Aslında öyle kritik bir gün değil: Yeni bir mevsim falan başlamıyor. Geceyle gündüz eşitlenmiyor. İnsanoğlunun acıları ve savaşlar bitmedi.
Onu özel kılan, atfettiğimiz anlam: Temiz başlangıçlara duyduğumuz hasret.
Bugün tüm dünyada milyonlarca insan rejime başlayacak. Bir o kadarı spor salonlarına yazılacak. Hayatından memnun olmayanlar yeni kararlar alacaklar.
Hepimiz bugün efsanedeki Anka Kuşu gibi, küllerimizden doğmaya meyledeceğiz.
Aynı mücadeleyi defalarca yapmış biri olarak şunu söylemek isterim: Sakın vazgeçmeyelim.
Yılbaşının büyüsü bozulup gündelik hayatın sıkıntıları tepemize bindiğinde unutmayalım aldığımız kararları.
¡¡¡
Şık bir vecize: Ama bir klasik müzikçiye bahsettiğimde “olmaz öyle şey” dedi: “Yanlış nota diye bir şey vardır ve gamı oluşturan notaların dışına çıktığında ayvayı yersin.”
İşte size iki farklı bakış. Hatta insanları kabaca “cazcılar” ve “klasikçiler” diye ikiye ayırsak yeridir. Caz kafasındaki insanlar için “doğrular” ya da “yanlışlar” yok. Hayatı zenginleştiren ve fakirleştiren şeyler var.
Klasik bakış açısına göre hata sayılabilecek seçimlerimize, bu sayede taze bir anlam veriyorlar.
Şahsen klasik müzik hayranıyım. Ama ne yalan söyleyeyim, hayat Mozart sonatından çok Charlie Parker doğaçlamasına benziyor.
Doğaçlamalarda olduğu gibi, her an her şey yaşanabiliyor ve hiçbir kısım iki kez tekrarlanmıyor.
Kafamın buna basması çok zaman aldı: Daha önce her yanlış tercihimde dünyanın sonunun geldiğini düşünüyor ve kendimi acımasızca hırpalıyordum.
Zamanla olaya daha dikkatli bakmayı öğrendim: O zaman anladım, kendime haksızlık ettiğimi. Çünkü o seçimler yanlış falan değildirler: Fakirdiler sadece.
Yorumcuları isyan ettiren sahadakilerin çocuk yaşta olması...
Halbuki benim bildiğim en sıkı kavgalar zaten U17 çağında yaşanır.
Mesela, Galatasaray Lisesi takımında kalecilik yaparken Beşiktaş Esentepe Ortaokulu’yla yaptığımız maçı hiç unutmam.
Sırf birimizin isminde “Galatasaray”, diğerindeyse “Beşiktaş” geçiyor diye tribün birbirine girmişti.
Olay çıkaranların hepsi öğrenci değildi üstelik; bir kısmı saçlı sakallı amcalardı.
Muhtemelen etrafta işsiz güçsüz dolanırken “atraksiyon olsun diye” ortama takılanlar.
Üsküdar’daki çamur deryası toprak sahada futbol oynamaya çalışan bizler, seyircilerin meydan kavgasını seyretmekten maça konsantre olamamıştık.
İçimdeki sesin dolduruşuna geldim: “Bence seni okuyanlara yardım etmelisin” dedi, arabamı park ederken: “Hatalar yapmış ve bedellerini ödemiş birisin. Öğrendiğin bir sürü şey var. Madem ülkenin en önemli gazetesinde yazıyorsun, müsaade et insanlar tecrübelerinden yararlansın.”
Sofya’nın her zaman yıldızlı göğü daha da parlaktı. Bir arkadaşımızın evindeki Noel partisine gidiyorduk.
Sosyalist dönemden kalma bir bloğun çatı katının restore edilmiş haliydi.
Pencereden bütün şehir görünüyordu. Herkes Moby’nin müziğiyle eğlenirken şehrin ışıklarına daldım ve içimdeki sesin arabada söylediklerini düşündüm.
¡¡¡
Yıllar önce küçük bir roman yazmış ve dürüst olmak gerekirse o kadar da hak etmediğim bir üne kavuşmuştum. Popülerlik bazılarına uğurlu gelmez: Ben de önce babamı, sonra annemi, en sonunda da evliliğimi kaybettim.
Sonra yıllar yılları, sorunlar sorunları kovaladı. Nihayet birileri öğreneceğimi öğrendiğime karar vermiş olacak ki, sonunda bir ışık gördüm.
Hatta Nurgül’ün “bu işin çoktan bitmesi gerekiyordu” dediğini iddia eden bile oldu.
Şahsen Bebek Kahvesi’nin sembol çiftinin ayrılmasına üzüldüm. Elbet vardır bir bildikleri. İki insan arasında yaşananlara hariçten yorum yapmak her zaman abesle iştigal.
İki insan arasında yaşananları başka kimse bilemez.
Ama nostalji yapacak kadar yaşlandığımızda Bebek Kahvesi’nin o zamanki haline bakıp titreyen sesimizle “işte şurada da Nurgül ile Cem otururdu, o vakitler evliydiler” diyeceğimiz muhakkak.
Her nostaljide olduğu gibi, asıl özlediğimiz onların saadetine tanıklık eden kendi genç halimiz olacak.
¡¡¡
Zaten sinema yıldızlarının asıl önemi budur. Biz faniler, hayatımızı onların aşklarına göre dönemlere ayırırız.
Murat bir şey diyecekken vazgeçer. Arkasını dönüp çıkar. Burcu seslenir: “Murat!”
Murat geri döner. Bir süre daha bakışırlar. Hafiften müzik. Burcu güçlükle konuşur: “Yoksa...”
Murat başını eğer. Kamera Burcu’nun yüzüne yaklaşır. Flash-back başlar: Siyah-beyaz görüntülerde martılara simit atan, aikido yapan, sahil kahvesinde çay içen Burcu...
Sonra Murat’ın hatırladıkları: Mum ışığında karısıyla yemek yiyen, oğluyla uçurtma uçuran, halı sahada top koşturan Murat...
Önce Burcu sıyrılır anılardan, Murat’a bakar. Murat da ona bakmaktadır. Bir süre bakışırlar. Müzik iyice yükselir.
“Olmadı, değil mi?” der Burcu.
“Evet” der Murat: “Olmadı. Kabul etmediler.”
Okur mektuplarını okuyunca, biraz daha açayım dedim.
Öteden beri, Mevlana’nın önemli bir feylesof olmadığını düşünürüm. Dediğim gibi, dişe dokunur fikirlerini toplasak bir dosya kâğıdı etmez.
Hele Nietzsche’yi, Epikuros’u ya da Barthes’ı filozof sayacaksak, Mevlana’nın bunlarınkine katacak bir şeyi yoktur.
Çoğu Doğu filozofu gibi, filozoftan çok şairdir Mevlana. Mesnevi de bugünün ölçülerinde şiir kitabı olarak değerlidir.
Şairlik de boru değildir tabii ama Mevlana’yı filozoftan saymamızı gerektirmez.
¡¡¡
Öte yandan, rasyonalizmin demode sayıldığı bir devirdeyiz. Tüm dünyada bir mistisizm merakı almış gidiyor. Diğer doğulu “filozoflar” gibi Mevlana da zaman zaman giriyor Batı’nın mönüsüne.