‘Bohem’ bir hayatın boğuk sesli şarkıcısı...

‘Aznavour’ kimi müzik yazarlarınca ‘pop tanrısı’ olarak tanımlanan, öyküsünde trajik yanlar da barındıran Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour’un hayatını (1924-2018) farklı dönemleriyle perdeye taşıyor. Filmde ‘boğuk’ sesli sanatçıyı başarılı bir performansla Tahar Rahim canlandırıyor.

Haberin Devamı

Paris, 1930’lu yıllar... Mischa Aznavurian, Fransa’da yeni bir hayatın rotasını çizmeye çalışırken özellikle göçmenlere hizmet eden bir restoran açar. Aznavour’s isimli bu mekânda çocukları Aïda ve Charles da çalışır. Ortamın kendine özgü atmosferi içinde çocuklar müzikle haşır neşir olur. Ne var ki lokantada işler iyi gitmez ve aile için zor zamanlar başlar. Derken Théâtre des Champs-Élysées için düzenlenen seçmelere Afrika aksanı yapan tek çocuk olan Charles katılır ve 9 yaşında ‘sahne tozu’na bulaşır...‘Bohem’ bir hayatın boğuk sesli şarkıcısı...Filmde sanatçının Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından ailesini ihmal etmesi de anlatılıyor. Fransız şarkıcı Edith Piaf’a Marie-Julie Baup hayat veriyor.

Haberin Devamı

Sonrasında zaman 2. Dünya Savaşı dönemine atlar; genç Charles ünlü şarkıcı Charles Trenet’yi taklit ederek sahneye çıkmaktadır. Ama asıl olarak kendi şarkılarını söylemek istemektedir. Tanıştığı besteci Pierre Roche ile yola devam ederken ikilinin önü açılır ve kısa zamanda şöhrete kavuşurlar. Günün birinde kendilerini izleyen Edith Piaf’la başlayan dostluğuysa onun bambaşka güzergâhlara yönelmesine ortam sağlar.

Hafızalarda iz bırakanlar...

Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın ortak imzalarını taşıyan ‘Aznavour’ (Monsieur Aznavour) yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi ünlü Fransız şarkıcı ve söz yazarı Charles Aznavour’un hayat hikâyesinde dolaşan bir yapım. Malum, müzisyenlerin öyküleri sıkça perdeye taşınıyor. ABD cephesinde ‘Walk the Line’dan (Johnny Cash) ‘Ray’e (Ray Charles), ‘Elvis’ten (Elvis Presley) ‘A Complete Unknown’a (Bob Dylan), ‘Bird’den (Charlie Parker) ‘I Wanna Dance With Somebody’ye (Whitney Houston), ‘The Doors’tan (Jim Morrison) ‘What’s Love Got to Do With It’e (Tina Turner); Britanya cephesinde ‘Nowhere Boy’dan (John Lennon) ‘Bohemian Rhapsody’ye (Freddy Mercury), ‘Rocketman’den (Elton John) ‘Back to Black’e (Amy Winehouse), klasikçiler cephesinde bir başyapıt olan ‘Amadeus’tan (Mozart) ‘Immortel Beloved’a (Beethoven), ‘The Music Lovers’tan (Çaykovski) ‘Shine’a (David Helfgott) vs. her biri hafızalarda iz bırakmış yapıtlardı. Bizde de ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’, ‘Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı’ ve ‘Barış Akarsu-Merhaba’  son dönemde çekilen yapımlar olarak öne çıkıyor. Fransız sineması cephesindeyse en etkileyici adım kuşkusuz bizde ‘Kaldırım Serçesi’ adıyla gösterime giren ‘La Môme’du. Başrolünde Marion Cotillard’ı izlediğimiz Olivier Dahan’ın 2007 tarihli çalışması Edith Piaf’ı anlatıyordu. Ben Fransa kanadında kendi yetişme dönemimin şarkıcısı Dalida’nın hikâyesini nakleden ‘Dalida’yı da severim.

Haberin Devamı

Biyografik çabalar her daim iki ana tercih arasında gidip gelirken eleştiri oklarını da bu yüzden üzerlerine çekerler:
Ya ele alınan gerçek karakterin hayatının tüm evrelerine odaklanılır ve bu yüzden ortaya çıkan yapıt yüzeysel bulunur. Ya da perdeye taşınan portrenin bir dönemi yansıtılır ve bu kez de ‘Niye bazı bölümler eksik kalmış; anlatılmamış’ türünden bir yaklaşımla karşımıza çıkan film beğenilmez. ‘Aznavour’un tercihi ilk seçenek olmuş. Sanatçının hayatı genel bir parantezde sinemaya taşınmış. Paris’teki çocukluk günleri, gençliği ve müzisyen olma çabaları, savaş zamanı Nazilerin peşine düştüğü kişileri evlerinde konuk etmeleri, aşkı ve ilk evliliği, ailesi, ablası Aïda’yla müziğe olan yatkınlıkları, Pierre Roche ile tanıştıktan sonra adım adım şöhrete uzanması, Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından eşini ve yeni doğmuş kızını ihmal etmesi, ABD’ye, oradan da Kanada’ya (Montreal’e) geçmesi ve nihayetinde Piaf’a başkaldırarak kendi yolunu, ruhunu bulması ve tüm bu süreçte kırdığı, döktüğü insanlar...

Haberin Devamı

‘Aznavour’ bir yanıyla ‘La Môme’u andırıyor (hatta önde Aznavour’u arkadan gördüğümüz, salonun tavanını da gösteren kadraj Olivier Dahan’ın filmindeki bir sahneyi akla getiriyor hemen) ama onun kadar ışıltılı olmadığı muhakkak.

Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın bu ortak yapımının en dikkat çekici yanı, Charles Aznavour’un parayı ve çalışmayı seven biri olduğuna dair yaptığı vurgu olmuş. Ama bu durumu suçlayıcı bir tavırla perdeye taşımamışlar, sadece ele aldıkları karakterin aşkla, sevgiyle, muhabbetle çok ilgisi olmadığını, müziğe sığınılacak bir liman mantığıyla baktığını ve aslında yalnız bir adam olduğunu hatırlatmak istemişler. Amerika’da konserlerinde Frank Sinatra kadar ücret alacak noktaya gelen bu özel müzisyeni duygularını belli etmekte zorlanan bir profil olarak çizmişler. Öykünün en çarpıcı sahnelerinden birinde 25 yaşındaki oğlu Patrick’in ölümünün ardından cenaze töreninden ayrılıp hemen çalışmaya gittiğini ve bu arada topluluktan uzaklaşırken gözyaşlarını fark ediyoruz; bu bölüm onun mesafeli gözüken kişiliğinin bir ifadesiydi. Patrick onun evlilik dışı ilişkisinden doğmuştu ve 2018’deki vefatının ardından İsveçli eşi Ulla’dan doğan kızı Mischa, France Dimanch dergisine verdiği röportajda şunları söylemişti: “Patrick’in intiharı onun için her zaman derin bir yaraydı ve bu konuda asla konuşmak istemedi.”

Haberin Devamı

Öyküsüne kulak verelim

Aznavour’da ünlü müzisyeni Tahar Rahim canlandırıyor. ‘Yeraltı Peygamberi’yle (Un prophète/Yön: Jacques Audiard) tanınan ve Fatih Akın’ın ‘Kesik’inde (The Cut) de karşımıza çıkan Cezayir asıllı Fransız aktör, son derece başarılı bir performansla Charles Aznavour’u gerçekçi kılıyor. Filmde Edith Piaf’ta Marie-Julie Baup’u, Aïda’da Camille Moutawakil’i, Pierre Roche’de Bastien Bouillon’u, Ulla’da Petra Silander’i izliyoruz.

‘Aznavour’ kimi eksik yönleri, derinlemesine aktarmadığı bir hayatın genel çizgilerinde dolaşmayı başarırken köklerinin yeşerdiği Ermenistan’a sık sık yardımda bulunan (özellikle depremde), besteleriyle müzik tarihindeki yerini çoktan almış bir sanatçı üzerine hatırlatmalarda bulunuyor. ‘Boğuk’ sesiyle gönüllerde taht kuran (ki bence en güzel şarkısı ‘La bohème’dir) bir müzisyenin öyküsüne kulak verin derim...‘Bohem’ bir hayatın boğuk sesli şarkıcısı...Uzak

Haberin Devamı

VE DİĞER SEÇENEKLER

◊ Kızını okuldan almak isteyen ve tamirde olan minibüsü için 500 dolar civarında bir miktara ihtiyacı olan Eddie Barrish, hırsızlık yapmak üzere girdiği bir lüks arabada hapsolur. Elektronik aksama sahip araçtan çıkması mümkün olmaz. Arabanın sahibiyse onunla iletişim kurarken bu durumu bir işkenceye dönüştürür. Klostrobik özelliklere sahip ‘Tuzak’ı (Locked) David Yarovesky yönetmiş, filmi Bill Skarsgård ve Anthony Hopkins ikilisi sürüklüyor.

◊ Çocuk sahibi olmak için çabalayan bir kadın, eşiyle giderek açılan aralarındaki mesafe. Yanlarında kalan kız kardeşi, kocasının abisinin dükkânında çalışan Afgan mülteci... Doğuş Algün imzalı ‘Ölü Mevsim’ aile bağları arasında gezinen bir çıkışsızlık hikâyesi anlatıyor. Filmin başrollerini Funda Eryiğit, Ece Yaşar, Erdem Şenocak, Serkan Ercan, Haydar Şahin, Naz Göktan, Nesrin Uçarlar, Feri Baycu Güler, Banu Fotocan ve Tolga Tekin paylaşıyor.

◊ Haftanın menüsündeki diğer yapımlar şöyle: ‘Kafka: Hayatımın Aşkı’ (The Glory of Life/Yön: Judith Kaufmann-Georg Maas), ‘June ve John’ (June and John/Yön: Luc Besson), ‘Thunderbolts*’ (Yön: Jake Schreier), ‘Histeri’ (Yön: Mehmet Akif Büyükatalay), ‘Aşağı Mahalle’ (Yön: Battal Karslıoğlu), ‘Cahim’ (Yön: Doğukan Mısır), ‘Ne Zha 2’ (Nezha: Mo tong nao hai/Yön: Yu Yang), ‘Köstebekgiller: Ata Tohumu Muhafızları’ (Yön: Ekin Pandır).

Yazarın Tüm Yazıları