Yıl 1947... Macar kökenli Yahudi mimar László Tóth, yeni bir gelecek aramak adına ABD’ye ayak basar. Peşi sıra Pennsylvania’da eşi Audrey ile bir mobilya mağazasını işleten kuzeni Attila’nın yanına gider. Birlikte aldıkları işte genç Harrison Lee Van Buren onlardan, yörenin zengini babası Harrison’ın kütüphanesinin revizyonunu yapmalarını ister. Lakin baba bu değişikliğe sert tepki gösterir ve ikiliyi kovar. Kuzeninin işi batırdığını söyleyip kendisini kapı önüne koymasıyla László, kömür ocağında çalışmaya başlar. Tam bu esnada Harrison Lee Van Buren yeniden ortaya çıkar çünkü Macar mimarın tasarladığı minimalist kütüphane Look dergisi tarafından övgülere boğulmuştur. Ona yakınlarda kaybettiği annesinin hatırasına yapılacak bir merkez tasarımını ve inşasını teklif eder. Geniş bir arazi üzerine kurulacak bu komplekste kütüphane, spor salonu, oditoryum ve ibadethane (şapel) yer alacaktır. László Avrupa’da mahsur kalmış eşi Erzsébet ve yetim yeğeni Zsófia’yı yanına almak için bürokratik engellerin üstesinden gelmeye çalışırken bir yandan da hayatının projesi olarak gördüğü merkezin ortaya çıkması için olağanüstü bir çaba içine girer. Bu süreçte Harrison Lee Van Buren’in sorunlu kişiliği en büyük engellerden biridir...
THE BRUTALIST
◊ Yönetmen: Brady Corbet
◊ Oyuncular: Adrien Brody, Felicity Jones, Guy Pearce, Joe Alwyn, Raffey Cassidy, Isaach De Bankolé, Alessandro Nivola, Stacy Martin, Emma Laird, Jonathan Hyde, Peter Polycarpou, Ariane Labed,
Peter Polycarpou
ABD-İngiltere-Kanada ortak yapımı
Simsiyah, gözleri bir tür radar misali her şeyi tarayan, ürkek ama hiçbir zaman yitirmediği merak duygusuyla hareket edip duran bir kedi... Etraf sularla kaplı; bu arada bir grup köpeğin yanından yemek için kaçırdığı balık başına bela olur çünkü peşine takılırlar. Köpekleri atlattıktan sonra devasa kedi heykellerinin olduğu bir yerleşim yerindeki eve gidip dinlenmeye koyulur. Ama her yeri işgal eden su, daha da geniş bir biçimde geride kalan noktaları da ele geçirme çabasındadır. Nihayetinde kurtuluşu geçip giden bir tekneye sığınmakta bulur. Burada iri kemirgenler sınıfından sevimli bir kapibara vardır; sonradan ekibe köpek grubunun üyesi bir retriever, ‘mülkiyetçi’ bir lemur ve kimi kaynaklara göre ‘türünün en alımlı temsilcilerinden’ kabul edilen bir sekreterkuşu dahil olur. İşte bu farklı üyelerden oluşan topluluk, içinde olduğu tekneyle birlikte sonu belirsiz bir yolculuğa çıkar.
NUH’SUZ BİR NUH’UN GEMİSİ
Letonyalı animatör Gints Zilbalodis, hikâyesini Matiss Kaža’yla birlikte kaleme aldığı son çalışması ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’nda (Straume) zoraki oluşmuş bir dostluğun eşliğinde hayatta kalmak için uğraşan bir grup hayvanın birlikteliğini ve dayanışma çabasını son derece çarpıcı bir görsellik ve atmosfer eşliğinde anlatıyor. Yapıma ilişkin dışarıda çıkan eleştirilere göz attığımda pek görmedim ama bence bu yolculuk ve üyeleri ilk elde akla kuşkusuz ‘Nuh’suz bir ‘Nuh’un gemisi’ni getiriyor. Bu serüven Nuh’suz olmak zorunda çünkü öykünün geçtiği ortamda hiçbir insana rastlamıyoruz. Sadece başta kedinin sığındığı evde bir zamanlar bir ‘sanatçı’nın yaşadığını anlıyoruz, bir de yolculuk esnasında antik kentleri hatırlatan bir mimariye sahip yapılar görüyoruz. Zaten sürekli yükselen suyla birlikte yakın geçmişte büyük bir felaketin olduğunu ve filmin muhtemelen bir tufan sonrası hayatta kalanlara odaklandığını anlıyoruz.
Günümüz animasyonları bilindiği gibi büyük Hollywood stüdyosu damgalı yapımlar ya da Hayao Miyazaki ekolü ‘derin’ anlamlı animelerden oluşuyor. Gints Zilbalodis’in yapıtı bu genel tablo içinde Miyazaki cephesine yakın duruyor.
Filmin en önemli yanı, karakterlerinin insanlar gibi konuşup dertleşmesi, anlaşması ya da çatışması türünden bir yapıya sahip olmamaları. ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’nda hayvanlar kendilerini doğal sesleriyle ifade ediyorlar. Hoş, kimi yabancı sinema yazarları bu duruma özel anlamlar vehmederek filmi “Hollywood’un bize yıllardır dayattığı konuşan hayvan animasyonlarından farklı bir yapıda” teşhisi eşliğinde ele almış. Ben kendi adıma konuşan ya da konuşmayan, fark etmez, hepsini ayrı ayrı kucaklıyor, başka kriterler üzerinden filmleri beğeniyor ve sıralıyorum. Zaten bu konuşma meselesinin kökleri çok eskilere dayanır. Hollywood’dan önce, 1600’lerde Jean de La Fontaine, eserlerinde hayvanları yeterince konuşturmuştu!
Büyük bir kentin, Mumbai’ın (eski adıyla Bombay uçsuz bucaksız insan coğrafyasında ayakta kalmak, hayatın kendine sunduğu seçenekler içinde doğru bir rotada yürümek, umudunu, sevincini yitirmemek ve hep diri tutmak için çabalayan iki kadın... Kişilikleri de farklı elbet. Prabha sakin, dirayetli, ölçen biçen bir yapıya sahip. Bir tür görücü usulüyle evlendiği kocası izdivaçtan kısa bir sürü sonra Almanya’ya çalışmaya gitmiş ve neredeyse bir yılı aşkın süredir de Prabha ondan haber alamıyor. Anu ise genç, delişmen, inatçı ve kendi bildiği yolda yürüme çabasında olan cesur bir karakter. Hindu olduğu için ailesinin izin vermeyeceği aşikâr bir aşkın içinde; Müslüman bir genç olan Shiaz’la kaçamaklarla örülü bir ilişki yaşıyor.
BELGESELLERİYLE TANINIYOR
Bu iki yaşı ve duruşu farklı kadın aynı evi paylaşıyorlar ve küçük bir hastanede hemşire olarak çalışıyorlar. Denklemin üçüncü ayağındaysa yaşı onlardan daha büyük olan Parvaty var. O da has-
tanenin emekçilerinden ve yıllardır oturduğu evine, o bölgeyi yıkıp yeni bir gökdelen inşa etmek isteyen müteahhitler göz koymuş durumda. Yıllar önce ölüp giden kocası geride bir tapu bırakmadığı için Parvaty mülkün kendisine ait olduğunu gösterecek hukuki bir dayanaktan mahrum kalmış...
Belgeselleriyle tanınan Payal Kapadia ilk kurgusal uzun metrajı ‘Aydınlık Hayallerimiz’de (All We Imagine as Light) bu üç kadın karakter üzerinden öncelikle bir kentin sosyoekonomik tasvirini, mimari düzenini, görsel ve ruhsal ambiyansını anlatıyor. Öte yandan feminist unsurlar da içeren ve asıl referansını ‘Her şey sınıfsaldır’dan alan güçlü bir öyküyü perdeye taşıyor. Geçen yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü (Grand Prix) kazanan yapım, kentin yükünü taşıyan emekçilerden, gündelik rutinin atardamarlarından biri olan tren istasyonlarından ve dolu vagonlardan kimi kesitlerle; çeşitli insanların Mumbai’a ait görüşleri eşliğinde açılıyor. Sonrasında da ana karakterlerine odaklanıyor.
Bu giriş ve akabindeki bütün gelişmeler İstanbul’a dair Yeşilçam’ın uzun bir dönem bize sunduğu ‘taşı toprağı altın şehir’ fikriyatına çok benziyor. Payal Kapadia doğup büyüdüğü kenti kalabalıklarıyla, gece manzaralarıyla, iki ana karakterin kaldığı evin penceresinden yansıyan görüntüleriyle, küçük dar sokakları ve pazarlarıyla birlikte filmine sığdırıyor. ‘Aydınlık Hayallerimiz’ bu açıdan Batılı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi New York, Paris, Roma, Viyana gibi şehirlere ilişkin sinematografik hamlelere Mumbai’ı da ekliyor. Öte yandan Kapadia sadece övgü, methiye gibi bir derdin peşine düşmüyor, kentin alt sınıf nezdindeki tarifine ve hissiyatına da soyunuyor. Mesela Shiaz şehri tanımlarken “Köyde akşam olduğunda top oynamayı bırakıp eve giderdik, burada aynı saatlerde hayat adeta yeniden başlıyor” diyor. Ama aynı şehir bir emekçinin dediği gibi yıllardır orada olmasına rağmen hiçbir bağı yokmuş gibi anında terk edilebilecek bir sevda niteliğinde.
Anneleri Najmeh’le tatlı çekişmeleri genellikle kuşak çatışması üzerinden olan iki kız kardeş, Rezvan ve Sana için ‘kapsama alanları’ artık daralmak zorundadır. Nedeni ise şudur: Yaklaşık 20 yıldır sisteme sımsıkı bağlı bir memur olarak çalışan babaları İman, Tahran’daki Devrim Mahkemesi’nde soruşturma hâkimliğine terfi etmiştir. Bu durum daha iyi bir hayat standardı sunsa da aynı zamanda ailenin genç üyeleri için kimi kısıtlamalar anlamına gelmektedir. Anne kızlarını uyarır; artık sosyal medya paylaşımları, açık adresler yoktur. Çünkü rejim muhalifleri için hedef olabilirler. Tam bu süreçte Mahsa Amini adlı kadının, zorunlu başörtüsüne karşı çıktığı için tutuklanması ve ardından da hayatını kaybetmesiyle ülkede iktidara yönelik başkaldırılar yoğunlaşmıştır. Halk sokaklarda rejime olan öfkesini kusarken kolluk kuvvetleri de toplumsal isyanı şiddete başvurarak bastırmaya başlamıştır. Kızlar bu tabloda isyancılar safındadır. Derken babaya kendini koruması için verilen silah kaybolunca İman, eşi ve kızları arasındaki çatlak giderek büyür ve ortama büyük bir paranoya hâkim olur.
BÜTÜN EKİP SORGUYA ÇEKİLDİ
İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof ‘molla rejimi’nin sevmediği bir sinemacı. 1972, Şiraz doğumlu sanatçının, çektiği filmler yüzünden başı sistemle daha önce de belaya girmiş, hapis cezası almıştı. 2020 yapımı çalışması ‘Şeytan Yoktur’la (Sheytan vojud nadarad) Berlin’de ‘Altın Ayı’yı alan ama ödül törenine katılamayan Rasoulof, yukarıda konusunu özetlediğim son filmi ‘Kutsal İncirin Tohumu’nda (Dâne-ye anjir-e ma’âbed) hak bellediği yolda yürümeye devam ettiğini gösteren bir yapıta daha imza attı. Lakin Cannes’a kabul edilen bu hamle, anlattıkları ve İran’da yaşanan zulmü sinema yoluyla bütün dünyaya gösterdiği için cezalandırıldı. Filmdeki bütün ekip sorguya çekilirken hem ülkeden çıkmaları yasaklandı hem de filmin Cannes’daki yarışmadan çekilmesi istendi.
Mayıs 2024’te avukatı Rasoulof’un kırbaçlanma, para cezası ve mallarına el konulmasının yanı sıra sekiz yıllık hapse mahkûm olduğunu açıkladı. Yönetmense bu durumda çareyi kaçmakta buldu ve nihayetinde Almanya’ya sığındı. Kaçış eylemini gerçekleştirdikten sonra The Guardian gazetesine verdiği söyleşide de durumu şöyle açıkladı: “Görevim İran’da neler olup bittiğini ve İranlı olarak sıkışıp kaldığımız durumları aktarabilmek. Bu, hapishanede yapamayacağım bir şey değildi.”
İşte böyle meşakkatli bir sürecin ifadesi olan ‘Kutsal İncirin Tohumu’ son derece iyi yazılmış bir senaryoya sahip. Hikâyenin başında anne, eşini koruyup kollamak adına kızlarına birtakım yasaklardan bahsederken cümle arasına sık sık rejime olan inancını da sıkıştırıyor. Lakin gösteriler sırasında Rezvan’ın üniversiteden arkadaşı Sadaf’ın hiç ilgisi olmamasına karşın gördüğü polis şiddeti, aldığı darbeler ve annelerinin genç kızın kanlı yüzünden çıkardığı saçmalar kırılmanın ilk işaretleridir. Akabinde silahın kaybolmasıyla birlikte İman artan paranoyasıyla ailedeki herkesi olası suçlu ilan edip arkadaşı Alirezah’tan yardım isteyerek eşini ve kızlarını sorguya çektirir. Peşi sıra Tahran’ı terk edip taşradaki kır evlerine giderler ve aralarındaki mesafe iyiden iyiye açılır.
Sinemaseverler 2025’e dört güne sığdırılmış bir maratonla merhaba diyor. Yılların Filmekimi organizasyonunun adeta ‘Filmocağı’ (!) versiyonu olan etkinlikte 11 yapım seyirciyle buluşuyor. Gazetemizin 4 ve 5’inci sayfalarında da göreceğiniz gibi 2025’in en iyi fimlerinden birkaçı vizyon tarihinden önce bu festivalde izlenebilir. Bir Film’in düzenlediği bu oluşum ‘11! Bir Film Hadisesi’ başlığıyla sunuluyor. Gelin bu başlık altında hangi yapıtlar seyirci önüne çıkıyor bakalım...Maria, Böyle Küçük Şeyler, Babygirl, En Değerli Hediye, Saklı Krallık, Kutsal İncirin Tohumu
Bir starın hüzünlü vedası...
‘Maria’: Daha önce Lady Diana ve Jackie Kennedy üzerine çektiği serbest biyografilerini hatırladığımız Pablo Larrain, son çalışması ‘Maria’da dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sopranosu olarak tanımlanan Maria Callas’ın son günlerine odaklanıyor. Hikâye artık sesini kaybetmiş durumdaki sanatçının görkemli geçmişiyle hesaplaşması üzerine kurulu. Filmde Callas’ı, performansıyla Oscar’a aday olması beklenen Angelina Jolie, birlikte yaşadığı Yunan kökenli armatör Onassis’i de Haluk Bilginer canlandırıyor.
Vicdani bir hesaplaşma
‘Böyle Küçük Şeyler’: Beş kız çocuk babası kömürcü Bill Furlong... 1985’te, Noel öncesi zaman diliminde sürekli kömür sağladığı manastırda gördüğü birtakım olaylar sonucu rahatsızlık duyar ve vicdani bir hesaplaşmaya girer. Son dönemin öne çıkan yazarlarından Claire Keegan’ın aynı adlı yapıtının uyarlaması olan ‘Böyle Küçük Şeyler’ (Small Things Like These) İrlanda’da kilise çatısı altında yapılanan ve trajik uygulamaları olan ‘Magdalene Çamaşırhaneleri’ oluşumuna dikkat çeken sosyal bir drama. Tim Mielants’ın yönettiği filmin başrolünde Cillian Murphy var.
Sistemin paranoyaları üzerine...
‘Kutsal İncirin Tohumu’: İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle başlayan toplumsal öfke ve başkaldırı sürerken bu esnada terfi ederek bir tür infaz memuru olarak çalışan bir baba... İki kızı evde sistemi temsil eden otoriteye karşı isyan bayrağı açmıştır. Bu arada kendisini koruması için verilen silahı kaybolan baba paranoyaya kapılır ve karısıyla kızlarını suçlar. Yönetmen Mohammad Rasoulof’un etkileyici yapıtı ‘Kutsal İncirin Tohumu’ (Dane-ye anjir-e ma’abed) İran’daki ‘molla rejimi’nin kendinden olmayanlara (özellikle özgürlük isteyen kadınlara) karşı baskıcı yapısını ve çelişkilerini son derece iyi yazılmış bir öyküyle sinema üzerinden evrensel sulara taşıyor.
Hakikatin
Yılın son haftasında vizyona giren ‘Evcilik’ bana kalırsa 2024’ün en iyi yerli yapımı. Bu denli etkileyici bir yapıtın hem kadrosunda bulunan hem de proje halindeyken hayata geçmesi için yapımcı kimliğiyle çaba gösteren Nejat İşler’le film ekseninde bir söyleşi yaptık, farklı konulara da uzandık.
Sanırım ‘Evcilik’ senin ilk yapımcılık serüvenin. Bu noktaya nasıl geldin, çıkan kısmın özeti misali süreci aktarır mısın?
Şöyle söyleyeyim, biz okulda eleştirici gözle bakmayı öğrendik. Mimar Sinan’da bize öyle öğrettiler. “Motamot değil de eleştirel bak işlere” diye... Hocalarım Afşar Timuçin, Cevat Çapan, Müşfik Kenter, Zeliha Berksoy... Derslerine böyle insanlar girince işlere de eleştirel bakıyorsun. Daha 20 yıl evvel “Sen bu işin oyun kurucusu olursun” demişlerdi bana. Ben de o zamanlar daha yeni meşhur olmuşum ya, zamanı var her şeyin falan diye geçiştiriyordum.
Galiba Ertem Göreç de sana “Senden sinemacı olur” demiş, geçmişte senden Hürriyet için bir görüş alırken bahsetmiştin.
Evet, bir film şirketinde çalışıyordum, 89’du galiba. Üç aylık bir macera, orada söyleşiler yapıyorduk. Ertem Göreç hayattaydı o zaman, Allah rahmet eylesin. Söyleşiye gelmişti, “Hocam, ben sizin ‘Otobüs Yolcuları’na bayılıyorum” demiştim, o da bana bu cevabı vermişti. Bu arada muhteşem bir filmdir, De Sica’nın ‘Bisiklet Hırsızları’ gibi. Toparlarsak; o zamanlarda bu sevda bende büyüdü, tabii arada da okuyorsun, ediyorsun, bir sürü de film seyrediyorsun. Bu arada 10 sene önceki rahatsızlıktan evvel berbat bir durumda hissettim kendimi. Ya ben ne yapıyorum dedim. Tamam, para kazanmak için dizide oynuyorum da gerçekten ne yapıyorum, hiçbir şey katmıyorum bu işe. Bir karar vermem gerekiyordu, ertesinde zaten o oldu, bu oldu... Gümüşlük zamanı oturdum, düşündüm, dedim yazayım bari. Zaten okuldayken de yazmaya başlamıştım. Oyunlar yazıyordum. Oynadık da
o oyunları. Üç-dört tane oyun yazdım. İşin oyunculuk dışındaki alanlarında, yani sinemanın yaratıcı taraflarındada olmak istiyordum ama hep zamanı gelsin diye düşünüyordum.
Ama oyunculuk da bırakılacak gibi değil...
Bir kere oyunculuk çok konforlu bir meslek, yani bırakmak çok zor, bırakman değil de ertelemen zor. Öyle bir teklif geliyor ki, bütün oyuncular oynamak ister orada. İlla istersin, atlamak istersin. Şimdi orada bir yerde dur demen lazım. Ee, ben de ancak bu yaşımda dur diyebildim kendime.
İstanbullu çift, Filiz ve Fırat tatillerini geçirmek üzere Ege kıyılarındaki sempatik bir butik otel olan Evcilik’e ayak basarlar. Kendilerinden başka müşterinin olmadığı bu mekânı Özkan ve yaşça ondan bir hayli küçük olan karısı Aysun işletmektedir. Bu ikili arasında özel bir kimya vardır ve birbirlerine ‘Kınalı’ ve ‘Duman’ olarak seslenirler. Şehirli çift onların bu ilişkisinden etkilenir, kendi aralarında birbirlerine aynı takma adlarla seslenirler ve bunu bir taklit oyununa dönüştürürler. Lakin onların bu halleri Aysun ve Özkan tarafından anlaşılır ve durgun akan su, yerini son derece gerilimli bir atmosfere bırakır...
Hayatları monotonlaşmış çiftler kimi tatil ya da gezi fırsatlarına yeni kıvılcım misali sarılırlar ve aradıkları heyecanı o yörelerde bulabileceklerine inanırlar. Bu türden hikâyeleri Batı sinemasında çokça görürüz. Böylesi öykülere sahip yapımlardan en çok etkilendiklerim arasında Paul Schrader’ın Ian McEwan uyarlaması ‘Yabancı Kucak’ (The Comfort of Strangers, 1990) ve Angelina Jolie’nin yönettiği, başrolünü de Brad Pitt’le paylaştığı ‘Hayatın Kıyısında’ (By the Sea, 2015) ön plana çıkar.
SINIFSAL BİR ÇEKİŞME...
Ümit Ünal senaryosunu da kaleme aldığı son çalışması ‘Evcilik’te işte bu temayı coğrafyamızın gerçekleriyle harmanlayarak perdeye taşırken meseleyi şehirliler ve kırsaldakiler düzleminden okuyor. Film başlarda bizi, kentli ana karakterleri gibi huzur dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Mekân, doğa, tarihi eserler vs. derken kamera cennet gibi bir yerde dolaşıyor uzun süre. Lakin bu mutlu ortam Filiz’in gece gizli saklı sigara içmek için dışarıya çıktığında Kınalı ve Duman’ın karanlık bir ortamda sevişmelerine tanık olmasıyla bambaşka bir ivme kazanıyor. Genç kadın gördüklerini kocasına aktarıyor ve onların ihtiraslı ilişkileri, kendi tekdüzelikleri için bir nevi ‘ilham kaynağı’ haline geliyor. Üstüne üstlük birbirlerine aynı şekilde hitapları ve bir süre sonra deşifre olmalarıyla sınıfsal ve kültürel bir çekişme ortama hâkim oluyor.
Ümit Ünal usta işi rejisiyle öyküyü -o bildik klişe ifadeyle- ilmek ilmek örüyor ve ‘Evcilik’ belli noktalarda, müziğinin de desteğiyle bir gerilim filmi tadına ulaşıyor. Hoş, hemen girişte tanıştığımız Özkan’ın annesinin öfke dolu sayıklamaları zaten bize ‘Acaba film paranormal sulara mı uğrayacak’ hissiyatı veriyor ama ulaştığımız sular kent-köy denklemindeki çelişkiler, kibir, ikiyüzlülük, aşağılanma duygusu gibi meseleler oluyor.
Yıl 1983... Kuzeybatı Pasifik’te bir grup Neo-Nazi, o güne kadar içlerinde biriktirdikleri Yahudi ve siyah nefretini daha bir yüzeye çıkarır ve yavaş yavaş ‘silahlı mücadele yoluyla ülkeyi kurtarmak gerektiğini’ kendi aralarında daha net bir şekilde dillendirirler. Çoğu, ırkçı bir papaz olan Richard Butler’ın kilisede verdiği vaazlardan etkilenen ama teoriyi bırakıp eyleme geçilmesini isteyen bu grubun başında Robert (Bob) Mathews vardır. Bu ırkçı oluşum önce kimi bombalama eylemlerine, sonra da mali kaynak amacıyla soygunlara yeltenir. Özel hayatında sorunlar yaşayan ve yeniden ayağa kalkmak için çabalayan FBI ajanı Terry Husk soygunlara ilişkin soruşturma kapsamında işe dahil olurken ister istemez örgütün önüne çıkar. Başlarda bu işe karışanların adi suçlu olduğunu düşünürken karşısında ideolojik bir yapı bulur. Grubu çökertme aşamasındaysa yerel polis Jamie Bowen ve eski mesai arkadaşı Joanne Carney’yle ortak çalışır...
ADRENALİNİ YÜKSEK SAHNELER
Kevin Flynn-Gary Gerhardt ikilisinin 1989 tarihli kitabı ‘The Silent Brotherhood’dan uyarlanan ve senaryosunu Zach Baylin’in kaleme aldığı ‘Düzen’ (The Order), Amerikan yakın geçmişine ait siyasi oluşumlarda dolaşıyor ve aslında gölgesini günümüze düşürüyor. Şöyle ki filmde anlatılan ırkçı oluşum bir anlamda özellikle kendini Donald Trump taraftarı olarak tanımlayan ve zirvesini 2021’de Kongre Binası’na basarak gösteren grubun öncülü. Filmin yönetmenliğini Justin Kurzel üstlenmiş. Malum, Avustralyalı sanatçı ait olduğu coğrafyanın son dönemlerde ortaya çıkardığı en heyecan verici sinemacılardan. ‘Macbeth’ (2015), ‘Assassin’s Creed’ (2016), ‘Kelly Çetesinin Gerçek Hikâyesi’ (True Story of the Kelly Gang, 2019) gibi yapıtlarıyla ihtiraslı karakterlere, suç dünyasındaki gelgitlere ve aksiyona hâkimiyetini fazlasıyla gösteren Kurzel, ‘Düzen’de de hem adrenalini yüksek sahneler ortaya koyuyor hem de ABD’nin siyasi sosyolojisine tarihten ödünç aldığı profillerle ışık tutuyor.
Film iki ana hat üzerinde ilerliyor. Bir cephede Bob Mathews’un, etrafındaki birkaç ‘mürit’le daha köktenci bir noktaya evrilmesi var. Bu grup yol gösterici olarak beyaz ırkçı hareket ‘National Alliance’ın kurucusu ve başkanı William Luther Pierce’ın Andrew MacDonald takma adıyla yazdığı ‘Turner Günlükleri’ (The Turner Diaries) kitabından yararlanıyor. Söz konusu metin altı aşamada (beşincisi ‘Suikastler’) hükümetin devrilmesini ve beyaz olmayanlarla Yahudilerin sistematik olarak yok edilmesine yol açan bir devrimin tasvirini çiziyordu. Ki Mathews’un ekibi, programlarında ırkçılara karşı cephe alan Yahudi kökenli ateist radyocu Alan Berg’ü öldürerek kanlı icraatının çapını genişletiyor. (Meraklısına: Eric Bogosian’ın ‘Sırdaş Radyo/Talk Radio’ adlı oyunundan Oliver Stone tarafından sinemaya uyarlanan 1988 tarihli filmin esin kaynağı Alan Berg’dü.)
İkinci hattaysa Amerikan polisiye geleneğinde (edebiyat ve sinemada tabii ki) belirgin bir motif olan ‘düşmüş dedektif’ prototipinin filmdeki uzantısı olarak karşımıza Terry Husk çıkıyor. Onun hem Jamie Bowen hem de Joanne Carney’yle ortak ilişkileri var. Burada hem sistem koruyucularının hayatlarına ve iç dünyalarına bakıyoruz hem de ırkçılara karşı verdikleri mücadeleye tanık oluyoruz. Bu noktada Mathews’u canlandıran Nicholas Hoult’un (özellikle nefret ve öfkeyi son derece etkileyici bir biçimde aktarıyor), Husk’ı ete kemiğe büründüren Jude Law’un olağanüstü performansları, karakterlerini alabildiğine gerçekçi kılıyor. Öte yandan Bowen’da Tye Sheridan, Carney’de Jurnee Smollett, Alan Berg’de Marc Maron da çok iyiydi.
‘Düzen’ sinematografik açıdan Justin Kurzel’in dinamik anlatımıyla dikkat çeken ve günümüzdeki gelişmelere ilişkin tarihten hatırlatmalar niteliği taşıyan bir film. Şimdiki zamanın ırkçılarını geçmişteki kökleri üzerinden okuyan yaklaşımıyla da Spike Lee’nin 2018 tarihli ‘Karanlıkla Karşı Karşıya’ (BlacKkKlansman) filmini hatırlatan bu yapıtı bence kaçırmayın derim.