Deadpool&WolverIne
◊ Yönetmen:
Shawn Levy
◊ Oyuncular:
Ryan Reynolds,
Hugh Jackman, Emma Corrin, Matthew Macfadyen, Rob Delaney, Morena Baccarin, Karan Soni, Leslie Uggams, Wesley Snipes, Channing Tatum, Dafne Keen, Aaron Stanford, Chris Evans, Jennifer Garner, Brianna Hildebrand, Tyler Mane
ABD yapımı
Artık sadece Wade Wilson kimliğini kullanan Deadpool, ‘Avengers’ ekibine katılmak için yaptığı başvurular (!) reddedilmiş, kız arkadaşı Vanessa tarafından terk edilmiş bir ‘tutunamayan’dır ve hayatını ikinci el araba satarak kazanmaya çalışır. Derken birtakım paralel evrenleri düzenleyen kurumun temsilcisi konumundaki Bay Paradox ortaya çıkar ve varlığını sürdürmesinin yolunun doğru ‘Wolverine’i bulmak olduğunu belirtir. Nihayetinde aranan Wolverine ‘Hiçlik’ (altyazılarda Türkçeye ‘Boşluk’ olarak çevrilseymiş daha doğru olurmuş) adındaki çölümsü tuhaf bir yerleşimde bulunur. Burası ‘X-Men’ dünyasından hatırladığımız Prof. Charles Xavier’in ihtiraslı ikiz kız kardeşi Cassandra Nova’nın hükümranlığında bir düzene sahiptir. Wade, Wolverine’le birlikte Cassandra ve himayesindekilere karşı mücadeleye soyunurken asıl olarak geriye dönüp ana evrendeki gidişatı tekrar rayına koymanın çabası içindedir.
Siyah-beyaz görüntüler... Bir Nazi subayı, minik bir kız çocuğunun elini tutan kadını nihayetinde öldürüyor. Derken çocuk Amerikalı bir asker tarafından kurtarılıyor. O, artık kurtarıcısı bellediği askere sımsıkı sarılıyor. Lakin meydana bir kadın geliyor ve onu muhtemelen yetimhaneye götürmek üzere çekip alıyor. Işıklar yandığında salondaki seyircilerden bazıları ağlarken kamera Iris, kız kardeşi Mimosa ve annesine odaklanıyor. Üçlü sinema salonundan çıkarken anne ‘halkın eleştirmeni’ sıfatıyla (!) yorumunu yapıyor: “Eski Amerikan sineması ne güzeldi, büyüleyici hikâyeler anlatırlardı. Şimdi İtalyanlar ne kadar acı varsa onu izletiyor, savaş yetmiyormuş gibi.”
İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne (muhtemelen de Roberto Rossellini sinemasına) atıfta bulunan bu girişin ardından salonun önünde gezinen hayta görünümlü bir genç, Iris’i tarihi bir filmin çekimleri için ertesi gün yapılacak seçmelere davet ediyor. Bu teklif kızların ve annelerinin gönlünü bir şekilde çeliyor,
ne de olsa onlar sinemaya sevdalılar.
Üçlü, seçmelerin yolunu tutarken sakin, minyon tipli Mimosa da şansını deniyor ama olmuyor. Derken stüdyo içinde şaşkın bir biçimde dolaşırken koridorda kılıç ve sandaletlerin hâkim olduğu, Eski Mısır’da geçen filmin Kleopatra’yı andıran ana karakterini canlandıran Josephine Esperanto’yla göz göze geliyor. Uluslararası yıldız çok geçmeden talimat veriyor ve nedimelerden birini onun oynamasını istiyor. Peşi sıra beklenmedik gelişmeler oluyor. Esperanto çekim sonrası Mimosa’yı yanında istiyor, arabasına alıyor, akşam yemeğine davet ediyor ve oradan da bir partiye götürüyor.
Saverio Costanzo son filmi ‘Şafak Sökerken’de (Finalmente l’alba), 1950’ler İtalya’sında Roma’daki ünlü Cinecittà Stüdyoları’na yolu düşen genç bir kızın, bir gün boyu yaşadığı gerçeküstü maceraya odaklanıyor. Kendisini neden yanında istediğini anlamadığı bir Hollywood yıldızının peşinde, tanımadığı ama uzaktan hayran olduğu yıldızlarla dolu bir dünyanın kapısını aralıyor. Ve orada karşısına bambaşka kişilikler, hasletler, karakterler çıkıyor. Ava Gardner, Liz Taylor, Rita Hayworth gibi yıldızların bir karışımı olarak sunulan Esperanto, aralarında bir ilişki olduğuna dair hissiyat yayan rol arkadaşı Sean Lockwood ve sanat simsarı Rufus Priori’yle birlikte yanlarına Mimosa’yı da katıp gerçek kişiliklerini sergiledikleri bir gecenin ortağına dönüşüyorlar.
‘Babylon’u andırıyor...
Genç kızı parti ortamında İsveçli şair Sandy olarak lanse eden Esperanto, narsist kişiliğini ortaya saçıp dökerken ‘yıldızım, her istediğimi yaparım’ı göstermek için çabalayıp duruyor. Lockwood ise Mimosa’daki masumiyete vurulduğunu kanıtlama derdinde. Yıldız olmak isteyen ve cesedi deniz kıyısında bulunan bir kızın hikâyesi filmde alt motif olarak sunuluyor. Bütün bu şatafatlı, bir o kadar da trajedi içeren olaylar zengin birinin malikânesinde geçiyor.
Fatih Akın yaklaşık 9 yıl sonra İstanbul’a geldi. Ben de en son 2014’te konuştuğum yönetmenle tekrar bir araya gelip yeni projeleri, İstanbul’un onda bıraktığı izler, Martin Scorsese’nin ‘Ren Altını’ndaki Uğur Yücel performansına ilişkin görüşleri gibi geniş bir yelpazede konuşmak istedim.
◊ Seninle en son Aralık 2014’te ‘Kesik’ filmin vesilesiyle bir söyleşi yapmıştım. Ve o tarihten sonra ilk kez yeniden İstanbul’a geliyorsun. Bu kez neler gözledin?
Geldiğim akşam dışarı çıktım. Gündüz Bebek’e indim, sonra tekrar buraya (Beyoğlu) geldik, bizimkilere dedim ki: “Benim eski mahallemi görmem lazım, bir de fazla yemek yedik, bir dolanalım, gelir misiniz?” “Yok, sen dolaş” dediler. Çıktım, dolaştım biraz. Fazla değil yani, 45 dakika falan. Buradan Asmalımescit’i dönüp Tünel’e, oradan Çiçek Pasajı’na, o kadar sadece.
◊ Nasıl buldun peki?
Valla herkes bana dedi ki “İstanbul çok değişti, eski tadı yok”. Ben de şey zannettim, çok çok değişmiş. Şöyle bir durumdan bahsedeyim; bir sürü insan var şimdi Türkiye’den gelip Almanya’da yaşayan. Her yerde İstanbul Türkçesini duyarız. Hamburg’da benim mahallemde de... Çünkü yaklaşık 250 bin insan geldi; doktorlar, akademisyenler, ‘beyaz yakalılar’ yani. Yeni ve farklı bir kuşak... Ve çok ilginç, şu anda onlar hakkında bir şey yazıyorum. Şimdi onlar böyle deyince, “Burada her şey bitmiş” falan. Baktım, evet mesela müzikler biraz ticarileşmiş ama bu türden şeyler her yerde böyle. 20 sene önce ‘İstanbul Hatırası’nı çektiğimde o sokaklar benim ortağımdı, şimdi de ortağım gibi geldi. Ne kadar karanlık olsa, tehlikeli olsa bile o sokaklar bana güven veriyordu, “Merak etme, biz sana bakarız” diyordu. Bu gelişimde kısık sesli olsa da ben o sesleri yine duydum.
◊ Ama sonuçta bahsettiğin yer Beyoğlu ve çevresi. Mesela ‘İstanbul Hatırası’nın galasının yapıldığı Emek Sineması yok artık. Neyse, buradan şu soruya geçeyim: ‘Duvara Karşı’nın kimi sahneleri ‘Büyük Londra Oteli’nde çekildi, keza ‘İstanbul Hatırası’nda da Alexander burada kalıyor ve şehre otelin pencerelerinden bakıyordu. Sen de burada kalıyorsun. Nedir buranın sendeki özel yeri?
Öcüler var diye duydum ben. Onları Birol (Ünel) da duydu. Bir gece beraber uyudum onlarla. “Sen de duydun mu lan?” diye sormuştum, “Evet” demişti. Mavra bir tarafa, burası gerçekten bir film seti gibi. Oteldekiler de istediğin zaman seni rahat bırakıyorlar, özetle bu ortamı seviyorum.
Ay’a gitmek insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı. Bu, türümüzün ait olduğu gezegenden evrendeki en yakın görünen noktaya doğru çıktığı ilk büyük yolculuğun ifadesiydi. Takvimler 20 Temmuz 1969’u gösterdiğinde, saat 20.18’de Apollo 11’in üç mürettebatından Neil Armstrong ve Edwin ‘Buzz’ Aldrin (ekipteki diğer kişi Michael Collins’ti) Ay yüzeyindeki yürüyüşlerini gerçekleştirirken
Armstrong tarihe geçen o ünlü cümlesini de kuruyordu: “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım.”
Bu serüven uygarlık tarihinde önemli bir not olurken siyasal bir çekişmenin de merkezindeydi. Dönemin iki kutuplu dünyasında ABD’yle Sovyetler arasındaki mücadele uzaya taşınmış, iki taraf birbirine gökyüzünde üstünlük sağlamak amacıyla kimi hamlelere soyunmuştu. Ay’a yolculuk söz konusu rekabetin yeni bir parçasıydı. İki ülke arasındaki uzay mücadelesi 1960’ların başında kızışmıştı. Nisan 1961’de Rus kozmonot Yuri Gagarin’in Vostok 1’le uzaya çıkan ilk insan unvanını almasının ardından ABD Başkanı John F. Kennedy, Eylül 1962’de yaptığı konuşmada 10 yıl içinde Ay’a gitme konusunda kararlı olduklarını ve bu yönde çalışacaklarını belirtmişti.
BENİ AY’A UÇUR
◊ Yönetmen: Greg Berlanti
Yeni kıtanın dışarıdan gelen tarafından parsellenmeye başladığı dönemler. Tarihler 1859’u gösterirken San Pedro Vadisi’nde üç beyaz, akıp giden bir nehrin yanında kendilerine gelecek kurma adına arazi üzerinde çalışıyor. Akabinde onları gözetleyen apaçileri de görüyoruz… Dört yıl sonrasına atladığımızdaysa onlar artık mezardadırlar ve söz konusu çevrede yeni sakinleriyle birlikte kasabamsı bir yerleşim oluşmuştur. Topluluk bir gece kutlama yaparken o toprağın gerçek sahipleri tarafından kanlı bir saldırıya uğrar. Bir grup apaçi ortalığı yakıp yıkar ve kanlı bir katliam düzenler. Ertesi gün yerleşime gelen Teğmen Trent Gephart ve askerleri baskından bir dehlizde saklanan ve oğluyla kocasını kaybeden Frances Kittredge ve kızı Lizzie’yi himayesi altına alır. Öte yandan Wyoming’de maden işi için bölgeye gelen Hayes Ellison, öğleden sonra için sözleştiği seks işçisi Marigold’la buluşmaya giderken yörenin kötü şöhretli ailesi Skyes’ların oğlu Caleb’ı öldürür ve akabinde genç kadınla baktığı küçük çocuğu da yanına alarak kaçar… Bu arada devasa kanyonların gölgesinde ve yukarıdan kendilerini gözetleyen Kızılderililerin eşliğinde bir kervan, Matthew Van Weyden adlı bir kişi öncülüğünde ilerlemektedir… Kanlı saldırıyı ise kabilenin şefi olan babasının barışçıl politikasına bayrak açan ve meselelerin şiddetle çözülebileceğine inanan genç apaçi Pionsenay ve kardeşi Taklishim’in sürüklediği bir grup gerçekleştirmiştir…
Kevin Costner yine western türüne ait bir film olan 2003 tarihli ‘Uzak Ülke’nin (Open Range) ardından 21 yıl sonra tekrar kamera arkasına geçiyor ve yukarıda ilk bölümünün konusunu özetlediğim devasa hamlesi ‘Horizon: An American Saga’yla huzurlarımıza geliyor. İkinci bölümünün Ağustos 2024’te vizyona girmesi beklenen bu destansı çabanın son iki adımının (üçüncüsünün çekimlerine mayısta başlanmış) ne zaman seyirci karşısına çıkacağı belli değil, ayrıca Hollywood’un eski yakışıklısı bu proje için kendisi de bir servet koymuş (yazılıp çizilenlere göre 38 milyon dolar yatırmış).
Western, sinemanın emekleme döneminden gelişim çağına kadar Hollywood’u ayakta tutan öte yandan yaşanan ülkenin yakın tarihini perdeye aksettiren bir türdü. Postmodernist çağlara direnemedi ve yavaşça sahneden çekildi. Uzun süre Amerikan sağının gözde türüydü; çünkü sektör filmlerinde işgal edilen toprakların eski sahiplerini vahşi gösteriyor ve onlara bir tür medeniyet getirildiğini hatırlatan öyküler eşliğinde yapıtlar üretiliyordu. Dönemin aksiyon sinemasının ve kahramanlık prototipinin de ifadesiydi western. Sonlara doğru daha derin öyküler, şiddetle, Kızılderililere yapılan haksızlıklarla hesaplaşmalara giden yapımlar da izledik.
Costner ‘dörtlüğü’nde sakin bir anlatım tuttururken ‘western’in tüm klişelerini öyküsüne yedirmiş.
12 dalda Oscar’a aday olan ve ‘En İyi Yönetmen’le ‘En İyi Film’ olmak üzere yedi kategoride heykele uzanan ‘Kurtlarla Dans’ bu örneklerden biriydi ve en önemlisi Kevin Costner’ın kariyerindeki yapıtaşıydı. Dolayısıyla artık 69 yaşında olan bu eski yıldız için western çok bildik bir liman. ‘Horizon: An American Saga’ son derece meşakkatli bir proje olabilir ama yaratıcısı açısından hâkim olduğu sularda geçiyor…
Costner bu son hamlesinde ele aldığı dönemi geniş bir alana yayarak anlatmaya
Karakterlerin öykünün yapısı gereği fazlasıyla ‘robot’ durduğu çalışmada Ayşenil Şamlıoğlu (sağdaki) yaşlı temsilciye hayat, neşe katmada son derece maharetli.
Bir Zamanlar Gelecek:
2121
◊ Yönetmen: Serpil Altın
◊ Oyuncular: Selen Öztürk, Çağdaş Onur Öztürk, Ayşenil Şamlıoğlu, Sukeyna Kılıç
Türkiye yapımıFilmde aileler iklim krizi ve kıtlık nedeniyle yeraltına kurulmuş bloklarda koloniler halinde yaşıyor.
Yüzyılımızın sonları… İklim krizi ve kıtlık nedeniyle gezegenimiz eski güzelliklerinden artık yoksundur. Bu dayanılmaz ortamda hayatta kalabilen az sayıda insan yeraltına kurulmuş bloklarda koloniler halinde yaşamayı sürdürmeye çalışır. Siyasal erki elinde tutan ‘Genç Yönetim’in sisteme dair en önemli uygulaması ‘Kıtlık Kanunları’dır ve bu çerçevede yeni gelen bir hayatın varlığını devam ettirmesi eski neslin yok edilmesini zorunlu kılar. Yeraltındaki varlığını sürdüren bir ailede yeni doğacak bir bebeğin telaşı vardır. Bu telaşın asıl nedeni taze mutlulukları kadar birlikte yaşadıkları büyükannenin de kanun gereği aralarından ayrılmak zorunda olmasıdır…
Serpil Altın, senaryosunu Korhan Uğur’la birlikte kaleme aldığı ilk uzun metrajı ‘Bir Zamanlar Gelecek: 2121’de distopik bir öyküyü perdeye taşıyor. İçinden geçtiğimiz zaman diliminde çok da önemsemediğimiz ama gelecek kuşakların varlığını tehlikeye sokan onca iklimsel tehlikenin, insan eliyle yok edilen doğanın en nihayetinde büyük bedeller ödettiği bir gelecekte geçen yapım, yeraltı sığınakları tadı taşıyan mekânlarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalan bir aile odağında bugünlere kendince uyarılarda bulunuyor. Hikâyenin ana ekseninde karşımıza çıkan topluluk aslında ‘çekirdek aile’nin ifadesi. Bu görüntüyü ‘ideal’den uzaklaştıran tek bir unsur var, o da eski neslin temsilcisi konumundaki büyükanne.
MOTORCULAR
◊ Yönetmen:
Jeff Nichols
◊ Oyuncular:
Jodie Comer,
Austin Butler,
Tom Hardy, Michael Shannon, Mike Faist, Boyd Holbrook,
Malum, bu gezegen üzerindeki varlığımız, kapladığımız alan genel bir bileşimin yansımasıdır ve onca organın, onca parçanın oluşturduğu uyumlu bir düzenin ifadesidir. Lakin iş sadece bu elementlerin organizasyonuyla bitmez, bir de duygular, hisler vardır... Beyne bağlı çalışan birimler yani! 2015 tarihli ‘Ters Yüz’ (Inside Out) adlı animasyon, Riley adlı küçük bir kıza ait bu türden birimlerin kendi içindeki çabalarını anlatan, yer yer öğretici yanlar barındıran bir çalışmaydı. Filmde Neşe’nin öncülüğünde hareket eden ‘Kumanda Merkezi’ dahilinde Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti de görev yapıyor, birlikte bağlı bulundukları yapının yani minik Riley’nin hayat yarışındaki dengelerine, gidişatına yön veriyorlardı. Öyküdeyse ana karakterin babası San Francisco’da yeni bir işe başlıyor ve küçük kızın hayat ajandasına yeni bir ev, okul ve arkadaşlar meselesi dahil oluyordu.
‘Ters Yüz’ü Pixar adlı muhteşem animasyon fabrikasının en önemli akıl ve yön merkezlerinden Pete Docter yönetmişti. Bu büyük ustanın portföyüne bakıldığında ‘Sevimli Canavarlar’ (Monsters, Inc.), ‘Yukarı Bak’ (Up) gibi filmlere yönetmen, ‘Oyuncak Hikâyesi 1’, Oyuncak Hikâyesi 2’ (Toy Story) ve ‘VOL.İ’ (WALL.E) gibi klasiklerde de yazar olarak adını yazdırdığını görüyorduk. Dolayısıyla Riley’nin içindeki fırtınaları (!) anlatan bu yapım birinci sınıf bir elden çıkmıştı. ‘Ters Yüz’ü tüm zamanların en iyi animasyonları arasına koyan birçok eleştirmen var, lakin ben filmi Pixar’ın diğer şaheserleri yanında vasat bulmuştum.
DİDAKTİK AMA GÖRÜLESİ...
Şimdi sırada ikinci adım var. Yönetmenliğini Kelsey Mann’in üstlendiği, senaryosunu da Dave Holstein-Meg LeFauve ikilisinin kaleme aldığı çalışmada (Pete Docter bu kez yapımcılardan biri) Riley’nin çok yakın iki arkadaşıyla hokey yaz kampına davet edilmesi ve burada takımın parçası olma yolunda vereceği kararların ne türden sonuçlar doğuracağına dair bir öykünün izlerini takip ediyoruz. Bu süreçte meseleye yeni dahil olan başka merkezler de var tabii; Kaygı, Gıpta, Bıkkınlık ve Utanç gibi.
Bu yeni oluşumun başını Kaygı çekiyor ve ilk filmde karşımıza ‘kontrol manyağı’ profilinde çıkan Neşe ve yanındaki ekibe karşı üstünlük sağlamak için uğraşıyor. Her ne kadar bütün amaç Riley’nin iyiliği olsa da Kaygı’nın ‘abartılı’ kaygıları (!) artık ergenlik çağına doğru ilerleyen ana karakterin şirazesinin kaymasına ve vereceği kararlarda sallantılar yaşamasına neden oluyor. Özetle film Neşe’yle Kaygı’nın mücadelesi üzerine kurulu bir zeminde ilerliyor...
Naçizane kendi yaşadığım deneyimlerden oluşan öykülere yer verdiğim bir çocuk kitabı kaleme almış biri olarak bu meselelerde hep şu genel çizgiye itibar ettim: Hayat denen o muhteşem yolculuğun ilk ve belki de en önemli bölümünü kapsayan bu çağda, üzerimize boca edilen onca veriyi depolarken genellikle didaktik olmayanlara daha farklı yaklaşırız. Ve onları yarışın sonraki bölümlerinde de kullanmak üzere özel yerlerde saklar, koruruz.