Tuna Kiremitçi

Badem gözlü kadın

10 Aralık 2010
Ceyla Gölcüklü, Hello!’ya ağustosta röportaj vermiş. Yeni kurduğu “Dante Gastronomi”den ve planlarından bahsetmiş. Tabii bu saatten sonra her söylediği hüzünlü.
“Mutluluğu dışarıda değil kendi içimizde aramalıyız” demiş: “Hayat çok çabuk geçiyor. Ne kadar uzun değil, ne kadar mutlu yaşadığımız önemli olan.”
Haber doğruysa, hastalığını temmuzda öğrenmiş. Bunları söylerken başka şeyler kastediyor olmalı.
Oysa fotoğraflarda güzelliğiyle hem erkeklerin hem de kadınların rüyalarını süslemeye hazır. Belki de yeni öğrendiği acı gerçeğe güzelliğiyle meydan okuyor.
“Herkes gibi karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayanan bir ilişki arıyorum” diyor: Zenginlik timsali sayılmak “güvene dayalı ilişki” kurmayı zorlaştırıyordu belki.

***

“Cemiyet hayatı” denince aklıma gelen iki isimden biridir Ceyda Gölcüklü. Diğeri de Siren Ertan. Hatta aralarında rekabet yaratılmaya çalışılmıştı bir ara.
Kaderin cilvesi; Siren Hanım da rahatsızlık geçirdi ama ne mutlu ki üstesinden geldi. Halen ailesiyle mutlu, Allah sağlık versin.
Ceyla Gölcüklü’nün gülümseyen yüzüyse şimdiden nostaljik geliyor. Belki de kendisi eski zaman hanımefendilerine benzediğinden.
“İnsan bazen çocukluk anılarından aklında kalan görüntüleri birer fotoğraf gibi evirip çevirip bakar” demiş: “İşte benim o fotoğraflarımı çoğunlukla anne ve anneannemin mutfaklarında nefis Girit yemeklerini özene bezene hazırlayışı süslüyor.”
Ceyla Hanım’ın kırmızı tuvaletiyle poz verdiği o hayat dolu fotoğrafa bakarken aklımda Melih Cevdet’in şiiri: “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde, oysa hayattayız hepimiz.”
Şiir sever miydi bilmem ama şiir gibi bir kadındı. Girit rüzgârlarını andıran, doğuştan badem gözlü bir kadın.

Guti haber tez duyulur

Gazeteler Beşiktaşlı Guti’nin yaşadığı talihsizlikle süslüydü. Aslında talih sayılır. İstanbul gibi yerde ters yöne girip de hayatta kalmak talihtir ne de olsa.
Guti klas bir futbolcu ama aynı zamanda yabancı yıldızların ligimize bakışını da ele veriyor.
Kariyerin son demindeki yıldızlara arkadaşları muhtemelen şöyle diyor: “Hiç durma abi, İstanbul’a git. Hem beklenti düşük hem de gece hayatı şahane. Yaşarsın valla!”
Tabii basınımızın ne kadar atak olduğunu da duyuyorlardır ama o kadarı kadı kızında da olur. Sonuçta Katar’a gitmekten iyidir.

Yeni parti isimleri

“Ak Parti” ve “Has Parti” sayesinde oluşan trend: Kısaltmaları manidar parti isimleri. Bu trende kendimce katkıda bulunayım dedim. Maksat parti kurmak isteyenlere hizmet.
* Yuh Parti: Yumurtalı Hareket Partisi
* Baba Parti: Bağımsız Barış Partisi
* Hak Parti: Halkın Kurtuluşu Partisi
* Can Parti: Cevval Anadolu Partisi
* Yapar: Yeni Atılım Partisi
* Seks Parti: Sekter Siyasetçiler Partisi

İncir çekirdeği
Lodos kafası: Bir Kayahan klibinin içine hapsolmak.
Yazının Devamını Oku

Anne olunca anlamak

8 Aralık 2010
Büyürken kulağımızda az çınlamadı: “Beni Anne/baba olunca anlarsın.”

Sandık ki çocuk sahibi olmak evrenin sırrını verecek. Evladımızın yüzüne bakıp Matriks’i göreceğiz.

Oysa anne-babalarımızın derdi başkaydı: Bu lafı haklı çıkmak amacıyla söylediler. İtiraz edilemez bir argüman olduğundan, her türlü tartışmayı bitirmeye birebirdi.

Ama yıllar geçip anne-baba olduğumuzda ne bizim ne de onların tahmin ettiği şey gerçekleşti.

Çocuk sahibi olmak ne demek anladık tabii ama anne-babamızı anlayabildiğimizden emin değilim.

Yazının Devamını Oku

Av Mevsimi’ni görmek lazım

7 Aralık 2010
Cem Yılmaz’ın karısını canlandıran Melisa Sözen’e nasıl baktığını görmek lazım mesela: Bir erkek bu kadar mı âşık, bu kadar mı hatalı, öfkeli ve suçluluk duygusuyla bakar...

“Bir avcıyı diğerinden ayıran avına duyduğu merhamettir” diyen senaryonun kahramanlarına duyduğu merhameti görmek lazım.

Üç kuruşluk hesaplarla her geçen gün biraz daha unuttuğumuz merhamet hissinin senaristin elinden çıkıp filmdeki insanları nasıl sarmaladığını anlamak lazım.

İstisnasız her kahramanını anlamaya, kalbinin içine bakmaya çalışan bir film Av Mevsimi. Bu yüzden ona ‘polisiye’ demek biraz ayıp olur. Hele “bakalım sonunda ne olacak” dediğimiz türden bir film hiç değil. Varılacak yerden çok yolun kendisini önemseyen bir hikâye.

Hani canımız sonuca varmak değil de ana yoldan sapıp bir banka oturmak, avlara ve avcılara bakmak ister ya bazen, biraz onun gibi.

Yazının Devamını Oku

Arsenikli yaşam formu

6 Aralık 2010
NASA’nın okyanus dibinde keşfettiği yeni yaşam formunun arsenik esaslı olması, doğanın espri yapmaktan hoşlandığının kanıtı: “Madem siz hayatı zehirliyorsunuz, o zaman alın size zehir sandığınız şeyle oluşmuş hayat.”

Şaka bir yana, zehir üretmekte bazılarının üstüne yok.
Ruhlarını zehirlemek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.
Vaktiyle, genç bir adam vardı. İşleri ne kadar yolunda giderse gitsin, hayatı kendisine zehir edecek bir şeyler arardı hep.
Şikâyet etmeye başladı mı arseniğini size de bulaştırır, bunu yapmadan rahat edemezdi.   
Kendisiyle o kadar meşguldü ki, başkalarının da dertleri olabileceğini aklına getirmezdi. Sonunda hem yalnızlaştı hem de mutluluk fırsatlarını tepti.
Geçen gün Beşiktaş’ta rastladığımda yine suratı asık, omuzları yine düşüktü. Aklından geçenleri biliyordum çünkü o benim yıllar önceki halimdi.
“Evlat, senin için üzülüyorum” dedim: “Teknik olarak mutlu olmana imkân yok.”

Yazının Devamını Oku

Âşık olmanın tarihi

4 Aralık 2010
Kadınlar sevmiş, hatalar yapmış, kitaplar okumuş yazarınız soruyor: Niye yaşıyoruz aşk acısını? Cevap için yazarlara, doğunun ve batının bilgelerine kulak verebiliriz. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir: İnsanın doğaya dönme hasretini.
Çok eskiden koptuğumuz doğanın tekrar bir parçası olma ihtiyacını.
İnsanoğlu doğadan bilinçlendiği an kopmuş. “Ben insanım, şu karşımdaki de doğa” diyebildiği an yabancılaşmıştır; hem doğa anaya hem de onun bir parçası olan kendi doğasına.

***

Aşkın en büyük mucizesi, bilincimizi devre dışı bırakıp bizi onun esaretinden kurtarması.
Bu yaşadığımız, doğayla yeniden bir olmanın mutluluğu. İlk romanımdaki Arda’nın deyişiyle: “İnsanın kendisini aptal gibi hissetmekten hoşlanabilmesi...”
Akıllı olmaktan yorulmuşuz çünkü. Yetişkin olmaktan, olgun davranışlardan, zekâdan...
Uygarlık doğayı bizim için bir araca dönüştürürken insan doğasını da aklın ve bilincin cenderesine sokmuş.
İnsanlığın kuşaktan kuşağa aktardığı bir hasret sona erer biz sevdaya düşünce. Her aşk binlerce yılın vuslatıdır.

***

Ne zamana kadar? Aşk yorulup bilinç geri dönene kadar.
Bilinç aslında hiçbir zaman sahneyi tamamen terk etmez. Köşeye çekilip aşkın yorulacağı günü bekler. O gün geldiğinde kendinden emin adımlarla yeniden alır yerini. Aşk sayesinde kavuştuğumuz doğadan bizi bir kez daha kopararak.
Bilinç döndükten sonra doğa yoktur. Tabii tutkular ve hatalar da...
Ama yine de bekleriz bir sonraki aşkı.
Sonunda yaşayacağımız acıları, ödenecek bedelleri bile bile, ilk fırsatta yine ona koşarız.
Koştuğumuz aslında doğadır çünkü: En eski hasreti insanlığın.

Aç kalbini dünyaya

Şu saatten sonra yapmamız gereken, aklımızı ve kalbimizi dünyaya açmak...
Kendimizi Güney Afrika’daki bir kara derilinin, Avrupa’daki bir Asyalının, İsrail’deki Filistinlinin, San Cristobal sokaklarındaki Maya Kızılderilisinin ya da Almanya’daki bir Yahudinin yerine koymak.
Soğuk savaş sonrasında bir komünist, Felluce’de bir anne, Bosna’da bir barış taraftarı, gece yarısı New York metrosunda yalnız başına bir kadın gibi hissetmeye çalışmak...
İnternetten sonra her şey mümkün...
Mesela yukarıdaki lafların çoğu, Zapatista lideri Marcos’un sitesinden.

Reklamlar da değişir

Eskiden reklamlar somut vaatlerle çıkardı.
Meşhurlar da bu amaçla kullanılırdı. Cantona’yı seyrederken mesajın “Sen de Nike giy, Cantona’nın izinden git” gibi bir şey olduğunu iyi kötü anlardık.
Ama artık “Adidas giy ve Messi gibi şut çek” demiyorlar bize (yemediğimizi anladılar).
Günümüzde tüketiciye verilen mesaj şu: “Biz o kadar kudretli bir markayız ki, o taptığın futbolcuların alayını toplar, reklamımızda maymunluk yaptırırız. Bunu yapabildiğimize göre ürettiğimiz ayakkabının kalitesini artık sen düşün...”

İncir çekirdeği
Bugün (Cumartesi) 16.00’da, Bursa’daki Anatolium AVM’de “gitarlı sohbet” yapıyorum. Beklerim.
Yazının Devamını Oku

Vaktiyle internet olsaydı

3 Aralık 2010
Haklarında internet sözlüklerine yazılanlara içerleyen günümüz meşhurları, müjde! Bir okurum, “entry”lerini göndermiş. Bunların farkı, ünlü tarihsel şahsiyetler hakkında yazılmış olmaları.
Hani “o devirde internet olsaydı falanca kişi hakkında ne denirdi” hesabı. Yazanların “nick”leri ve tarihleri de ayrı bir alem. Sanki biraz Umberto Eco’nun “Yanlış Okumalar”ından ilham alınmış ama olsun.
* Albert Einstein: Bizim sınıftaki durgunca bir oğlan. (hans, 1888)
* Leonardo da Vinci: “Floransa’dan adam çıkmaz” sözünü kanıtlamak istercesine her işe maydanoz olan ama hiçbirini doğru düzgün yapamayan, sokakta rastladığınızda selam vermeye tenezzül etmeyen, gay lobisi tarafından şımartılmış sakallı gereksiz eleman. Son bir resim yapmış bir de, kadın gülüyor mu ağlıyor mu belli değil. (michalengelosenbizimherşeyimizsin, 1499)
* Diego Armando Maradona: Mahallede portakal sektirmekle top sektirmeyi aynı şey sanan, profesyonel futbolculuk hayalleri kuran kabiliyet özürlü insan. (buenosairesingulu, 1976)
* John Lennon: Karga sesli sahte muhalif. Müziği bırakmasını bekliyoruz en kısa zamanda. (Elvisci, 1969)
* Galileo Galilei: Bu bunak herif bir de geçen gün koskoca dünyanın döndüğünü iddia etmiştir. Aynı çağda yaşamaktan utandığım insan. (teengizisyoncu, 1630)
* Dostoyevski: Bizim sokakta oturan ve her gün sayfalarca bunalım kasan bir herif. (igorcan, 1871)
* Marilyn Monroe: Bugün birtakım beyinsiz jüri üyeleri tarafından Miss California seçilen acuze. Kızım 10 gün sonra kim hatırlar seni? (sozlukcuyumcilginim, 1947)
* Napoleon Bonaparte: Bugünlerde Elbe adasında takılan, kendisini çok fazla asker kaybı olduğuna dair eleştiren bir arkadaşımı, “merak etme, bir Paris gecesi arayı kapatmaya yeterli olacaktır” diye cevaplayan cüce insan. Muhtemelen unutulup gidecektir tarihte. (rusyayollarıtaştan, 1774)
* Sultan II. Mehmet: “Koca imparatorluk kimlerin eline kaldı” dedirten, tahta yeni çıkmış çömez padişah. Küçükken de kafası çalışmazdı hiç, oyuncak gemilerle karada oynardı. (fesat, 1452)
* Shakespeare: Her sabah fırına giderken gördüğüm, oyunları yeterince berbat değilmiş gibi bir de sone yazdığını söyleyen şişirme edebiyat hedesi. (leydi mahvet, 1601)
* Mustafa Kemal: Bugünlerde Anadolu’da garip işler yapan bir adam. (vahdettin, 1919)

Assange’yi kessenge

Çocukluğumuzun bilimkurgu filmlerindeki 2010 hayallerini hatırlıyorum: Uçan arabalar, robotlar, Ay üsleri, lazer tabancaları...
Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Ama o bilimkurgu filmlerini yapanların hayal bile edemediği bir şey var hayatımızda: İnternet.
Devletimiz daha Youtube’a bile tam ısınamamışken Wikileaks depremiyle sarsılıyoruz.
Wikileaks’in kurucusu Julian Assange bu yeni cesur dünyanın anti-kahramanı. Öyle bir adam ki, kim vursa karşı tarafın lehine olur.
Muhtemelen şimdi hakkında büyük bir itibarsızlaştırma operasyonu yapılacak. Yüz kızartıcı suçları olduğu falan iddia edilecek.
Ama atılacak her iftira, onun anti-kahraman kişiliğini perçinlemekten başka işe yaramayacak. Bu da internetin baş edilmez yanı işte.

İncir çekirdeği
Bir öğrencinin “Aşktan başka bir şey düşünmez misiniz?” sorusunu soruyla cevapladım: “Başka bir şey var mı?”
Yazının Devamını Oku

Her eve Wikileaks

1 Aralık 2010
Kimin lafıydı: “Erkekler kendileri hakkında kadınların ne konuştuğunu bilse, insan ırkının sonu gelir.”

İşte size şair Oğuzhan Akay’ın deyişiyle, “cinsiyetler arası diplomasinin” önemini gösteren bir örnek.
Uluslararası diplomasi Wikileaks yüzünden karalar bağlarken, karşı cinsle diplomasiyi güçlendirmek şart.
Yoksa sevgilimizin gerçek fikirlerini duymak hangimiz ister? Hangi çılgın diplomasi süzgecinden geçmemiş kanaatleri sindirmeye hazırdır?
Zaten hepimiz siyasetçiyiz: En yakınlarımız hakkında olmadık şeyler düşünür ama “konjonktürün” elverdiği kadarını söyleriz.
“Keşke senin yerine sarışınla evlenseydim” demeyiz mesela.
“Yatakta pek numaran olmasa da güven verdiğin için seninleyim. Asabiyetimi mazur görüver” denmez.
Ama tıpkı diplomatlar gibi, zamanla iyi kötü anlarız karşımızdakinin hakkımızda ne düşündüğünü.

Yazının Devamını Oku

Kendimi izah yazısı

30 Kasım 2010
Bayramda yaptığım İbrahim Tatlıses röportajını alıcı gözle okuyunca kavruk buldum.

“Köpürtecek” şeyler sormamışım. Esaslı gazeteci ne yapar eder, Tatlıses’in ağzından özel hayatıyla ilgili bir hafta konuşulacak malzemeyi alırdı. Peki ben ne yapmışım?
Açılım hakkında ne düşünüyor, sinemaya dönecek mi, çocukluğunun bayramları nasıldı, falan...
Mesele gazeteci olmamak değil. Asıl neden, özel hayatın haber yapılmasına duyduğum alerji.
Öyle bir alerji ki, düşünmek bile fenalaştırıyor. Birinin özel hayatıyla ilgili sansasyon gördüğümde hastalanıyorum.
“Ey Allah’ın garip kulu, kendi özel hayatın haber olduğunda bu alerji yok muydu?” diye sorabilirsiniz.
Doğrusunu isterseniz, yoktu. Bunun ne demek olduğunu o zamanlar bilmiyordum.
¡¡¡

Yazının Devamını Oku