Tuna Kiremitçi

Öcalan’la görüşmek istiyorum

29 Kasım 2010
Abdullah Öcalan demiş ya: “Kaç zaman oldu, ne arayan var ne soran.”

Bu aralar müsait sayılırım, devletimiz uygun görürse şahsen görüşebilirim kendisiyle.
Aslında niyetim önce Erdoğan’la görüşmekti ama ‘öbür taraftan’ olduğum için ayarlayamadım. O yüzden Öcalan’la başlasam da olur.
Derdim ne yakasına yapışmak ne de hürmet: İstiyorum ki aklıma geleni sorayım o da cevap versin, zihnim biraz açılsın.
Her vatansever gibi artık barış istiyorum ve kendisine soracağım şeyler var. Ayrıca yakından nasıl biri olduğunu da merak ediyorum.
Bence her aklı başında vatandaş gidip görüşmeli kendisiyle. Devlet bunun için İmralı’ya ring seferleri başlatmalı. Nüfus kâğıdımızı gösterip gidebilmeliyiz.

* * *

İtiraf edin, siz merak etmiyor musunuz adamın derdinin ne olduğunu? 

Yazının Devamını Oku

Sadece sevgiliyiz

27 Kasım 2010
Düşündüm de, ünlülerimizden biri bar çıkışı mikrofona “sadece arkadaşız” yerine “sadece sevgiliyiz” dese sahiden güzel olur. “Afrika’daki açları kurtaracak bir proje üzerinde çalışmıyoruz kardeşim. Atom altı parçacıkları da incelediğimiz yok. Normal sevgililer ne yaparsa biz de onu yapıyoruz.”
Bu cevabı duyarsak, biz de “sevgililik” olayını olağanüstü bir şey sanmaktan kurtuluruz.
“Hım, evet...” deriz: “Sahiden de banka soymuş ya da casusluk yapar gibi değiller. Alt tarafı sevgili olmuşlar.”
İki insanın sevişmesi gözümüze garip ve haber değeri taşıyan bir şeymiş gibi görünmez.
Babalar da bu sayede günün birinde kızlarını dövmekten, hatta öldürmekten vazgeçer belki. Derler ki “sadece sevgiliymiş keratalar. Ben de bir şey sandım yahu.”

***

Kadın-erkek ilişkilerinin normalleşmediği bir toplumun asla mutlu olamayacağı bellidir.
İster petrol fışkırsın altlarından, ister zemzemle yıkansınlar, erkekler erkekliğin, kadınlar da kadınlığın tadını çıkaramaz.
“Nasıl normalleşir kadın erkek ilişkileri?” diye sorarsanız da cevabım basit: Sadece sevgili olmakla.
Sevmeyi ve sevilmeyi gariplik olarak değil, en normal şey gibi görmekle.
Arkadaşlık sevgili olmaktan çok daha zor zanaat: Emek ister, kafa uyuşması ister, hukuk ve muhabbet ister... Oysa sevgili olmak için bazılarına sadece tensel çekim yeter.
Zaten bu işlerden anlayan arkadaşlara sorduğumda, “sadece arkadaşız”ın tercümesini şöyle yaptılar: “Aramızda cinsellik yok.”
Yine de bar çıkışı uzatılacak mikrofona “sadece sevgiliyiz” diyecek o ilk ünlüyü sabırsızlıkla bekliyorum.
O gün dünya daha güzel bir yer olmaya başlayacak.

Timuçin’in zor sınavı

Çok yönlü sanatçı Timuçin Esen, uzun bir aradan sonra grubu ve albümüyle karşımızda. Gerçi kendisinin müzik mazisini bilenler biliyor ama yine de işi kolay değil.
Biz bir alanda meşhur olmuş sanatçıyı başka bir alanda kabullenmekte zorluk çekeriz.
Zülfü Livaneli’nin yazar, Özcan Deniz’in oyuncu, Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmen olduğunu bir türlü kabul edemedik, edemiyoruz. Oysa biz sevsek de sevmesek de, bu isimlerin yaptıkları ortada.
Bu da herhalde tarihimizde bir Boris Vian ya da Peter Greenaway olmamasından kaynaklanıyor: Alışkın değiliz İsviçre çakısı tipi sanatçı modeline.
Ama bu hiç alışmayacağız anlamına da gelmez. Bu yüzden müzisyen Timuçin’e şans verelim derim.

Tatlıses’e nazarım mı değdi?

İbrahim Tatlıses’le yaptığım bayram röportajının başına şöyle yazmıştım: “Kendisini rahat, daha doğrusu rahatlamış bulduk. Sıkıntılı rüyalardan uyanmış insanlara mahsus bir neşeye sahipti.”
Hay yazmaz olaydım...
O günden beri olanları görüyorsunuz: Kendisinin medyayla yıldızı barışmadı gitti.
Ama düşünüyorum da, belki de bu Tatlıses’in basınla arasındaki 40 yıllık aşk-nefret ilişkisinin yeni bir versiyonu sadece. Yani telaşa mahal, Ortadoğu’nun Sinatra’sına zeval yok.

İncir çekirdeği
Türkiye’nin temel sorunu: Herkesin haklı olması.
Yazının Devamını Oku

Sözüm parlamentodan dışarı

26 Kasım 2010
Bir okur sordu: “Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nda niye adınız yok?” “Mevzu olmamam değil” dedim: “Ama matriksi görmek isterseniz tarihe bakın yeter.”
İlk romanım 2002’de yayımlandı. Bu, Türkiye için kritik bir yıldır: AKP’nin iktidara geldiği ve hayırlısıyla “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin inşasına başlandığı yıl.
Romanlarıma yapılan eleştiriler, genellikle edebiyatın yeni kuşağını temsil edenlerden olduğum yönündeydi.
Sonra her yerde olduğu gibi, yazar-çizer çevrelerinde de yeni muktedirlerin borusu ötmeye başladı.
Enteljansiyanın o zamana kadarki Atatürkçü-sol ekseni, hafiften muhafazakâr-sağ tarafa kaydı.
Onlar da “edebiyatın yeni kuşağı” olayını kafalarına göre yorumladılar. Kim olduğum, ne düşündüğüm belliydi. Haliyle, listelerinde adım olmayacaktı.
Hatta lüzumsuz psikolojik harekâtlar bile yapıldı. İsteyen iktidar yanlısı gazetelerde Allah’sızlıkla falan suçlandığım haberlere bakabilir.
***
Tanpınar “sükut suikasti” der ya, bu da bir nevi “gürültü süikasti”. Maksat sesiniz boğulsun, duyulmaz olsun.
Yine de 20 yıldır siyasetten felsefeye, şiirden rock’a kalem oynatabiliyorum, okurlar sayesinde.
Kendimi bildiğimden, derdim de yok. Sonuçta toplumsal şartlar değişince bundan herkes etkilenir. Ama meseleleri tarihsel perspektif içinde görmek her zaman faydalı.
Ancak böyle anlayabiliriz, kendisine “Avrupa Yazarlar Parlamentosu” gibi havalı isimler koyan bir grubun Nobel ödüllü koskoca Naipaul’ü niye kovaladığını.
Yoksa sapla samanın karıştığı gündelik hayhuy içinde her şey yalan olur gider.
Edebiyatseverlere tavsiyem: Bu yazıyı ben fakiri değil, Naipaul’ü düşünerek tekrar okuyun. Eminim cevaplar bulacaksınız.

Cantona futbolcu mu?

Uğur Dündar sözü “herkes parasını bankadan çekip Sarkozy’yi devirsin” diyen Eric Cantona’ya getirmiş: “Bu lafı bizim futbolcular etse kim bilir ne olurdu?”
Ne yalan söyleyeyim, şık olurdu. Tabii Cantona gibi resim yapsalar, sanat filmlerinde oynasalar, edebiyatla ilgilenseler de...
Ama haksızlık etmeyelim: Böyle bir şeyi sadece bizimkilerden değil, bugünkü Fransız futbolculardan da bekleyemeyiz.
Çünkü Cantona aslında futbolcu falan değil. Kendisi esaslı bir entelektüel. Gençken süper top oynamış olması bu gerçeği değiştirmiyor.
Bu yüzden asıl sormamız gereken: “Acep bizim entelektüeller aynı sözü etse Başbakan ne yapardı?”

Yetişkin otizmliler de var

Konuyu öğrendikçe gözümüzden kaçanları anlıyoruz. Bunlardan biri de, yetişkin otizmliler.
Otizm denince akla genellikle çocuklar geldiğinden, onların günün birinde büyüyüp yetişkine dönüşeceğini katmıyoruz hesaba.
Kitabına yayıncı arayan Birsen Başar’ın internetteki videosuna göz atmak bile, sesini duyurmak için çırpınanları anlamaya yeter.
“Önce çocuklar” demeye kimsenin itirazı olamaz. Ama yetişkin olmak için zorlu yollardan geçmiş Birsen gibiler de var. Ya onlar ne olacak?

İncir çekirdeği
Nezaket ödülü bu yıl da oral seksten zevk aldığını söyleyen kadınlara.
Yazının Devamını Oku

Bu yazıya inanmayın

24 Kasım 2010
Aşka dair herkesin ne çok sorusu var...

Bazısı “Kör kuyularda merdivensiz kaldım” makamında: “Derdime dermanı sen bulursun hocam.”
Bazısının da okuması yok: “Gönül hayatında çok mu başarılısın ki köşenden ahkam kesiyorsun?”
Hepsine cevabım aynı: Burada reçete dağıtmıyoruz arkadaşlar.
Bu işlerin formülü olmaz.
Olsaydı, o kadar roman ve şiir olmazdı.
Schopenhauer, “Aşkın Metafiziği”ni yazmaz, Mazhar Alanson şarkıların içinde yanmazdı. Shakespeare’in bile son nefesini verirken olayı çözdüğünü düşündüğünü sanmam.
Çünkü aşkın reçetesinin olmayacağını en iyi bilenler, aşka dair en güzel şeyleri yazanlardır.

Yazının Devamını Oku

Üç büyükler küme düşer mi?

23 Kasım 2010
Olmaz öyle şey dediğinizi duyar gibiyim.

Ama Allah bilir geçen yıl bu vakitler “Anadolu’dan yeni şampiyon çıkar mı?” diye sorsalar aynı cevabı verirdik.
Hatta yaz başı “ligin ilk yarısı biterken ilk üç sırayı Anadolu takımları parseller mi?” sorusuna da...
Bu yüzden, Galatasaray duayenlerinden Hayrettin Kozak’ın bayram öncesi “yeter ki küme düşmeyelim” deyişi bana sadece Adnan Polat’a sitem gibi gelmedi.
Samimi bir endişeydi. Çünkü siyaseti İstanbul burjuvazisinin elinden kapan Anadolu kaplanları, futbola da göstere göstere talip.
Bu gidişle önümüzdeki 10 yıl içinde İstanbullu büyüklerden birinin küme düşme tehlikesi yaşaması muhtemeldir.
Tıpkı, CHP’nin vaktiyle barajı aşamayıp parlamento dışında kalması gibi.
¡¡¡

Yazının Devamını Oku

Aşk olsun Sofya!

22 Kasım 2010
Sofya işi gücü bıraktı bana yardıma çalışıyor. Yani pasaportu çaldırdığımdan beri.

Sevgilimin oğlunu buz patenine götürdük. Dönüşte bagajı bir açtık ki, bilgisayarın yerinde yeller!

Çantanın gözündeki pasaport da sizlere ömür. Üstelik hırsız kadar suçluyum; ne işi var kardeşim pasaportun bilgisayar çantasında?

Haliyle, karakol-yabancılar dairesi-konsolosluk üçgeninde bir macera başladı. Böyle durumlarda adetim olduğu üzere kendimi trajediye hazırlamıştım ki, şehrin yardım için seferber olduğunu görüp şaşırdım.

Türkiye elçiliği, seyahat belgelerimin en geç hafta başında düzenleneceğini söyledi. Karakoldaki Bulgar komiser de mesaisini benim için uzattı.

Yazının Devamını Oku

Uzak komşu Bulgarya

19 Kasım 2010
Tabii “hangi komşumuz yakın” diye sormak da mümkün. Yıllarca bütün komşularla sizli bizli kalmışız. Bakmayın dırdır ettiğime, hayatın bir yarısı orada geçiyor olmasa, sülalemin üç kuşak önce geldiği bu güzel ülkeye ne zaman kafa yorardım, Allah bilir.
Malum, tarihi Osmanlı’yla bir şekilde ilgili ülkelerin isimleri genellikle (-istan) ekiyle biter: Yunanistan, Arabistan, Ermenistan... Oysa “Almanistan” ya da “Japonistan” demeyiz.
Bu ek hep aşinalık hissi verir hem de içinde “adam oldular da memleket kurdular” tarzı bir tepeden bakış vardır.
Bulgarlar da bunu bildiklerinden midir, uzun yıllar soğuk kalmışlar Türklere.
Tabii tarihi önyargıların ve ders kitaplarının marifeti.
Yoksa Kıvanç Tatlıtuğ hayranı orta sınıf Bulgar hanımlarda belli bir sempati mevcut.
Aynı sempati tatillerini İstanbul’da geçiren Bulgarlarda da gelişiyor. Ama iki tarafın atması gereken çok adım var.

***

Avrupa Birliği’ne girince gül bahçesine dönülmediğinin canlı kanıtı Bulgarya. Hele birkaç yıl sonra Euro’ya geçtiklerinde ekonominin hali nice olacak Allah bilir.
Yine de İstanbul’un nasıl saçma sapan pahalı bir şehir olduğunu burada anlıyorsunuz. Güzel bir restoranda, şarap eşliğinde yemek Boğaz’dakinin yarısına patlıyor. Hem de aynı mutfak kalitesiyle!
Cengiz Semercioğlu’nun İstanbul’da nasıl kazıklandığımızı anlatan yazıları geliyor aklınıza ve daha az paraya daha iyi hayat kalitesi sunan Sofya’ya hürmet ediyorsunuz.
Bulgarya Türkleri sistemle eskisi kadar sorunlu değil.
Sosyalizm çökünce devlet akıllı olup soydaşların en azından temel haklarını tanımış. Bu da sürtüşmeleri asgariye indirmiş. Aslında örnek alınabilecek bir azınlık politikası.
Arkadaşlarım bazen uluorta Türkçe konuşmamam için uyarsalar da, gündelik hayatta Türkofobi emaresi yok.
Onun yerine para sıkıntısı çeken hayvanat bahçesi için üzülmek, Vitoşa Dağı’na çıkıp ferahlamak, Sofya’nın sonbahar için yaratılmış sokaklarında hayaller kurmak var.
Bir de Nâzım Hikmet’in şiirler yazdığı parkta oturup Mustafa Kemal’in sevgilisi Dimitrina Kovaçeva’yı düşünmek tabii: General Kovaçev kızının yakışıklı Türk zabitle evlenmesine izin verseydi tarihin nasıl olacağını merak ederek.

Hayvanat bahçesiz şehir

İstanbul’da baba olmak zor: Şehrin merkezinde ne hayvanat bahçesi ne doğru düzgün bir lunapark ne de akvaryum...
“Falanca yerde var, çevre yolundan 45 dakikada gidersin” diyen dostlara cevabımdır: Hafta sonu trafiğinde çocuğu o yollara çıkarmak ceza olur arkadaşlar.
Aklı başında şehirlerin hayvanat bahçeleri merkezdedir bu yüzden. Hatta aslan kaçınca sokaklarda dolaşır, akşam haberlerine konu olur.

***

Gülhane’nin kapanması orada berbat şartlarda yaşayan hayvanların şansı, çocukların şanssızlığı oldu. Ama hayvanların huzurlu ve sağlıklı yaşayabileceği bir yer neden olmasın?
Şimdi Ömür Gedik çıkıp “Hayvanların doğal ortamlarından kopartılıp kafese kapatılması hoş bir şey mi” diye sorsa haklı tabii. Ama her babanın çocuğu kapıp Afrika’da safariye götürme imkânı da yok.
Çocuklar pumayı ayakkabı, jaguarı araba markası sanarak büyümesinler istiyorsak, Avrupa’nın merkezinde hayvanat bahçesi olmayan tek şehri olmaktan çıkmalı ‘Avrupa kültür başkenti’miz.

İncir çekirdeği

Aynı yazın ardından bu kaçıncı sonbahar?
Yazının Devamını Oku

Yağmur Aileler yazımdan sonra otizm ailelerinden mektup

17 Kasım 2010
ağdı. Tipik olanları seçmeye çalıştım. Birbirleriyle iletişim kurabilsinler diye mail adreslerini veriyorum.orum. Ufaklıkların burunlarından öperim.

¡¡¡
Otizm birden çok, hatta pek çok bilinmeyenli bir denklem” diyor Pınar Kahraman: “Her ne kadar sebeplerinin neler olduğunu anlamaya bugün yakın olsak da, bu yoldaki  gelişmeler henüz biz ‘Yağmur Aileler’in yaşadığı zorlukları hafifletmek için yeterli değil.
Bu yolda yaşadıklarımızı anlattığım, Türkiye’de beş yıl önce neredeyse hiç bilinmeyen araştırmaları ve tedavi yöntemlerini konunun uzmanı doktorlarla otizm ailelerine sunmaya çalıştığım bir kitabım var, ‘Kelimelerin Ötesinde - Bir Otizm Hikâyesi’ adıyla çıktı.” pinararas@duranmakina.com
Güven Asuman diyor ki: “Her 100 çocuktan birinin otizmli olduğu ülkemizde bu konuda farkındalık çok düşük. Benim 16 yaşında otizmli bir yeğenim var. Şu anda Sapanca’da ‘Sportizm’ adında bir merkezde eğitim görüyor. Yüzme ve kürek şampiyonalarına hazırlanıyor. Geçen ay Mersin’de yapılan yüzme yarışlarında, bu merkezdeki otizmli sporcu çocuklarımız, yeğenim de dahil, çok güzel başarılara imza atmışlar ve çeşitli klasmanlarda şampiyon olmuşlardır.” Asuman.Guven@honywell.com
¡¡¡
Bu satırlar Ahu Dökücü’den: “Lütfen bunları yazın yazın... Otizmi tanısınlar, sorsunlar, anlayış gösterip topluma katılmasını sağlasınlar. Bizim çocuklarımızın gelişimine ve parkta bahçede zıpzıp zıplayan öbür çocuğun elindeki oyuncağı pervasızca çeken (sadece inceler ve geri verirler) çocuğa bir kez daha baksınlar. Sizin yazılarınızı anımsasınlar ve taş üzerine taş koysunlar.” ozenahu@hotmail.com
¡¡¡

Yazının Devamını Oku