Yani çocukların bile favorisi Julian Assange’i seçmeye cesaret edemedi koskoca TIME.
Ama işin tuhafı, onun yerine Liu Xiaobo ya da Lady Gaga’yı da koymadı. “Niye Julian değil de Marc?” diye sormamızı ister gibi bir hali var.
Şöyle diyor sanki: “Julian’ı seçip birileriyle papaz olacak halimiz yok. Anlayın işte.”
Şu durumda “Bay Sızıntı”ya da “gönüllerin şampiyonu” olmak kaldı.
Yine de işi şansa bırakmak istemeyen karanlık güçler itibarsızlaştırma operasyonları düzenlemekte ısrarlı. Maksat adamı tecavüzcü Coşkun durumuna sokmak.
Ama o kadar acemice ve ağızlarına-yüzlerine bulaştırarak yapıyorlar ki, sonuçta Julian’ın karizmasına karizma katılıyor.
Şimdi de üniversiteli bir kıza aşk mektupları çıkmış: Güya “tuhaf ve karasevdalı” mektuplarmış bunlar. Dünyada öyle olmayan aşk mektubu varmış gibi.
Kendisi popüler sinemamızın en çorak zamanında vaha olmuş bir yönetmendir. Yeri ayrıdır gönlümüzde.
Mevlana’nın (ve Şems Tebrizi’nin) sanat dünyamızdaki yeriyse her geçen gün büyüyor.
Şahsen bunu daha çok günümüz sanatçılarının başarısı olduğuna inanıyorum.
Çünkü Mevlana’nın bütün felsefesi aslında bir A4 kâğıtta özetlenebilecek kadardır.
Felsefeyle zaten ilgili, entelektüel dünyasını kurmuş birine söyleyebileceği yeni bir şey yoktur pek.
Ama bugün bir nevi “self-help” yazarı olarak batıda haklı bir ün kazanmış bulunuyor.
Mesela, son zamanların en afili romantik komedilerinden “Sevgililer Günü”ndeki taşralı gencin elinde Rumi şiirleri.
İtiraf edeyim, yazımın bu “başarısı” korkuttu beni.
Birincisi, bir yazının sırf bir başkasını hicvettiği için bu kadar popüler olabilmesinden tırstım.
Aslında köşe yazarlığında başarıya giden garantili yol bu. Çünkü her tanınmış simanın aleyhinde düşünen pek çok kişi var ve eğer birine “çakarsanız” alkışı alıyorsunuz.
Bedavadan gelen bu tezahürat epey baştan çıkarıcı.
Hemen birine daha “çakmak” ve alkışın devamını isteyebiliyor insan.
Kendinizi kaptırırsanız zamanla sağa-sola omuz atan biri durumuna gelmeniz işten bile değil. Bense omuz atılmadığı müddetçe boks eldivenlerimi giymekten yana değilim pek.
Güncel siyasetin itiş-kakışına kapılmanın yazar için kısır döngü olabileceğini bilecek kadar eski bir Bizanslıyım.
¡¡¡
Oysa bilmiyor ki bu sadece başlangıç.
Çocukların doğum günleri günümüzün şehirli genç annesi için her daim ateşle imtihandır.
Baba orada olsa da olmasa da... Yuva öncesi dönemde, eşi dostu ağırlamak gerekir. Tabii asıl mevzu annelerin bir araya gelmesidir (ortamdaki babaların sayısı üçü-beşi geçmez) ama format gereği çocuklar da getirilir.
Bilinçli anne hazırlığa bir hafta önceden başlar. Mekâna karar verilir, yiyecekler sipariş edilir, hatta misafirlerin ulaşımı üzerine kafa yorulur.
Bu kafa yorma faaliyeti ‘marka karşılaştırma’ yöntemiyle yapılır. Bir hafta önce gidilen doğum gününden aşağı kalmamak için.
* * *
Sonra okul (ya da yuva) başlar ve olay iyice ciddileşir.
Gözlerime inanamadım ve bir daha okudum: “Bu gençlerin önünü nasıl keseceğiz?”
Sinirli bir lise müdürünün ağzında bile garip duracak bu sözleri bir yazar söylüyordu. Baştan sona, tarih hocasının altına raptiye koyan öğrencileri azarlar havada.
Ne diyeceğimi bilemedim.
Düşündüm, taşındım ve koskoca yazarın salim kafayla böyle konuşamayacağına karar verdim. Haliyle, ne içtiğini merak ettim; aynısından içip merakımı gidermek için.
* * *
Sonra aklıma geldi ki, aslında bir şey içmeye gerek yoktu. Çünkü şu hayatta “iktidar sarhoşluğu” diye bir şey vardı.
Teknolojiye yenilmişti bir kere; dünyanın büyük statlarıyla karşılaştırdığımız zaman boynu bükük kalıyordu.
Sonra zamana yenilmişti: Tribünlerinden soyunma odasının tüneline kadar, eskimişlik hissi veriyordu.
Şehir trafiğinin merkezinde olmasına, etrafının darlığına, lojistik zorluklara yenilmişti.
Bu yenilgiler onun kalbimizdeki yerini değiştirmiyordu tabii; tarih boyunca kazandığı zaferlerle zirveyi çoktan garantilemişti. 10 yıl daha yenilse ikinciliğe düşmezdi.
Boşuna yorulmuş olurdu sadece: Hiç ihtiyaç duymadığı bir mücadelenin içinde kalıp günümüzün genç statlarıyla rekabete girmesi gerekecekti.
Sadece Şükrü Saracoğlu ve İnönü’yle değil, Kadir Has’la Tayyip Erdoğan’la, Bursa’nın, Trabzon’un, Rize’nin yenilenen statlarıyla da. Hiç kuşkusuz haksız bir rekabet olacaktı.
¡¡¡