gelecekte görünen tehlike hızlıca şimdiki zamana taşındı. Kutuplaşma, kendinden olmayana olan nefret, şiddet dili ve sonrasında bu dilin eyleme geçebilme ihtimali dünyanın ‘Süper Güç’ namlı ülkesinde kök salacak zemin buldu. Kongre baskını vakasıyla zirveye ulaşan sosyolojik gelişmeler ‘iç savaş’ tanımını da bir anlamda tartışma metinleri arasına kattı.
Dini unsurlara dayalı korku-gerilim sinemasının ana yatağı 70’lerde biçimlenirken ‘The Exorcist’in (Şeytan) yanı sıra ‘The Omen’ (Kehanet) da kitlelerin yoğun ilgi gösterdiği yapımların başındaydı. Richard Donner’ın 1976 tarihli yapıtı belki sinematografik açıdan önem arz etmiyordu ama seyircinin zihninde yer eden kimi sahneleriyle tarihe düşülmüş önemli bir not oldu hep.
Konu özetle şöyleydi: Amerikalı diplomat Robert Thorn ve Katherine’in evlat edindikleri ve ismini Damien koydukları çocuk 5 yaşına geldiğinde tuhaf olaylar etraflarını saracak, çok geçmeden de işin rengi anlaşılacaktır: Damien normal bir çocuk değil, Şeytan’ın oğludur... Başrollerini Gregory Peck, Lee Remick (ki kendisi o dönem rol aldığı ‘Tekerlekler’ adlı diziyle Türkiye’de de çok seviliyordu) ve o zamanların minik oyuncusu Harvey
Stephens’ın paylaştığı, seriye dönüşen bu fenomen öykünün sonraki adımları ilgi ve içerik açısından elbette ilk filmin düzeyine erişemedi.
Bilindiği gibi çok uzun süredir ‘retro’ bir tavırla eskinin hafızalardaki yerleri sağlam yapımları şimdinin sinemacıları tarafından bir ya da birkaç kez ziyaret ediliyor. Ya yeniden çevrim ya da ‘öncesi’-‘sonrası’ ibareleriyle geçmiş şöyle bir yoklanıyor. Bu yaklaşımda tabii ki hemen karşı çıkılacak bir durum yok lakin ortaya çıkan yapımlar orijinallerinin yanından bile geçmiyor.
Bu hafta itibariyle salonlarımıza misafir olan ‘Omen: İlk Kehanet’ (The First Omen) ise 1976 tarihli orijinal filmdeki hikâyeye kadarki sürece odaklanan bir çalışma ve bu yanıyla ‘retro’ mantığın izinden gidiyor. Yönetmen koltuğuna, kariyerinde ilk kez bir uzun metraja soyunan Arkasha Stevenson’ın oturduğu yapımın öyküsüne gelince: Yıl 1971... Yetimhanede büyüyen Amerikalı genç rahibe Margaret, yemin törenini gerçekleştirmek üzere Roma’daki manastırın yolunu tutar. Bütün bu genel organizasyonun yürütücüsüyse küçüklüğünden beri bir tür hamisi konumundaki Kardinal Lawrence’tır. Margaret, Çizme’ye ayak bastıktan ve staj dönemini geçireceği kilise yönetimindeki yetimhaneye yerleştikten sonra güzel ve huzur dolu görünen ortamın aslında bambaşka reflekslere sahip olduğunu zamanla fark eder. Başrahibe Silva yönetimindeki merkezde özellikle diğer çocuklarla arasında şiddet dolu iletişim problemleri yaşayan Carlita’ya uygulanan tecrit politikasına karşı çıkmasıyla başlayan gerilim, sonraları daha uç noktalara taşınacaktır.
OMEN: İLK KEHANET
◊ Yönetmen:
Yoksul bir genç olan Jamal’in hayalini kurduğu bir bilgi yarışmasına katılarak büyük para ödülünü kazanma çabasını anlatan Danny Boyle’un 2008 tarihli çalışması ‘Milyoner’ (Slumdog Millionaire) zamanla popüler kültürde yerini alan bir film olurken aynı zamanda o dönem henüz 18 yaşındaki Dev Patel’e de şöhret yolunu açıyordu. Londra, Harrow’da doğan ve kendi ifadesiyle bu film öncesi köklerinin filizlendiği Hindistan’a hayatında hiç gitmemiş, kulaklıkları ve Nike ayakkabılarıyla Birleşik Krallık’ta yaşayan bir genç olan Patel, sonrasında kendine sağlam bir kariyer edindi. Onu ‘Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili’ (The Best Exotic Marigold Hotel, 2011), ‘Chappie’ (2015), ‘Sonsuzluk Teorisi’ (The Man Who Knew Infinity, 2015), ‘Lion’ (2016), ‘Hotel Mumbai’ (2018) ve ‘Yeşil Şövalye’ (The Green Knight, 2021) gibi yapıtlarda izledik. Derken ‘Maymun Adam’la (Monkey Man) portföyüne bir de ‘yönetmen’ etiketini kondurdu.
Patel bu haftadan itibaren bizde de gösterime giren, öyküsü kendisine ait söz konusu yapımda başrolü de üstlenirken Bombay’da geceleri kaçak kick boks yapan ve bu yolla para kazanan bir gencin yaşadıklarını anlatıyor. Lakin bu bir yükselme ya da sınıf atlama hikâyesi değil. ‘Bobby’ takma adını kullanan ana karakterin hayatta çok önemli bir motivasyonu var: Küçükken arazilerine göz dikip kendilerini topraklarından çıkarırlarken arada annesinin ölümüne neden olanlardan intikamını almak. Bu olaya sebebiyet verenlerse etrafa huzur, hayata dair dinginlik, mal mülkten uzak durma mesajları veren açgözlü bir ‘guru’ ile ona yardım ve yataklık eden bir polis şefi. Geceleri yeraltı dünyasının dehlizlerinde yumruklarıyla para kazanan ‘Bobby’ daha sonra bir ek iş buluyor: Kentin güç dinamiklerinin yani intikam alacağı grubun takıldığı seçkin bir gece kulübünde garsonluk. Uyuşturucunun ve seksin pazarlandığı bu ortamlarda ‘avlarını’ daha yakından tanıyor, onlarla olan mesafesini kısaltıyor bir anlamda. Ve nihayetinde de harekete geçiyor…
Görüntüleri açısından fazla kan içerse de film stilistik bir hamle ve Patel görsel bir atmosfer kurmayı başarıyor.
Gökyüzüne yükselip güneşi yakalayarak yiyen ve bu yüzden cezalandırılarak güçleri elinden alınan ‘Maymun tanrı Hanuman’ efsanesine göndermelerde bulunan öyküsüyle Dev Patel’in bu ilk yönetmenlik hamlesi aslında modern Hindistan’a ait toplumsal taşlamalara da soyunuyor. Yabancı düşmanlığı üzerinden siyaset üreten sağcı bir politikacı, iktidara sırtını yaslamış ruhani bir lider ve bu çürümüş sistemin ortağı olan bir polis şefi. Bu yanlarıyla ‘Maymun Adam’ın alttan alta sosyolojik bir ayna görevi üstlendiği söylenebilir. Ama filme asıl kimliğini veren profil aksiyona olan eğilimi elbette. Referans olarak net adres de ‘John Wick’ serisi… ‘Bobby’ intikam sürecinde silaha sarılıyor ve ortalığı kan gölüne çeviriyor. Film travmalarla yüklü ama boks arenasında yumruk ve tekme savurmaktan başka eylemi olmayan bir portreden ölüm makinesi yaratıyor. Bu yanıyla elbette John Wick’in en azından bu konudaki inandırıcılığından uzak. Çünkü Keanu Reeves’ın canlandırdığı karakter eski bir kiralık katildi ve bildiği sularda yüzüyordu. Ama bu tür yapımlarda elbette mantık aranmaz, Dev Patel’in hayat verdiği amatör boksör de içindeki öfkeyle acımasız bir silahşora dönüşüyor.
‘Maymun Adam’ hikâye bazında tabii ki yeni bir şey söylemiyor, anlatılan bildik bir intikam mücadelesi. Ama Dev Patel yönetmen olarak Endonezya yapımı ‘Baskın’ (Raid) serisi ya da toplam dört filme ulaşan ‘John Wick’ evreni boyunca önümüze gelen koreografik sahnelerle (tabii bu kulvarın ilk adımlarında Bruce Lee vardı) dolu aksiyon gösterilerine (aslında bu takıma 2021 yapımı Bob Odenkirk’lü ‘Nobody’ de eklenebilir) kendince yeni bir eklemede bulunuyor. Görüntüleri açısından fazla kan içerse de ‘Maymun Adam’ stilistik bir hamle ve Patel görsel bir atmosfer kurmayı, seyircisinin adrenalinini yükseltmeyi başarıyor. Aksiyon dozajı yüksek bir intikam öyküsü izlemek isteyenler için uygun bir seçenek diyerek noktayı koyalım.
Dev Patel’in hayat verdiği boksör acımasız bir silahşora dönüşüyor.
Filmin Ray Parker Jr. imzalı tema müziğinin hiçbir zaman eskimeyeceğini hatırlıyoruz.
Hayalet Avcıları: Ürperti
◊ Yönetmen: Gil Kenan
◊ Oyuncular: Mckenna Grace, Carrie Coon, Paul Rudd, Finn Wolfhard, Dan Aykroyd, Ernie Hudson, Kumail Nanjiani, Emily Alyn Lind, Bill Murray, Logan Kim, Celeste O’Connor, James Acaster, Patton Oswalt, William Atherton, Annie Potts
ABD-Kanada ortak yapımı
Özellikle ‘Poltergeist’ (‘Kötü Ruh’ adıyla oynamıştı, 1982) evlere giren kötü ruhların paranormal konulara vâkıf kişiler tarafından yok edilmesine dair zirve bir filmdi. Korku-gerilim sinemasında derin bir koridoru aralamıştı. 1984 tarihli ‘Hayalet Avcıları’ (Ghostbusters) da aynı dertleri tiye alan, neşeli, enerjik, sinemasal açıdan çok önemli olmasa da gördüğü ilgi itibariyle popüler kültürde kendine yer edinen özel bir nottu adeta. Kadro olarak Bill Murray, Dan Aykroyd, Sigourney Weaver, Harold Ramis, Ernie Hudson ve Rick Moranis gibi isimlere sahip yapımın yönetmenliğini Ivan Reitman üstlenmişti. 1989’da aynı kamera arkası ve önü ekip ikinci filmle seyirci huzuruna çıktı ve sonrasında seri uykuya daldı!
Günümüze gelindiğinde Hollywood’un ‘retro’ hamlelerinden biri olarak, 2016’da geçmişteki bu mirasın da değerlendirildiğini gördük. Paul Feig imzalı ‘şimdiki zaman’ adımında orijinal ekibin ‘erkeksi’ havası dağıtılmış, yerine bütün ana karakterlerin kadın olduğu bir ‘Hayalet Avcıları’ takımı oluşturulmuştu. Film orta karardı ve bize, zamana yenik düşmeyen en önemli unsurun Ray Parker Jr. imzalı tema müziği olduğunu hatırlatıyordu. Takvimler 2021’i gösterirken bu kez ‘Hayalet Avcıları: Öte Dünya’yla (Ghostbusters: Afterlife) seriyi tekrar anımsadık. Kamera arkasına orijinal yapıtların yönetmeni Ivan Reitman’ın oğlu Jason Reitman geçerken yeni bir ekip tanımlanıyordu. Öykü kırsala (Oklahoma) taşınıyor ve genel atmosfer çok tutulan gençlik dizisi ‘Stranger Things’e selam gönderiyordu. Hikâyenin öne çıkan karakterleri orijinal filmin ana figürlerinden Dr. Egon Spengler’in kızı Callie ve onun evlatları Trevor’la Phoebe’ydi. Yani aile mirasa sahip çıkıyor ve bayrak yere düşmüyordu!
Demir Pençe
◊ Yönetmen: Sean Durkin
◊ Oyuncular: Zac Efron, Jeremy Allen White, Harris Dickinson, Stanley Simons, Holt McCallany, Maura Tierney, Lily James, Michael J. Harney, Kevin Anton
ABD-İngiltere ortak yapımı
Fritz Von Erich (ya da gerçek adıyla Jack Barton Adkisson) bir dönemin hırslı, azimli profesyonel güreşçisidir. Teksaslı bu sporcu ne yazık ki kariyerini yerel başarıların ötesine gidemeden tamamlar ve bu durumdan da sistemin ana aktörü National Wrestling Alliance’ı (Ulusal Güreş Birliği, NWA) suçlar. Sonrasında dört oğlunu da bu sporun bir parçası haline getirir ve onların dünya şampiyonu olmaları için çaba gösterir. Lakin geçmişte aileye yüklenen ‘lanetli’ damgası kapılarını çalar ve dört kardeş, Kevin, David, Mike ve Kerry için acılı ve upuzun bir süreç başlar.Gerçek Erich’ler ve filmdekiler. Oğullar Kevin (Zac Efron) David (Harris Dickinson) ve Kerry (Jeremy Allen White) (ayakta, soldan sağa). Baba Fritz (Holt McCallany) (oturan).
Sean Durkin’in yazıp yönettiği ‘Demir Pençe’ (The Iron Claw) gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kotarılmış. Film, kendi eksikliğini ve haksız yere mahrum bırakıldığını düşündüğü unvanı çocukları üzerinden tamamlamak isteyen, bütün bu hırsını ‘kutsal aile’ maskesi altında sağlamaya çalışan bir babanın yarattığı büyük çaplı trajedinin izlerini sürüyor. Çocuklar aslında kendi yollarını çizme konusunda maharetli ama aile sevgisi, babaya olan saygı derken tipik bir diktatör olan Fritz, onların bir anlamda tüm hayat enerjisini emiyor. Geleceklerini ipotek altına alıyor ve zaman ilerledikçe oğullar, yetişkin olsalar da ağır psikolojik süreçleri atlatamıyorlar. En büyükleri Kevin, karşısına çıkan Pam’le yollarını birleştirerek kendine yeni bir yuva ediniyor ama hakkı olduğunu düşündüğü şampiyonluk kemerine ulaşma yolunda babasının stratejisine yenik düşüyor. Lakin onun trajedisi kardeşlerinin yanında çok daha az engebeli, çok daha yumuşak kalıyor çünkü diğerleri bu ağır yükü hayatlarıyla ödüyorlar.
Özenli, detaylı, drama dozunu mesafeli kullanan senaryosuyla ‘Demir Pençe’, ‘spor filmi’ denen kategorinin sınırları içinde dolaşıyor. Fakat asıl despot bir babanın, kazanma hırsıyla evlatlarını birer birer harcamasını ve kendi hikâyesinin yarım sayfalarını tamamlama çabasını herkes için büyük bir ıstıraba dönüştürmesini anlatıyor. Ben bazı yanlarıyla Sean Durkin’in yapıtının bizde ‘Foxcatcher Takımı’ çevirisiyle gösterime çıkan ve iki güreşçi kardeşin gerçek hikâyesini anlatan ‘Foxcatcher’a yakın buldum.
Amerikan güreş tarihine bir şekilde adını yazdıran Von Erich ailesinin yaşadıklarını anlatan çalışmada kardeşlerin yanı sıra aslında hepsinin büyüğü olan ve 6 yaşında hayatını kaybeden Jack Jr.’ın varlığı zaman zaman öyküye sızıyor. Bu arada gerçekte ailenin fertleri arasında olan Chris’e filmde yer verilmemiş. Bir ek bilgi daha: Filmde bahsi edilen güreş bizdekinden farklı bir formata sahip, sertlik dozajı yüksek bir spor ve ‘pankreas’ olarak da biliniyor.
Neandria
◊ Yönetmen: Reha Erdem
◊ Oyuncular: Deniz İlhan, Ahmet Rıfat Şungar, Bülent Emin Yarar, İzzy, İncinur Daşdemir, Nihal Yalçın, Ayşegül Kopartan, Nur Fettahoğlu, Serkan Keskin, Gizem Katmer, Tanıl Bora, Cihan Özdeniz,
Cem Baza, Emre Melemez, Caner Yılmaz
Türkiye yapımı
Ege’de etrafı antik bir kentin yıkıntılarıyla çevrili, yoksul, küçük bir köy... Suna annesinin de zoruyla iyi bir atlet, geleceği parlak bir şampiyon olmak için çabalamakta, sürekli antrenman yapmaktadır. Motivasyonu bu ücra köşeden kurtulmak, geleceğine dair kapılar açmaktır. Benzer şekilde en yakın arkadaşı Mako için de bu sıkıcı yöreden evrensele açılmanın yolu eleştirel yanlar barındıran ve kendi damgasını taşıyan rap şarkılarıdır. Minik Filiz de aynı iklimin parçasıdır ve o da cep telefonu üzerinden yaptığı YouTube yayınlarıyla bir anlamda ‘dünyaya’ seslenmektedir! İşte bu dengeler içinde geçen hayatlarında yeni bir nokta belirir; köye atandığını söyleyen ve son derece ilginç bir kişiliğe sahip genç bir imam... Suna’nın dayısı olan muhtarsa köy yakınlarında izinsiz faaliyete başlayan taş ocağıyla ilgili nasıl tavır alacağı konusunda kafası karışıkken bir taraftan da define avcılarıyla illegal iş ilişkisine girer.
96.kez düzenlenecek Oscar töreni her zamanki gibi bu sene de Los Angeles’taki Dolby Theatre’da.
Popüler sinemanın dünyadaki öncelikli adresi olan Hollywood yapımlarının yanı sıra gezegenin diğer yöresindeki filmlerin de yarıştığı ve verilen ödüllerle takdir edildiği eski bir organizasyonun yeni bir ayağındayız yine. Evet, Amerikan Sinema Akademisi Ödülleri’ni, diğer adıyla Oscar’ları kastediyorum. Bu gece sabaha karşı her zamanki salonu Los Angeles, Dolby Theatre’da düzenlenecek törenle heykeller 96’ncı kez sahiplerini bulacak.
23 Ocak’ta açıklanan adaylara göz atıldığında öncelikli kategorilerden En İyi Film’de olan 10 yapıt üzerinden şunları söyleyebiliriz: 13 dalda yarışan Christopher Nolan imzalı ‘Oppenheimer’ 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının mucidi Robert Oppenheimer’ın hayatını perdeye taşıyordu. Hem karakterin çalkantılı öyküsüne hem de hakkındaki komünizm suçlamasıyla açılan soruşturmaya odaklanıyordu.
Tarihsel hesaplaşma
Martin Scorsese’nin 10 dalda aday olan çalışması ‘Dolunay Katilleri’ (Killers of the Flower Moon) geçen yüzyıl başında topraklarında petrol çıkmasıyla zenginleşen Osage Kızılderililerinin malına mülküne el koyan beyazların oluşturduğu bir çetenin işlediği cinayetleri anlatıyordu. Keza Johathan Glazer’ın yönettiği, 5 dalda Oscar’a aday ‘İlgi Alanı’ (The Zone of Interest) da Auschwitz Toplama Kampı’nın komutanı Rudolf Höss ile eşi Hedwig’in onca insan yakılırken neşe içinde süren kaygısız hayatlarında geziniyordu.
Görüldüğü gibi öne çıkan üç yapım bir tür tarihsel hesaplaşmaya soyunuyordu. Diğer dikkat çekici iki yapıttan 11 dalda adaylığa sahip, Yorgos Lanthimos’un ‘Zavallılar’ı (Poor Things) kimilerine göre feminist bir öykü kimilerine göre de erkek seks fantezisi anlatıyordu. Keza ‘Zavallılar’la uzaktan akraba olan ve geçen yıl popüler
kültür cephesine damga vuran ‘Barbie’ de pembe bulutlar arasında feminist mesajlar veren bir yapıttı. Ne var ki Akademi Greta Gerwig imzalı yapıtı 8 dalda aday göstermesine rağmen yaratıcısını En İyi Yönetmen’in beşlik listesine dahil etmedi.