11 Ekim 2011
Yine geldi aklıma o kadın. En son aylar önce bir arkadaşımın annesi öldüğünde düşünmüştüm. Kendisi küçük bir kasabada, tek başına yaşar. Büyük işler peşindeki oğlunu göremez istediği zaman.
Onu çocukluğundaki gibi dizlerine yatırıp başını okşayamaz. Saçını, alnını koklayamaz. Çünkü oğlu genellikle dünyayı kurtarmakla meşguldür.
Oğlunun elleri şiirdeki gibi, büyük işler içindir. Annesinin minnacık hayatının kapısını çalamaz.
Yabancı değil, Süpermen’in annesi. Hafta sonu haberleri izlerken aklıma geldi.
Filmi seyredenler bilir, Martha Kent biricik oğlunu Kansas’taki Smallville’de büyütür.
Ailenin hayatı mutlu ve iddiasızdır.
Günün birinde kocası kalp krizinden gidiverir. Sonra oğlu kaderinin peşinde yuvadan uçar. Martha isyan etmez. Oğlunun uçmak için doğduğunu çoktan kabullenmiştir.
Tuhaflık da burada başlar işte: Clark kasabadan uçar uçmaz annesi hikâyeden çıkıverir. Bir daha dönmemek üzere.
Süpermen dünyayı kurtarır, son jenerik başlar ama ne Martha’yı ne de kasabadaki evini tekrar görürüz. Kadıncağız sağ mı, ondan bile haberimiz olmaz.
Hanım uyarmasa sizin de fark etmeyeceğiniz bir detaydır bu. Hemen internete girip bakarsınız, evet, filmin senaristleri erkektir.
40 yıl sonra bile bahsedilecek bir sinema klasiğini yazmanın heyecanı içindeki erkekler. O sırada muhtemelen kendi annelerini bile düşünecek halde olmayan erkekler.
Bize Süpermen’in annesinin kaderini, aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen merak ettiren erkekler.
Beyler, Martha Kent aklıma nereden geldi biliyorsunuz. Ben de sizin birazdan annenizi arayacağınızı biliyorum.
Provokasyona gel vatandaş
Fazıl Say’ı dikkat çekmeye çalışmakla suçlayan Fatih Altaylı, gazetesinin olaylı manşetini aslanlar gibi savunuyor.
Niye? İletişimde dikkat çekmenin önemini bilecek kadar deneyimli bir gazeteci de ondan.
Nitekim, günlerce Habertürk’ü ve malum manşeti konuştuk.
Hatta doğru bulanlar bile çıktı. Dediler ki: “Şiddete karşı kamuoyu yaratmak için bu provokasyon şart!”
O halde Fazıl’a kızmak niye?
Belki o da mesajını ancak bizi provoke ederse duyurabileceğini düşünüyor. Olamaz mı?
tatlı Sözlük
Sonbahar: Duyguların harman zamanı.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2011
Yiğit Bulut, Makedonya’ya giden Başbakan’ın uçağındaymış. Başka “muteber” arkadaşlarla beraber.
Kabinde Abidin Dino’ya inat resim çektirmişler, mutluluğun resmi misali. Arada da şu malum “Alman vakıflarının parası” konusunda bizzat Başbakan tarafından bilgilendirilmişler.
Hani şu ağır iddia: Almanya’nın vakıflar aracılığıyla PKK’yı beslediği ve bazı CHP’li belediyelerin bu işe aracı olduğu iddiası.
Kanıtlandığı takdirde ana muhalefete etkisi on kaset gücünde olacak iddia. Bu yüzden de insana biraz Deniz Feneri davasını karambole getirmek amaçlı olduğu hissi veren iddia.
Yiğit Bulut, iddiayı yükseklerde dinlemenin heyecanıyla, soluk soluğa yazmaktadır. “Benim araştırma ve düşüncelerimden yola çıkarak ve son gündemden de etkilenerek adını ‘Ergenekon’ olarak düşündüğüm yapılanma, Osmanlı’nın 1900’lü yılların başından 1919’a kadar etkisinde kaldığı Almanlar tarafından tesis edilen ‘iskelet’ üzerinde şekilleniyor.”
Bu uzun ve “pür heyecan” cümle bize şunu anlatmak istiyor: “Ergenekon da, bütün melanetler gibi ittihatçıların ve onların takipçilerinin işidir. Yani bugünkü muhalefetin. Vatanın hayrına ne varsa da itilafçılar ve onların takipçilerinin eseri. Yani bugünkü iktidarın.”
Kısacası, Bulut sayesinde olayı tekrar 100 senelik ittihatçı-itilafçı, yani Almancı-İngilizci çekişmesine bağlamış bulunuyoruz.
Hayırlı, uğurlu olsun!
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2011
Sivri topuklu kadınlar, kalbimize basa basa yürürler.
Bastıkları yeri kalp diyerek geçerler, tanımadan. Düşünmezler bıraktıkları binlerce yarayı.
Her adımlarında aynı acıyı çekeriz. Bize ait olmayacaklarını bilmenin sızısını. “Dur ey zaman, ne güzelsin!” diye bağıran Goethe gibi bağırmak isteriz arkalarından ama bir şey bizi tutar.
Sivri topuklu kadınların bastıkları yerler çok zor kabuk bağlar. O yaralardan damlamış kan ruhumuzun derinliklerinde yol yol izler bırakır.
Ruhumuz topuk seslerinin yankılandığı bir kubbeye dönüşür. Kalbimiz topukların gömüldüğü kırmızı bataklığa.
Bu kısacık bir ayindir. Kalbimize basarak yürüyen kadınlar acı verdiklerini bilir, yine de vazgeçmezler. Sanki canımızı yakarlarsa arşa yaklaşacaklardır.
Her tanrıça gibi gururlu ve acımasızdırlar. Bazen dönüp bakarlar bıraktıkları iltihaba. Hoşlarına gittiğinden midir bilinmez, gülümserler.
Sert olsak da kalbimiz yumuşaktır. Sivri topuklar her bastığında kan fışkırır içinden.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2011
Alain de Botton’un yeni çıkan “Ateistler İçin Din” kitabını okudum.
“Dini törenler, orada bulunanların başkalarıyla kurdukları sevgi bağlarını incelikle güçlendiren çok sayıda öğe ile doludur” diyor: “Ateistlerin de bu öğeleri görmeleri, uygun gördüklerini de seküler dünyada kullanmak üzere ayrıntılarıyla incelemeleri iyi sonuçlar verecektir.”
Kalben İslam alemine bağlı ama kafaca inanca uzak düşmüş biri olarak okudum kitabı.
İnanmayı bir türlü beceremese de medeniyetini seven, Müslümanlığı kültür olarak kabul etmiş, “umarım” yerine “inşallah” demekten hoşlanan biri olarak.
Çan sesinde hissetmediğini ezanda hisseden. Kilise korusu yerine Kuran okuyan bir ninenin mırıltısında huzur bulan. Ama yine de inanç işinde sınıfta kalan.
Hepimiz Müslüman’ız aslında.
Ateist bile olsak, ortak bilinçaltını şekillendiren kodlara doğuştan bağlıyız.
Aynısı Hıristiyan alemi için de geçerli. Ne ateistler gördük, aslında Hıristiyandılar. Alain de Botton itiraf etmiş: “Dinler içimizi saran yalnızlık hissiyle ilgili çok şey biliyor gibiler.”
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2011
Nereden nereye: “Arap Baharı” muhabbeti şu yarım aklıma 90’ların Doğu Avrupa’sını getirdi. Duvar yeni yıkılmış. küreselleşme at koşturuyor. Milletlerin mal varlığı satılıp savılıyor. Adına “demokrasi” diyorlar: Rusya’da, Polonya’da, Bulgaristan’da...
Türkiye ise direnmekte. Milli zenginlikler bir türlü peşkeş çekilemiyor. Çünkü ayıptır söylemesi, Türkler ulusalcı.
Hükümet bıraksa yargıdan, oradan sıyırsa milletten dönüyor. Sırf Mümtaz Soysal’ın iptal ettirdiği özelleştirmenin haddi hesabı yok.
İşte bu “sorunu” çözmek ve Türkiye’yi sisteme entegre etmek için basıldı düğmeye.
Etnik çatışmalar, 2001 krizi, AKP’nin doğuşu, Ergenekon davası... Hepsi bu “temizliğin” safhaları.
Önce Türkiye Cumhuriyeti’ni DNA’sındaki ulusalcılıktan “arındırmak” için din faktörü cilalandı. Sonra küresel sermaye bir gecede piyasadan tüyüp ekonominin göçmesini sağladı.
Derken AKP’nin güneş gibi doğuşunu izledik. Yani “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”nin.
“Yeni Türkiye” ulusalcı falan değildi. Sisteme kafadan entegre edilebilirdi. Ulus ve tarih bilinci kıt aydınların desteğiyle işlem tamamlandı.
90’larda Doğu Avrupa’nın yaşadığını biz 2000’lerde yaşadık: Her şey satıldı, sistem tarafından baştan formatlandı.
Bayram değildi, seyran değildi. Ama küresel sistem Türkiye’yi “öpmeye” kararlıydı. Karşı çıkanların layığı dışlanmak ya da mahpusluk oldu.
Şimdi “Arap Baharı” sarhoşluğundan yavaş yavaş ayılanlar da aynı şaşkınlığı yaşıyor işte. Olanlara vaktiyle Boğaz’a demirlemiş İngiliz zırhlılarına bakar gibi bakıyorlar: Tarifsiz hayretler içinde.
Özel adamların özel konseri
Rock camiasının nadide gruplarından Flört, bu gece Beyoğlu’ndaki Mask’ta sahne alıyor.
Gidenler Türkçe rock tarihinden damıtılmış bir olayla karşılaşacak. Hatta 70’lerin Rami’sindeki Tantana Kahvesi’nde olduklarını sanacaklar.
Derdi olan ve söylemekten tırsmayan Flört şarkılarının şahsen hastasıyım. Bana şu dünyada yalnız olmadığımı hissettiriyorlar.
Eğer siz de benim gibi Türkçe Rock’un yerinde saydığını falan düşünüyorsanız bu konsere gidin. Sonrasında ukalalık etmeden bir daha düşüneceksiniz.
tatlı Sözlük
Nostalji: İnsanın kendi gençliğini özlemesi.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2011
Tatlıses çiftinin nikâhta yaşadığı kontrat krizi, aklıma evlilikleri kurtaracak sihirli formülü getirdi. O formül ki, bir Alman milletvekili tarafından vaktiyle bulunmuş ama çağının ötesinde olduğundan kıymeti bilinmemiş.
İşte boşanmaların arttığı, çiftlerin yaralandığı, mutsuz evliliklerin masum yavruları örselediği günümüzde yuvaları ayakta tutacak formül: Evlilik 5 yıl olsun.
Davul zurnayla kutladığımız nikâh, 5 yıl sonra otomatikman düşsün yani. Karı-koca oturup “Tamam mı, devam mı?” diye müzakere yapsınlar.
İki taraf da geçen 5 yılın bilançosunu ve gelecek 5 yıl için beklentilerini masaya yatırsın.
Anlaşma sağlanırsa ikinci 5 yıllık kontrat imzalansın.
Böylece ne olacak?
Bir kere eşimizi çantada keklik olarak görmekten vazgeçeceğiz. “Kıymetini bilmezsem bu kesin imzalamaz bir dahaki kontratı” diyerek ayağımızı denk alacağız.
Sonra diyelim yanlış seçim yaptık, evlilik hüsran oldu. O zaman da “sayılı gün çabuk geçer” diyerek dişimizi sıkabiliriz. Nasılsa sürecin ucu kapalı.
Hatta sonsuza kadar aynı eve kısılmış olma psikolojisinin verdiği stres de ortadan kalkacağından, 5 yıllık kontratlar evliliklerin ömrünü uzatabilir bile.
Bir de bakmışsınız hayatınızın aşkıyla beşinci kez 5 yıllık kontrat imzalıyorsunuz.
Nasıl geçti onca yıl, anlamamışsınız.
Ya da zehir olmuş bir 5 yılın ardından kontratın bitişini kutluyorsunuz.
Ne mahkeme, ne dilekçe ne de avukat masrafı.
Tek mahsuru, boşanmayı tarihe gömeceğinden, avukatların ekmek kapılarından birini kapatacak olması.
Bu yüzden baronun karşı çıkması mümkün.
Bu fikri bulan Alman milletvekilinin kadın mı erkek mi olduğunuysa bir türlü hatırlayamadım. İnsan merak ediyor, “Böyle dahiyane bir fikir hangi cinsin aklına gelir?” diye.
Hıncal Uluç haklıdır
“Nuri Bilge Ceylan’ın son filmini tavsiye etmem” dedi ya, bir haftadır yönetmenin fanlarından Hıncal Uluç’a veryansın.
“Sen kim oluyorsun da beğenmiyorsun!” diyorlar: “Koskoca Cannes jürisinden daha mı iyi bileceksin!”
İyi de, Cannes jürisi dediğimiz zaten Nuri Bilge Ceylan’ın ana hedef kitlesi.
Üstadın filmlerini onların beklentilerine göre çektiği sır değil.
Haliyle, o jüride olmayan herkesin beğenmeme ve tavsiye etmeme hakkı var. Hıncal Uluç dahil. Yapacak bir şey yok.
tatlı Sözlük
Ushan Çakır: Bestelediği ezginin kurbanı.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2011
Başörtülü esas kız” tartışmamız, bir yere varamadan mundar olmuş bulunuyor.
Konuyu çarpıtarak buna neden olan arkadaşlara selam. Elleri dert görmesin.
“Dizilerde niye başörtülü esas kız yok?” şeklindeki soruyu bu arkadaşlar kasten “başörtülü kızlar niye dizilerde oynamıyor?” şeklinde yanlış anladılar.
Böyle yaptılar, çünkü işlerine böyle geldi. Yoksa aradaki farkı bal gibi biliyorlardı.
Doğru anlasalardı, acı bir sosyolojik gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaklardı. Mesela esas kızın başörtülü olduğu dizileri dindar kesimin bile izlemeyeceği gerçeğiyle.
İzlemeyeceklerdi, çünkü Fatmagül’ü ya da Hürrem’i tercih edeceklerdi. Başörtülü kızı azize gibi değil de gerçekten olduğu gibi görmek isteyen yoktu.
Baktılar konu buralara gidiyor, çaktırmadan eksenini kaydırdılar tartışmanın.
Soru “dizilerde niye başörtülü kız oynamıyor?” şekline sokulunca iş sıradan bir istihdam politikası sorunu gibi duruyordu.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2011
Ev kadını televizyonu hep başköşeye koyar. Misafirin oturması gereken yere.
Evinde ağırlamak isteyeceği dizi karakterlerini sever. Onun kahve yapmayacağı diziler reytinglerde çuvallar.
Ev kadını sektörün velinimetidir. Reytingi o belirler, mevzu ona göre seçilir. Onun sevdiği oyuncunun sırtı yere gelmez. Sevmediği ağzıyla kuş tutsa iflah olmaz.
Mesela “Bizimkiler” dizisi, arada oyuncuların ecelleriyle ölmesi dışında hiçbir olay yaşanmamasına rağmen bu sayede yıllarca sürebilmiştir.
Popüler edebiyat için de candır ev kadını. Zaten roman sanatı vaktiyle ev kadınları okusun diye icat edilmiş. İnanmazsanız Elif’e sorun.
“Aşk” efsanesinin sırrı, bir tür umutsuz ev kadını romanı olması. Umutsuzluğun pençesindeki Ella internette seksi sufiyle tanışır ve olaylar gelişir.
“Kendini bildi bileli durgun bir göl gibiydi Ella Rubinstein’in hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi. Nicedir tüm alışkanlıkları, ihtiyaçları ve tercihleri tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı; öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan.”
“Gündoğumundan Önce” filminde oğlan kıza “On yıl sonrasını düşün” der: “Birkaç yıldır evlisin. Aşkınız heyecanını yitirmiş. Bir zamanlar reddettiğin adamı düşünüyorsun. İşte o adam benim.”
Yazının Devamını Oku