Tuna Kiremitçi

Eğlenceli haylaz herif

21 Aralık 2010
TIME dergisi gitti “yılın adamı” olarak Facebook’un kurucusu Marc Zuckerberg’i seçti.

Yani çocukların bile favorisi Julian Assange’i seçmeye cesaret edemedi koskoca TIME.
Ama işin tuhafı, onun yerine Liu Xiaobo ya da Lady Gaga’yı da koymadı. “Niye Julian değil de Marc?” diye sormamızı ister gibi bir hali var.
Şöyle diyor sanki: “Julian’ı seçip birileriyle papaz olacak halimiz yok. Anlayın işte.”
Şu durumda “Bay Sızıntı”ya da “gönüllerin şampiyonu” olmak kaldı.
Yine de işi şansa bırakmak istemeyen karanlık güçler itibarsızlaştırma operasyonları düzenlemekte ısrarlı. Maksat adamı tecavüzcü Coşkun durumuna sokmak.
Ama o kadar acemice ve ağızlarına-yüzlerine bulaştırarak yapıyorlar ki, sonuçta Julian’ın karizmasına karizma katılıyor.
Şimdi de üniversiteli bir kıza aşk mektupları çıkmış: Güya “tuhaf ve karasevdalı” mektuplarmış bunlar. Dünyada öyle olmayan aşk mektubu varmış gibi.

Yazının Devamını Oku

Benden adam olmaz

20 Aralık 2010
Bütün millet Ete Kurttekin’in şarkısından bahsediyor. Ete güzel söylemiş eyvallah, Cem Yılmaz faktörü de malum. Ama şarkının gördüğü ilgide adının olduğu da bir gerçek... Erkek “benden adam olmaz” lafını iki nedenle kullanır; ya gerçekten kendisinden artık ne köy ne de kasaba olacağına inanmıştır ya da isyan ediyordur.
Birinci gruptakiler Oğuz Atay romanındaki Hikmet Benol gibidir biraz. Kendi içlerine fazla baktıkları için dünyaya uyumlarını kaybetmişlerdir.
şöyle derler mesela: “Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür. Birimi insandır.”
Gerçeğin zalim terazisine vurunca adam olmayacaklarına inançları pekişir, kanatları kırılır Hikmet Benol tipi erkeklerin. İşin kötüsü, kendilerini teraziye vurmadan edemezler.
Kendi kendilerinin bir numaralı eleştirmeni, hatta kurdu olan erkeklerdir. Teslimiyete doğru giderler.
***
Oysa hayatı protesto için “benden adam olmaz” diyenler öyle değildir. Onlar “adam olma” kriterlerine bayrak açmış isyankârlardır.
İsyan ettikleri hem kadının beklentileri hem de o beklentileri karşılayamayan kendileridir. “Ben değilim yârim...” der Kâğızmanlı ozan Bob Dylan: “Yiğit birini arıyorsun / seni koruyup kollayacak / eğri de olsan doğru da / sana her kapıyı açacak / yârim, aradığın ben değilim.”
Onlar söyleyince “benden adam olmaz” lafında erkeğe biçilen role başkaldırı, makus talihe serzeniş vardır.
Böyle bir erkek “ben sana vezir olamazsın demedim” diyen babanın tarafında, vezirlere hayran kadınlar tarafından hor görülmenin eşiğindedir.
Vezirliğe giden yoldaki rezillikleri bilir ama kadınına anlatamaz. Bir başka Oğuz Atay kahramanı Selim Işık gibi düşündüğüyle kalır: “Benimle bir yerde yanılıyor kişi, bu yeri ben de bilemiyorum.”

Vanessa’nın seçimi

“Joe Le Taxi” şarkısıyla çocukluk aşkımız olan Vanessa Paradis meğer Johnny Depp’in eşi ve çocuklarının annesiymiş.
“The Tourist”in reklam kampanyası da Vanessa’nın “Angelina Jolie kocamı çalar” vehmiyle yaptıkları üzerine kurulu: Yok senaryodaki aşk sahnelerini sansürlemiş, yok film setinde polislik yapmış...
Bence kadıncağızın şanssızlığı kocasının Angelina’yla oynaması değil, böyle gurur kırıcı bir şekilde gündeme gelmesi.
Oysa son resimlerine baktım, Madonna tarzı ayrık ön dişleriyle kendisi gayet seksi hâlâ. Hatta ne yalan söyleyeyim, Vanessa Paradis’i hatırlamak bana kocasının filminden daha çok heyecan verdi.

Konumuz nefret suçu

İnsanın kafayı çizip kendisinden farklı olanlara, sırf bu fark yüzünden kötülük yapmasına “nefret suçu” diyoruz.
Mesela, sırf rakip takımı tuttuğu, kadın doğduğu ya da Ermeni olduğu için birine şiddet uygularsak, bu nefret suçu sayılır.
Dünyanın her yerindeki aklı başında insanlar, bu suçların en ağır şekilde cezalandırılması için uğraşıyor.
Bizde de Sosyal Değişim Derneği ve DurDe Girişimi, nefret suçları yasası çıkarılsın diye kampanya yapıyor. Yolu nefretten geçmeyen herkesi desteklemeye çağırıyorum. Detaylar www.sosyaldegisim.org/ adresinde.

İncir çekirdeği

Edebiyat sorularımıza yanıt bulamaz belki; ama o soruları derinleştirebilir.
Yazının Devamını Oku

Mevlana ihtirasımız

18 Aralık 2010
Mustafa Altıoklar, basın toplantısı yapmış ve çekeceği büyük Mevlana filmini duyurmuş. Hayırlı olsun.

Kendisi popüler sinemamızın en çorak zamanında vaha olmuş bir yönetmendir. Yeri ayrıdır gönlümüzde.
Mevlana’nın (ve Şems Tebrizi’nin) sanat dünyamızdaki yeriyse her geçen gün büyüyor.
Şahsen bunu daha çok günümüz sanatçılarının başarısı olduğuna inanıyorum.
Çünkü Mevlana’nın bütün felsefesi aslında bir A4 kâğıtta özetlenebilecek kadardır.
Felsefeyle zaten ilgili, entelektüel dünyasını kurmuş birine söyleyebileceği yeni bir şey yoktur pek.
Ama bugün bir nevi “self-help” yazarı olarak batıda haklı bir ün kazanmış bulunuyor.
Mesela, son zamanların en afili romantik komedilerinden “Sevgililer Günü”ndeki taşralı gencin elinde Rumi şiirleri.

Yazının Devamını Oku

Daha da yazmam siyasi yazı

17 Aralık 2010
Salı günü çıkan ve benden daha meşhur bir köşe yazarının siyasi fikirlerini hicvettiğim yazı gayet popüler oldu.

İtiraf edeyim, yazımın bu “başarısı” korkuttu beni.
Birincisi, bir yazının sırf bir başkasını hicvettiği için bu kadar popüler olabilmesinden tırstım.
Aslında köşe yazarlığında başarıya giden garantili yol bu. Çünkü her tanınmış simanın aleyhinde düşünen pek çok kişi var ve eğer birine “çakarsanız” alkışı alıyorsunuz.
Bedavadan gelen bu tezahürat epey baştan çıkarıcı.
Hemen birine daha “çakmak” ve alkışın devamını isteyebiliyor insan.
Kendinizi kaptırırsanız zamanla sağa-sola omuz atan biri durumuna gelmeniz işten bile değil. Bense omuz atılmadığı müddetçe boks eldivenlerimi giymekten yana değilim pek.
Güncel siyasetin itiş-kakışına kapılmanın yazar için kısır döngü olabileceğini bilecek kadar eski bir Bizanslıyım.

¡¡¡

Yazının Devamını Oku

Annenin doğum günüyle imtihanı

15 Aralık 2010
Deniz Akkaya bebeğinin ilk doğum gününü Efe Önbilgin olmadan kutlarken hüzünlü.

Oysa bilmiyor ki bu sadece başlangıç.
Çocukların doğum günleri günümüzün şehirli genç annesi için her daim ateşle imtihandır.
Baba orada olsa da olmasa da... Yuva öncesi dönemde, eşi dostu ağırlamak gerekir. Tabii asıl mevzu annelerin bir araya gelmesidir (ortamdaki babaların sayısı üçü-beşi geçmez) ama format gereği çocuklar da getirilir.
Bilinçli anne hazırlığa bir hafta önceden başlar. Mekâna karar verilir, yiyecekler sipariş edilir, hatta misafirlerin ulaşımı üzerine kafa yorulur.
Bu kafa yorma faaliyeti ‘marka karşılaştırma’ yöntemiyle yapılır. Bir hafta önce gidilen doğum gününden aşağı kalmamak için. 

* * *

Sonra okul (ya da yuva) başlar ve olay iyice ciddileşir.

Yazının Devamını Oku

Gelelim yumurtanın faydalarına

14 Aralık 2010
Yumurta muhabbeti hakkında en ilginç yazı, Ahmet Altan’dan geldi: “Ne yapacağız bu çocukları? Kemalist SS’ler gibi oraya buraya saldıran, fikirleri ezmeye çalışan, kaba kuvvete başvuran bu gençlerin önünü nasıl keseceğiz?”

Gözlerime inanamadım ve bir daha okudum: “Bu gençlerin önünü nasıl keseceğiz?”
Sinirli bir lise müdürünün ağzında bile garip duracak bu sözleri bir yazar söylüyordu. Baştan sona, tarih hocasının altına raptiye koyan öğrencileri azarlar havada.
Ne diyeceğimi bilemedim.
Düşündüm, taşındım ve koskoca yazarın salim kafayla böyle konuşamayacağına karar verdim. Haliyle, ne içtiğini merak ettim; aynısından içip merakımı gidermek için.

* * *

Sonra aklıma geldi ki, aslında bir şey içmeye gerek yoktu. Çünkü şu hayatta “iktidar sarhoşluğu” diye bir şey vardı.

Yazının Devamını Oku

Hoşçakal Ali Sami Yen

13 Aralık 2010
Bakmayın Gençlerbirliği yenilgisine, Ali Sami Yen zaten uzun zamandır mağluptu.

Teknolojiye yenilmişti bir kere; dünyanın büyük statlarıyla karşılaştırdığımız zaman boynu bükük kalıyordu.
Sonra zamana yenilmişti: Tribünlerinden soyunma odasının tüneline kadar, eskimişlik hissi veriyordu.
Şehir trafiğinin merkezinde olmasına, etrafının darlığına, lojistik zorluklara yenilmişti.
Bu yenilgiler onun kalbimizdeki yerini değiştirmiyordu tabii; tarih boyunca kazandığı zaferlerle zirveyi çoktan garantilemişti. 10 yıl daha yenilse ikinciliğe düşmezdi.
Boşuna yorulmuş olurdu sadece: Hiç ihtiyaç duymadığı bir mücadelenin içinde kalıp günümüzün genç statlarıyla rekabete girmesi gerekecekti.
Sadece Şükrü Saracoğlu ve İnönü’yle değil, Kadir Has’la Tayyip Erdoğan’la, Bursa’nın, Trabzon’un, Rize’nin yenilenen statlarıyla da. Hiç kuşkusuz haksız bir rekabet olacaktı.
¡¡¡

Yazının Devamını Oku

Türkiye acı vatan

11 Aralık 2010
Yazar Doğan Akhanlı 21 yıl sonra hasta babasını görmek için memlekete döndü ve havaalanında tutuklandı. Kendisi 21 yıl önce bir örgüt adına yapılan soygunda işlenen cinayetle ilgili suçlanıyordu.
Önce aleyhinde ifade veren kişi, Akhanlı’nın adını işkence altında verdiğini söyledi.
Sonra öldürülen kişinin oğulları “Akhanlı değildi” deyince, Doğan Bey tahliye edildi.
Ama bu arada dört ay geçmiş ve hasta babası çoktan vefat etmişti. Akhanlı’ya düşen, babasının ölümünü cezaevinde öğrenmek oldu.
Radikal’in haberine göre, şimdi uzun bir masal yazıyormuş.
Ne hakkında olduğunu bilmem ama “onlar ermiş muradına” diye bitmeyeceği muhakkak.

***

Sürgünlerin yaşadıkları, her zaman kederlidir. Mesela Deniz Kavukçuoğlu anılarında, yıllar sonra döndüğü İstanbul’da bir gece yaptığı taksi turunu anlatır.
O görmeyeli tamamen değişmiş şehrin caddelerinde genç bir taksiciyle sabaha kadar dolaşır, muhabbet ederler. Jim Jarmush filmi tadındadır.
Cem Karaca’nın “ben döneksem döndüm diye memleketime, döndüm işte oh be!” diye haykırışı sonra...
Asıl olay dil bence: Sürgünlük psikolojisi de insanın sokaklarında kendi dilini duyamadığı bir yerde yaşamak zorunda kalması. Hele işi gücü dil olan yazarlar için daha da zor.
Varna’daki Primorski Bulvarı’ndan Karadeniz’e bakıp Nazım Hikmet’i düşündüğüm zaman da aklıma bunlar gelir.
Kendime “ülkeme dönme şansım olmasa bu deniz bu kadar güzel görünür müydü?” diye sorar ama cevap alamam.
Bu yüzden merak ediyorum, Doğan Akhanlı’nın hücresinde yazmaya başladığı masalın nasıl biteceğini.

Transfer değil aşk

Spor sayfaları Galatasaray’ın devre arasında yapmayı düşündüğü transferlerin haberleriyle dolu: Barnetta’dan Emana’ya, tahminler gırla. Hatta Emenike diyen bile var.
Kimse kusura bakmasın ama Galatasaray’ın şu an en son ihtiyaç duyduğu şey transfer. Hatta tarihinde transfer yapmaya en az ihtiyacı olan dönemi yaşıyor koca camia.
Taraftarın şu saatten sonra beklediği, Hagi’nin sezonun sonunu gençlere şans vererek getirmesi ve forma aşkı yaratması. Galatasaray’da eksik olan forvet değil çünkü: Romantizm.

Redd’e itiraz

“Eurovision kendini bitirmek isteyenlerin yarışması” demiş Redd’deki arkadaşlar. Rock gruplarının yaşadıklarına bakarsak bu söz doğru ama bir de pop cephesi var.
Eurovision popçular için hâlâ iyi bir açılım fırsatı.
Mesela Sertab Erener, yarışmaya katıldığında tüm yeteneğine rağmen rotasını bulamamış bir yıldızdı. Eurovision sayesinde yeniden doğdu.
Bu yüzden, kimin ihtiyacı varsa Eurovision’a o gitsin derim.
Mesela, eşinin itirazına rağmen Emre Altuğ... Eminim iyi performans gösterir.
Redd ya da Gripin gibi zaten geleceği parlak gruplar içinse bu iş ancak angarya olabilir.

İncir çekirdeği
“Güzel şarkı” denince bugünlerde anladığım: Yüksek Sadakat’ten “Aşk Durdukça”.
Yazının Devamını Oku