Salonda bir ben kalmışım. Kız arkadaşım horlamamdan utanıp kaçtı sandım. Filme yalnız geldiğimi hatırlamam birkaç saniye sürdü.
Muhteşem filmden son hatırladığım, depresif bir ortamda alengirli şeyler konuşan savcıyla doktor. Ödüllü romanlardaki gibi.
O romanlar ki inanılmaz sanat eserleridir ama uyumadan sonlarını getirdiğimi nedense hatırlamam.
Uyanıkken son düşündüğüm, yönetmenin 90’lı yıllar İran sinemasını ne kadar çok sevdiğiydi.
Muhsin Makhbalbaf ve Abbas Kiarostami’nin müsekkin etkisindeki filmleri o dönemde “Cannes’de ödül alacak Ortadoğulu film” formatını oturtmuştu.
İlk filmlerini o zamanlar çekmeye başlamış birinin bu formatı harfiyen uygulaması takdire şayandı gerçekten.
Ama aklım da karışmıyor değildi.
Hadi sonda diyeceğimi başta diyeyim: Başörtülü kızlar da aslında Atatürk’ün eseri.
Atatürkçü kızlar hemen kaş kaldırmasın. Açıklamama müsaade etsinler.
Ertuğrul Özkök yazısında Nilüfer Göle’den alıntı yaparak diyor ki: “Türban genç kızları özgürleştirir. Genç kız başını örtünce sokağa çıkabilir.”
Süper bir tespit. Başörtüsü Türk modernleşmesinin gizli kahramanı. Bu yüzden de direkt Atatürk devrimlerine bağlı. Onun kadınlara açtığı özgürlük yoluna.
Cumhuriyet sayesinde her kadın kendi tarzında ilerledi. Mesela İzmir’deki kolejli kız anında savurdu saçını imbata. Şişli’deki kız alafranga hayatını özgürce yaşadı.
Ama Fatih’teki mutaassıp aile kızının gelişimi öyle olmadı. Onun için ileri adım, kara çarşaftan kurtulup başörtüsüne geçmekti.
Sonunda taktılar başörtülerini, çıktılar sokağa. Güçlerini Atatürk devriminden almışlardı, farkında olmasalar da.
En iyi oyuncular ve teknikle çekseniz o karelerdeki duyguyu bütün insanlığa yaymaz.
Eyfel Kulesi’ni kiralayıp üstüne afiş assanız internette o kadar tıklanıp konuşulmaz.
Geçen salı Kadıköy’deki 41 bin çılgın kız, dünyaya çatır çatır Türkiye reklamı yaptı.
Mehmet Demirkol programında dünya basınının bu olayla eğlendiğini söyledi.
Ama ne vardı biliyor musunuz, söylerken memnuniyetini saklayamıyordu Mehmet. Malum, normalde eğlenilmeyi milletçe pek kaldıramayız.
Ama durum o kadar şekerdi ki, yabancı basında kafa bulanlar bile sempatiyle yaklaştılar.
Şahsen en çok “thejournal.ie” sitesindeki yorumu sevdim: “Allah’tan içlerinden biri tuvalete gitmeye kalkmamış çünkü o zaman bütün tribün boşalırdı.”
Her şey şeytana uyup “niye dizilerde başörtülü esas kız yok?” diye sormamla başladı. Esra Elönü cevap yazmış: “Sen uyumaya devam et” diyor: “Bizim derdimizi anlamamışsın!”
Nedense yargılamışım gibi almış gardını. Merak eden haber7 sitesinde okusun. Çok ilginç bir yazı.
“Gerçek Hayat” dergisi de başörtülü yazarlara fikir sormuş. Orada da “biz senin bildiğin kızlardan değiliz” havası. Gören robdöşambrla dolaşıp gazozlara ilaç atıyorum sanır.
Oysa en temiz hislerimle sormuştum.
Aklım sıra başörtülü kızların da dizilerde temsil hakkı olduğunu söyleyecektim.
Onların aşklarını, savruluşlarını ve umutlarını da görsek fena olmaz kafasındaydım. Ama tek gördüğüm, aradaki duvarların yüksekliği oldu.
Şu hayatta hiçbir arkadaşımı siyasi fikrine göre seçmedim. Ne zaman tartışsak itiraz etmekten helak oluruz. Bundan da zevk alırız. Yoksa nasıl öğrenir insan?
Zaten epeydir haber alınamıyor. Babasının okuldan alıp sanayiye çırak verdiğini söyleyenler var. Giymiş tulumlarını, Cem Karaca dinleyerek çalışıyormuş.
Sınıf arkadaşları ziyarete gittiklerinde tanıyamamışlar tevhid-i tedrisatı. Yüzü gözü yağ içinde, eline İngiliz anahtarı, bir kızın cipinin altından çıkmış.
O da uzaylı gibi bakıyormuş sınıf arkadaşlarına. Kendilerini hatırlatmaları gerekmiş.
O gün fark etmişler zaten, arkadaşlarının adının anlamını bilmediklerini. Gidip babalarına sormuşlar hatırlayamamış. Analarına sormuşlar “ben bilmem, beyim bilir” demiş.
En sonunda göğsü madalyalı gazi dede kükremiş: “Ulan köftehorlar, tevhid-i tedrisatı nasıl bilmezsiniz!”
Meğer “eğitim birliği” anlamına geliyormuş. Mustafa Kemal vaktiyle onu “vatanın evlatları aynı eğitimi alsın, ayrı-gayrı olmasın” diyerek kurmuş. Medeni ülkelerdeki gibi.
Ne zaman ki kaybolmuş, ortalık Babil’e dönmüş. Anadolu liselisi, kolejlisi, İmam Hatiplisi, düz liselisi birbirini anlamaz olmuş.
“Telefonumu değiştireyim yoksa kışın zırt-pırt arar bu beni” stresi mı yaşıyorsunuz?
Isı 30 derecenin altına düşünce sevgiliniz seksi görünmüyor mu?
Bikini ya da slip olmadan libido taban mı yapıyor?
Islak toprak üzerinde sarı yapraklar romantizmi size Başbakan’ın tertemiz alnı kadar mı uzak?
O zaman müjde!
Yazarınız yaz aşkınızdan nasıl kurtulacağınızın ipuçlarını veriyor!
Hem de New-York’lu âşık Paul Simon’un “50 ways to leave your lover” türküsü hediye! Türkçe meali: “Nazlı yardan geçmenin biçim biçimdir yolu.”