12 Ocak 2011
Kayserili tüccar arkadaşım. Siirtli ayakkabı boyacısı kardeşim. Ankara sokaklarındaki Apaçi delikanlılar... Siz beni dinleyin, İzmir olun!
Terhis heyecanıyla ramazanın başladığını unutup simit istedim diye küfreder gibi bakan Erzurumlu fırıncı...
Töre uğruna 16 yaşındaki kızını kurban eden Iğdırlı aile...
Kendinize iyilik yapınız ve İzmir olunuz!
Bakın “İzmirli olun” demiyorum. “İzmir olun” diyorum. İzmir olmak normal olmak demektir. Ramazanda simit yiyene küfretmemek, el kadar kızını töreye kurban etmemektir.
Kafayı Ortadoğu karanlığından çıkarıp Akdeniz uygarlığına geçmek demektir İzmir.
İnanın bana bu herkese kısmet olmaz: Afganlı ya da Kuzey Iraklı garibanın yoktur böyle bir şansı.
Ama senin var: İstersen etnik kökenine, diline, kültürüne aslanlar gibi sahip çıkarak ol. İzmir bu demektir.
¡¡¡
İstersen İzmir’e adımını atma ama yine de ol İzmir.
Eğer erkeksen, kadınlara normal davran. Onlar kadınlıklarını özgürce yaşadıkları takdirde gerçekten mutlu olabileceğini unutma.
Kadınsan eğer, kadınlığını özür gibi değil, bayrak gibi taşı. Tadını çıkar dişiliğinin.
İstanbul’da ayakkabı boyayan, Trabzon’’da kahvede etrafa bakan, Bursa’da ekmeğini kovalayanlar...
Kanal binası önünde mehter çalıp dizi protesto eden saf ve temiz fukaralar...
Bana bel altından vurmaya hevesli iktidar yanlıları...
Kendinize hürmetiniz varsa İzmir olunuz.
Mustafa Kemal’in vaktiyle kurduğu hayalin içindeki yerinizi geç de olsa alınız.
O hayal sizin mutlu Akdenizliler olarak yaşamanızdı. Ortadoğu karanlığında bedbaht ruhlar olarak değil.
Yazlık sinema filmi
Eyyvah Eyvah 2 beni çocukluğumun açık hava sinemalarına götürdü. Milletin çoluk çocuk çekirdek çitleyerek seyrettiği Yeşilçam filmlerine.
Sanki Eskişehir’deki Adalar’dayız, bir yaz gecesi yıldızların altında Ertem Eğilmez seyrediyoruz.
İnsanın entelektüel ahbaplarıyla Zeki Demirkubuz filmine gitmesi de güzeldir tabii; ama böyle tatlı hafifliğe gark olmanın tadı başka.
En güzeli de milleti güldürmek için basitlik ve seviyesizlik yapmanın şart olmadığını kanıtlıyor Eyyvah Eyvah 2.
Bizim seansta salonda çocuklar, başörtülü teyzeler, sevgililer vardı... Neresinden baksanız düzgün halk sinemasının zaferidir.
İncir Çekirdeği
Aforizma sanatını zirveye taşıyan iki şey: Twitter ve Ramiz Dayı.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2011
Ey Show TV’nin önünde “Muhteşem Yüzyıl” dizisini protesto eden saf ve temiz kardeşim. O savunduğun aile memlekette 600 yıl saltanat sürmüş. Yedikleri önde, yemedikleri arkada, hayatlarını yaşamışlar. Yaptıkları sarayın, haremdeki kadının, hazindeki altının haddi hesabı yok.
Ataların cefayı, onlar sefayı sürmüş. Bereket Mustafa Kemal çıkmış da kurtulmuşsun.
Şu saatten sonra Osmanoğlu’nun sana ihtiyacı var mı sanırsın?
Emin ol, Hürrem seni Show TV’nin önünde görse yüzünü buruşturup mendiliyle burnunu kapayarak geçer yanından.
İlla protesto edeceksen git benzin zammını, öğrencilere yapılanları, memleketi satıp savanlarını falan et.
Öbür işler Sultan Süleyman’a kalmayacak nasılsa.
Popülerliği niye sevmedim
Bir kere “hesaplı” olmanız lazım.
Groucho Marx’ın dediği gibi: “Samimiyet her şeydir. Eğer samimiymiş gibi yapmayı başarırsak bizi kimse tutamaz.”
Hem bu yüzden hem de kurda kuşa yem olacağımı anladığımdan, kısa zaman sonra uzamaya karar verdim popülerlik aleminden.
Uzarken epey faça aldım.
Biraz “bu aleme girmek kolay, çıkmaksa zordur” hesabı.
Çaktırmadan tüymeye çalıştığımı anlayınca bir güzel marizlediler.
Üstüne eski kankalar da bir ara popüler oldum diye selamı kesmesin mi, dımdızlak kaldım ortada. Sen sağ ben selamet.
***
Ama şikayet etmedim. Çünkü zaafımın kurbanı olmuştum.
Kafa işçisiydim oysa: Kemal Tahir okuyayım, Albert Camus tartışayım diye yetiştirilmiştim. Kaderdeyse iki diyardan sürgünlük vardı.
Ben de bu Araf hayatını yurt belledim. Otağımı kurdum ve yazmaya devam ettim.
Popüler aleme soldan bakan Kelebek yazıları işte böyle doğdu.
Şimdi yazdıkça her şey yerine oturuyor, demini buluyor, kıvamına kavuşuyor.
Tabii kazara yine popüler olmamaya azami özen gösteriyorum: Bir daha çekemem aynı muhabbeti.
Yeni Türkiye normalleri
* Cumhurbaşkanıyla görüşmeye Jaguar’la gitmek.
* İktidarı protesto eden öğrenciyi faşistlikle suçlamak.
* “Umarım” yerine “inşallah” demek.
* “Mustafa Kemal olmasaydı da Kurtuluş Savaşı bir şekilde kazanılırdı” makamında takılmak.
* Fethullah Gülen’den ‘Hocaefendi’ diye bahsetmek.
* Başörtülü fotoğraf çektirip basına dağıtmak.
* Mevlana kitabı yazmak.
* Heykele “ucube” demek, menzil dahilindeyse tükürmek.
İncir çekirdeği
Paylaşım sitelerinin kötü tarafı, gerçekten iletişim içinde olduğumuz yanılsaması yaratmaları.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2011
Hafta sonu çok özel bir imza günü vardı. Aydınlar, Mustafa Balbay’ın kitabını imzalamak için Kadıköy’de buluştu. “Mustafa Balbay hürdür” demiş oldular: “Demir parmaklıklar bu gerçeği değiştirmez.”
Her gün özgürleşiyor Balbay: Adı her anıldığında, kitapları her okunduğunda yeni kanatlar takılıyor omzuna.
Özgürlük insan aklında başlar ve dönüp dolaşıp yine orada biter.
Beden parmaklıkların ardına konabilir. Demir kapılar yüzüne kapanabilir. Ama “sol memenin altındaki cevahir” kararmamışsa kimse kimsenin özgürlüğüne dokunamaz.
Kadıköy’deki aydınlar Balbay’la hemfikir olmak zorunda değildi. Biliyorlardı sadece; fikir insanına reva görülen bu muamelenin bizi özgürlüğü düşünmeye çağırdığını.
***
Balbay hürdür. Kafası dogma ve önyargıyla dolu olanlarsa nereye giderlerse gitsinler olamazlar özgür.
Görünmez bir prangayı ayaklarında taşırlar. Bu büyük esaret her adımda onları biraz daha zalim, biraz daha nobran yapar.
Acı çeker ama nedenini bilmezler. Mutsuz olur ama adını koyamazlar mutsuzluklarının. Kafataslarının içinde başlayan karanlık gözeneklerinden taşıp tüm uzaya yayılır.
Gerçekten hür insanlara bu yüzden katlanamazlar.
***
Balbay Hürdür. Asıl kısıtlanan hangi dünya görüşünden olursak olalım, bizim özgürlüğümüz.
Onunla tartışamıyor, memleketin hali ya da simitçi çocuğun üç numara kesilmiş saçındaki susam tanesi üzerine konuşamıyor olmak esaretin ta kendisi.
Mustafa Balbay’ın hürriyetine kimse dokunamaz. Bizimse yok hürriyetimiz, bunu anlayacak kadar bile.
Talat Bulut’u özlemek
Talat Bulut’tan mektup geldi.
Her zamanki beyefendiliğiyle oyunculuk ve günümüz sineması üzerine fikirlerini paylaşmış.
Onu özlediğimi fark ettim. “Mutluluk” filminden beri perdede göremedik kendisini.
Sinemayı çılgınca ciddiye alır Talat Bey: Her filmde kendisini yeniden yaratabilen nadir oyuncularımızdan: Türkiye’nin William Defoe’su.
Geriye gidip “Her Şeye Rağmen”den “Manisa Tarzanı”na şöyle bir düşünün: Aklınıza birbirinden farklı birçok Talat Bulut gelecek. O zaman siz de kendinize soracaksınız, niye bizi kendisinden mahrum bıraktığını.
Çığlıklar ve fotoğraflar
Genç fotoğrafçı Ümit Karalar’ın “kadına yönelik şiddete hayır” diyen projesini görünce irkildim.
Deniz Çakır’dan Sevinç Erbulak’a 50 kadın sanatçı, son derece başarılı makyajla tanınmaz hale gelmiş.
Fotoğraflara bakarken, şiddet mağduru kadınların çığlıklarını duyar gibi oldum.
Aklıma biz yazarları kıskandıran o söz geldi: “Bir fotoğraf binlerce sözcüğe bedeldir.”
İncir çekirdeği:
Üç harfle yazılabilecek en uzun sözcük: Aşk.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2011
Dün bütün günümü Arcade Fire (gerçekten harika bir grup) dinleyip oğlumla oynayarak geçirdim. Her imkânı hayatı yavaşlatmak için kullanıyorum. En büyük nimetin böyle bir hayat olduğu kanaatindeyim. Dünyayı hızla turlayan küresel sermayeyse aynı fikirde değil: Ona yetişmek için koşturmamızı istiyor.
Teknoloji de hizmetinde: Cep telefonları, internet, son model otomobiller... Hepsi paranın peşinden dörtnala koşabilelim diye.
Ne Gülten Akın şiirindeki gibi “durup ince şeyleri anlayacak” ne de Kızılderili rehberin dediği gibi “ruhumuzu bekleyecek” zaman var. Kornaya abanıyorlar hemen.
***
İşbu yüzden, İtalya’dan yayılan “Yavaş Şehirler” hareketini takdirle karşıladım.
Manifestolarında “bunlar, eski zamanlara meraklı insanları olan şehirler” deniyor: “Zengin tiyatroları, meydanları, kafeleri, atölyeleri, restoranları ve ruhani yerleri, bozulmamış manzaraları, sevimli zanaatkârları...
İnsanların hâlâ mevsimlerin yavaş seyrini fark edebileceği, hakiki ürünlerin tadına varabildiği ve kendine özgü gelenekleri olan yerler...”
Şimdiden Avrupa’da 100 şehri etkisine almış. Nüfusu 50 binin altındaki her belediye “Yavaş Şehir” olmak için başvurabiliyor. Maksat şehri arabalar yerine insanların hizmetine sunmak.
Yeşil alan artıyor, gürültü kirliliği kesiliyor, yerel ürünler destekleniyor. Daha yavaş ama daha insani, daha çevreci, geçmiş ve gelecek nesillere saygılı bir hayat.
Üstelik kavşak-viyadük muhabbetinden kurtulan şehir butik bir turizm merkezi haline geldiğinden, gelirler de artıyor. Arcade Fire’ın bir şarkısında dediği gibi, ayağınızı sıcak kaldırımlardan kaldırıp yeşil çimenlere koyuyorsunuz.
Seferihisar ilk yavaş şehrimiz. Sırada Akyaka ve Gökçeada var. Diğer akıllı belediye başkanlarını da bekliyoruz.
Hayırcının gönül rahatlığı
Referandumda “hayırcı” takılmış biri olarak, sonuçlar belli olunca demiştim ki: “İnşallah biz yanılmışızdır.”
Yani “inşallah sözler yerine getirilir, seçim barajı aşağı çekilir, Kenan Evren sembolik de olsa yargılanır” falan demeye getirdiydim.
Ama zamanın getirdiği, haklı çıkmanın kederi oldu. Sırrı Süreyya’nın bu konuda dün Radikal’de yazdıklarını okumadınızsa mutlaka okuyun. Her cümlesi kafası karışık aydınlara ders.
Bizimse şu saatten sonra tek tesellimiz, doğru olanı yapmış olmanın buruk gönül rahatlığıdır.
Şüphesiz ki Müge Boz
Yeni başlayan “Şüphe” dizisinin dinamosu senarist Zülküf Yücel (okuldan tanırım, müthiş bir adamdır), kozu Selin Demiratar ve İsmail Hacıoğlu, sürprizi de Güngör Bayrak olabilir.
Ama dizinin asıl hediyesi, yeni parlayan Müge Boz tabii: Reklamlarda oynarken bile hayran kitlesi edinmeyi başaran bu kardeşimizin önü açık görünüyor.
Yeter ki Nurgül Yeşilçay’ı örnek alsın kendisine: Bu yazı da dahil, şu saatten sonra hakkında söylenecek hiçbir şeyi sallamasın.
İncir çekirdeği
Ronaldo dünyanın en iyi futbolcusu: Messi uzaylı olduğu için.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2011
Bilgi Üniversitesi’nde bitirme tezi olarak çekildiği söylenen porno, iki günde şehir efsanesine dönüştü.
Görmediğimiz için ahkâm kesemiyoruz ama kopan fırtına ayrı bir senaryo olabilecek kıvamda.
Hadi bir deneyelim.
Mutaassıp (ve her geçen gün daha da mutaassıplaşan) bir ülkede, “bu kadar baskı beni rahatsız ediyor” diyen gözü kara bir öğrenci, bitirme tezi olarak porno çekmeye karar verir.
Danışmanıyla sanatta ifade özgürlüğü üzerine hararetli tartışmalar yaptıktan sonra alır vizeyi.
Geriye cüretli oyuncular bulmak kalmıştır. Bu sorun da kafadar kankaların yardımıyla halledilir.
Film ciddi ciddi çekilir, montajlanır ve tahmin edildiği gibi, sınıfta kalır.
¡¡¡
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2011
Yazılarım kış lastiğidir: Tipi de yağsa, buz da tutsa, istediğiniz yere er geç götürürler. İftiraya da uğrasam, düzenler de kurulsa bir şekilde buluştururlar beni okurla.
Bu yüzden elde kalem, yanımda okurlar, gündüz gece yoldayız. Düşüncelerin ve duyguların izini sürüyoruz: İnsana dair çözümsüzlüklerin.
Bazılarının hoşuna gider, bazılarının gitmez. Bazıları sever yazılanları, bazıları sevmez.
Sızlandığımı göremezsiniz. Kurban rolü oynamaktan da, oynayandan da hazzetmem. Düpedüz zayıflıktır. Bozar delikanlıyı.
Varılacak yerden çok, yolda olma halini önemsemek gerektiğini Baudelaire’den, otoban yerine ara yolların şıklığını Sait Faik’ten kapmışımdır. Hız dünyası ister ki ufkumuzda sadece varacağımız hedef olsun. Buysa yoldaki güzellikleri ıskalamak demektir.
İnsan bazen kenarda flaşörleri yakıp daha önce görmediği bir ağacın, günbatımının değişik bir renginin ya da tanımadığı rüzgârın tadını çıkarmak ister.
Benim okuyup yazmaktan anladığım budur. Yolda vakit kazanmak değil, iyi vakit geçirmek.
Bunun her gün biraz daha demode sayıldığının tabii ki farkındayım. Ayrıca, muktedirlerin bayılacağı şeyler yazmadığımı da biliyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2011
Tek başıma sinemaya gitmeyi severim. Bu hafta sonu baştan sona Juliette Binoche senfonisi “Aslı Gibidir” filmine gittim.
İlk sahnede, sanat eserlerinin replikaları (kopyaları) üzerine kitap yazmış bir adam konuşuyordu.
“Bir şeyin orijinal ya da kopya olması bizim için niye bu kadar önemli?” demeye getirdi: “Sonuçta biz de atalarımızın kopyaları değil miyiz?”
Fikir sakız gibi yapıştı beynime. Hele film bununla yetinmeyip kadın-erkek ilişkilerinin derinliklerine dalınca daha da ilginçleşti.
Düşündüm de, gençken yaşadığımız romantizmin orijinalliğinden kuşku duymuyoruz: Ta ki aslında bir filmi ya da klibi taklit ettiğimize uyanana kadar.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2011
“İkinci dil” tartışmasından geri kalmak istemem. Ne de olsa yılbaşı tatilimin bir kısmı bu konuda yazılmış makaleleri tarayarak geçti. Her dünya görüşünden, onlarca yazarı okudum. Hepsi de değerli beyinlerdi. Ama üzülerek gördüm ki aslında pek çoğu aynı dili konuşmuyordu.
Tabii ki herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil. Bu çok sıkıcı olur. Ama memleketin geleceğini tartışıyorsak, en azından ortak bir dil bulmamız lazım. Anlaşabilmek için.
Aynı ana dile sahip olmak ortak bir dil geliştirmeyi garanti etmiyor. Tartışmayı Türkçe yapıyoruz ama birbirimizi anlayabildiğimiz şüpheli. Eminim Kürtçe yapsak da aynı şey olurdu.
Sonra yabancı arkadaşlarımı düşündüm: Bazıları tek kelime Türkçe bilmiyordu ama gayet güzel anlaşıyorduk. Çünkü arkadaşlığımız sayesinde ortak bir dil geliştirmiştik.
Hatta sevinci ve üzüntüyü paylaşmak için bazen konuşmamıza bile gerek kalmıyordu.
***
O zaman aynı ülkede yaşayıp aynı ana dili konuşmamıza rağmen içinde bulunduğumuz durum daha da üzücü geldi.
İster istemez, Türkler ve Kürtler olarak yeterince arkadaş olamadığımızı düşündüm. Aynı kaderi paylaşmış, aynı sıkıntıları çekmiştik ama ortak bir dil bulamamıştık.
Hal böyle olunca değil iki, on dil sahibi de olsak birbirimizi anlayacağımız şüpheliydi.
Oysa mutlu bir ülkeye, ilişkiye ya da şirkete baktığımızda, ortak dillerini yaratabilmiş insanların sağlıklı iletişimi görülüyordu.
Hatta futbol takımları bile birbirini anlayan oyuncular sayesinde alıyordu kupaları.
Mesela, “demokratik özerklik” tartışmamızın ilham kaynağı Katalonya’nın gururu Barcelona: Muhteşem başarılarının nedeni oyuncuların yarattığı ortak futbol dili değil mi?
Hepimiz Messi olamayız belki ama arkadaş olmayı pekâlâ deneyebiliriz.
Eurovision’da bir yazar
Gönlümden geçen Gripin’di ama Eurovision’a Yüksek Sadakat’in gidecek olmasına da hiç üzülmedim.
Bir kere ilk defa bir yazarla katılıyoruz. Müzik yazarı arkadaşımız Kutlu Özmakinacı, bilindiği gibi Yüksek Sadakat’in bas gitaristi ve beyni olur.
Yazılarını sırf üslubuyla bile okutan, harika bir kalemdir kendisi.
Kutlu’ya naçizane teklifim, Eurovision macerasını “kaptanın seyir defteri” formatında kaleme alması; TRT’deki toplantıdan Düsseldorf’taki finale kadar.
Sonuçta ortaya Nick Hornby tadında, leziz bir kitap çıkabilir.
Geyikli gece nasıl kaçtı
Bugünlerde yandığım, Hürriyet centilmenlerini buluşturan “Geyik Gecesi”ni kaçırmış olmak.
Yeni yılını kutlamak için Fikret (Ercan) Abi’yi aradığımda “niye gelmedin bakayım?” diye sitem etti.
Meğer Sofya’da olduğumdan davetiye elime geçmemiş, ben de en taze Hürriyet erkeği olarak ofsayta düşmüşüm.
Şaka bir yana, bütün sınıf pikniğe giderken okulu kırmış öğrenci gibi hissettim kendimi.
Sonuçta geceye katılanlara tatlı anılar, banaysa pirimiz Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiirinde dediği gibi, “uzanıp kendi yanaklarımdan öpmek” düştü.
İncir çekirdeği
Meraklısına yeni ve tek twitter adresim: tunasarkilari
Yazının Devamını Oku