Sibel Arna

Anneliğimin ilk yılı nasıl geçti

1 Ocak 2011
2009’un son aylarında anne oldum ben. 2010 benim için baştan sona yeni annelik... Birçok duyguyla bu yıl tanıştım. Endişe neymiş, sabır neymiş, korku neymiş, gerçek ve karşılıksız sevgi neymiş, Hanya-Konya neresiymiş bu yıl anladım Geçen sene yılbaşında Rüzgar dört aylıktı. Arkadaşlarıma söz vermiştim. Yılbaşı gecesi eğlenecektik. Sütler yedeklendi, uzun süredir ilk defa dudaklarıma alkol değecekti. Ama evdeki hesap çarşıya hiç uymadı. Bir yıldan fazla süredir hiç alkol almadığım için bir kadehle başım döner, hemen neşelenirim zannediyordum. Hiç öyle olmadı. Başım ağrıdı, tadım kaçtı, kasıldım kaldım. 12’yi biraz geçe de oğluma döndüm zaten... Bu yılbaşı ne olur onu bilmiyorum ama bu yazıda 2010 nasıl geçti onu değerlendirmek istiyorum:
* Bebek bezi değiştirme konusunda profesör oldum. Kaka püre kıvamında olsa da, bele bacağa bulaşsa da, yoğunluktan pipi görünmeyecek kadar kapansa da en fazla üç dakikada temizleyebiliyorum artık.
* Organik sebze ve meyveler nereden alınır? Hangi semt pazarındakiler daha az hormonludur? Güvenilir tarım yapan markalar hangileridir? Püreye brokoli koyduğun gün, kabağın oranı nasıl ayarlanır bana sorun.
* Hepsi böyle mi bilmiyorum ama Rüzgar yerinde duramayan bir çocuk. Altını değiştirmek için eline oyalanacağı bir şey vermek şart. Yoksa ters dönüyor, ayağa kalkmaya çalışıyor. Hatta bırakırsan çıplak bir şekilde evde koşturmaya, beş dakika sonra da önüne gelen yeri sulamaya başlıyor. Telaşla eline neler vermedim ki? Oyun kağıdı, bilgisayar mouse’u, burnundaki tatakları temizlediğim Otribebe’nin kordonu, pişik kremi, çay kaşığı, açık çaya batırılmış çay kaşığı, minik hayvancıklar... Bir keresinde tırnak makası verdim, burnunu kesti. Az kalsın bayılıyordum. Ama aylar geçtikçe Rüzgar’ı alt açma masasında oyalama konusunda da kendimi geliştirdim. Şimdi tuhaf sesler çıkararak, komik şarkılar söylediğimde kıpırdamıyor, bakakalıyor!
* 2010 pek çok ilke tanık olmakla geçti. İlk sözcükler en keyiflisiydi. Hele o “anne” yok mu? Sonra ilk adımlar... Tanrım evin içinde koşturarak yürümeye başlaması için nasıl da sabırsızlandım. Ne bileyim o minik adımların bana hayatımın en büyük korkularını yaşatacağını. Evin en yüksek noktasına tırmanıp, kafa üstü atlamalara kalkışacağını...
* Günler film izlemeden de geçti, bir pazar hiçbir gazeteye bakmadığımda kıyamet kopmadı, şehrin yeni açılan en ‘in’ gece kulübünü altı ay sonra gördüğümde daha bir cool oldu. Bu yıl benim için sürüden ayrı geçti.
* Diğer taraftan başka bir sürüye dahil oldum. Ama bu taraf daha huzurlu inanın. Bizim buralarda öyle küçük şeyler sorun değil artık, şükür etmek en büyük nimet, çekirdek gibi hak yenmiyor, nazar en korkulan, dualar hep yardımcı...
* Kesinlikle uykusuz geçti. Uyku problemimizi hala çözebilmiş değiliz. Ben kural koymaya, rutin oluşturmaya çalıştırdıkça o daha çok coşuyor. 10 dakikada bir uyanıp “anneee” diye bağırmaya başlıyor.
* Artık kendime daha çok güveniyorum. Eskiden talihsizlikler birbiri ardına geldiğinde “Teker teker gelin ulan” diye geçirirdim içimden... Şimdi işler ne kadar kötü giderse gitsin, oğlum var ya, vız geliyor tırıs gidiyor.
* Bu yıl mucizelere her zamankinden fazla inandım. “Bebek nasıl çocuğa dönüşür” konulu belgesel bizim evde çekildi. İzlemek de oynamak da çok büyük keyifti. Rüzgar, çocuklaştıkça aramızdaki bağ güçlendi. Oyunları, uykuları, uykusuzlukları, mamaları, kakaları paylaştıkça çoğaldık. Babası hiç kızmasın ama oğlumla aramda çok farklı bir şey olduğuna inanıyorum. En azından şimdilik!

EN ANLAMLI YILBAŞI HEDİYESİ

En güzel, en anlamlı yılbaşı hediyesini bir PR ajansından aldım. Global Hill&Knowlton’a buradan çok teşekkür ediyorum. Gönderdikleri mailde şunlar yazıyordu: “Değerli dostumuz Sibel Arna; her yeni yıl, yeni umutları da beraberinde getiriyor. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü Neonatoloji Bilim Dalı uzmanları, üniversite bünyesindeki Yeni Doğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde prematüre veya sorunlu dünyaya gelmiş bebeklerin hayata tutunması için var güçleriyle çalışıyor. Geçen yıl bu ünite ve ekibi sayesinde evlerine gidebilen, dahası isim konulabilen bebek sayısı 350’ye ulaştı. Bu sayı 2011 yılında artsın, bu yıl daha da fazla bebeğe ve ailesine umut olunabilsin diye üniteye verdiğimiz desteğe devam ediyoruz. Yine sizlerle birlikte... Prematüre doğan bu bebeklerin çoğu soluk alabilmeleri için vantilatör solunum desteği alıyor, kimilerine sarılıkları için fototerapi uygulanıyor. Çok küçük olduklarından üşümemeleri için kuvöz içinde yatıyorlar. Nabızları, solunumları monitörle izleniyor. Enfeksiyondan korunmak için laboratuvarlara gönderilmiyorlar; ünite içinde taşınabilir USG, EGK, EEG cihazları kullanılıyor. Bu üniteye yolu düşen her bebeğimizin diğerlerinden bir farkı kalmaması temennisi ile adınıza, Anne ve Bebek Sağlığı Vakfı’na bağışta bulunduk. 2011 yılının size ve sevdiklerinize mutluluk, sağlık ve bereket getirmesi dileğiyle...”
Yazının Devamını Oku

İçimden çıktı, dışıma yapıştı

25 Aralık 2010
Rüzgar 16 aylık oldu. Ve bu 16 ayda her geçen gün daha çok benim oldu. Günde 350 kere anne dediği, suratına bakmayınca yanağımı çevirip kocaman gözlerini daha da açarak ‘anneeee’ diye bağırdığı günler geldi. Şükürler olsun! Yataktan yeni kalkmışım, suratım sirke, saçlar tel tel, gözler, dudaklar şiş... Yatak kıyafetimin sağı solu kaymış, üstüme acele geçirdiğim sabahlık en sıcak tutanından.... Ayaklarımda topuklu değil, tabii ki pofuduk terlikler var. Ama Rüzgar beni görünce, kucağıma öyle bir atlıyor ki sanırsınız Angelina Jolie uyandı.
O minik ellerini doluyor, küçük kafasını boynuma gömüyor, ısırıyor gibi yapıyor. Dişlerini batırıyor ama ısırmıyor. Son numarası bu!
Annelik gerçekten yarı delilik. Çünkü o böyle yaptıkça ben kendimi şahane hissediyorum. Beni biraz da annem gaza getiriyor: “Bu çocuk sana bakarken gözlerinin içi bir başka parlıyor” diyor. Egom tavan! Başka hiçkimsenin bana iltifat etmesine gerek yok. Rüzgar için güzel ve vazgeçilmezim ya, yeter!
Eskiden kucağımda iki saniye oturmayan çocuk artık daha çok oturuyor. ‘Annenin gözü nerde, Rüzgar’ın burnu nerde, aaaa buradaymış oyunu’nu on dakika oynayabiliyoruz mesela. Ben aferin dedikçe, cilveli cilveli gülüyor. Vallahi bu çocuk benimle flört ediyor.

ÇOCUK BU SEVER DE DÖVER DE

Ama diğer yandan büyük heyecanlar yaşıyor, büyük tepkiler veriyor. Geçen gün kucağımda oynarken dudağıma sağlam bir kafa attı mesela...
Anında ağzımdan kanlar boşandı ve inanmayacaksınız üst dudağımdan minik bir et parçası koptu. Hemen yere indirdim, kanları görmesin diye ağzımı kapatmaya çalıştım ama gördü, ağlamaya başladı. Bu yaşta bir çocuğunuz varsa refleksleriniz sağlam olmalı, kafanın geleceğini önceden hesaplamalısınız. Ben bu konuda amatörüm. İnşallah gelişeceğim. Annesinin gözüne oyuncak dinozorun kuyruğunu sokan çocuklar var mesela, her türlü tehlikeye hazırlıklı olmalıyız. Çocuk böyle bir şey. Bir saniye önce sana şehvetle sarılırken bir saniye sonra dudağına kafayı atıverir! Şaşırmayın.
NOT: Çok şükür Rüzgar iyi. Doktorumuzun tahmini tuttu, minik kırmızı döküntüler döktü... Altıncı hastalığı geçirdi, bitti. Sırada kabakulak, su çiçeği falan filan var. Çok korkuyorum, mesaj atan, merak eden herkese çok çok teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku

İlk ateş fena yakıyormuş dostlar

18 Aralık 2010
Beş gündür Rüzgar’ın ateşini düşüremiyorum. Derecedeki 39 küsürlü rakamları gördükçe delirecek gibi oluyorum. Arkadaşlarım bunun 41’i 42’si de var diyorlar, düşünmek bile istemiyorum Geçen hafta bugün. Yani Cumartesi... Evden çıkarken bir şeyciği yoktu. “Anneciğim (Evet ben de çocuğuyla anneciğim diye konuşan kadınlardanım. Bazılarına çok antipatik geliyor biliyorum ama benim çok hoşuma gidiyor. Ben anneciğim dedikçe o anne demiyor mu, içim çağlıyor) ben bir koşu gidip mambo yapıp geleceğim” dedim. El salladı, öpücük bile yolladı arkamdan. Gittim, Yok Böyle Dans’ta mambomu yaptım eve geldim.
Ben geldikten yarım saat sonra gece sütünü içmek için uyandı. Sütü hazırladım, odasına girdim, yatağına eğildim ve Rüzgar’ın inlediğini fark ettim. Dokunduğumda ne kadar sıcak olduğuna inanamadım. Koltuk altından ateş çıkıyordu resmen...
Alnı, boynu yanıyordu. Böyle bir şeyle ilk kez karşılaştığım için paniğe kapıldım. Hemen ışığı açtım, elma gibi kızarmış yanaklarını o zaman gördüm. Titreyen ellerimle derecesini aldım ve kulağına soktum. Sonuç 39,2! İnsan gerçekten önce bir ‘haydaaaa’ oluyor, sonra ‘nasıl yani’ demeye başlıyor. Arkasından ‘neden, neden’ diye saçmalıyor.

OYUN OYNUYORUZ ZANNEDİYOR

Hemen doktorunu aradım. Parasetemollü bir şurup ya da fitil vermemi, sabaha kadar da takip etmemi söyledi. Bu arada Rüzgar şaşkın ama gülen gözlerle bana bakıyor. Işıklar açıldı ya, sabah oldu oyun vakti geldi zannetti. Şurubunu da içince uykunun bittiğine iyice karar verdi. Koltuktan ya da kucağımdan inmek için debelenmeye başladı. Hedef salon ve oyuncaklar!
Ben bu arada elimde telefon internetten ateş hakkında bir şeyler okumaya çalışıyorum. Çocuk doğurmadan önce bu tip konularda kursa giden anneleri ayakta alkışlıyorum. Benim son dakikacılığım, yumurta kapı derneği yönetim kurulu başkanlığım anneliğimde de sürüyor, kendimden nefret ediyorum.
Ben bu yazıyı yazarken, ki günlerden Perşembe, Rüzgar’ın ateşi hala ilaçlarla kontrol altında. Dün ilacı keselim dedik, 39,2’yi tekrar gördük. Doktora gittik tabii. Kan tahlili falan da yaptırdık. Viral bir durum var ama ne, henüz belli değil. Son zamanlarda hiç kimseyle mesajlaşmadığım kadar doktorumuz Raif Üçsel’le mesajlaşıyorum. Gece beş-altı fark etmiyor. Umarım kısa zamanda geçecek ya da en azından ne olduğu belli olacak. Dua edin, olur mu?

ÇOCUKTA ATEŞ ÇIKINCA NE YAPMALI

İhtiyacı olanlar için okuduğum ve işime yarayan bilgiler şöyle:
1. Öncelikle çocuğun bulunduğu ortam serinletilmeli, 21-22 derecede tutulmalı.
2. Çocuğun üzerinde hafif ve gevşek giysiler olmalı.
3. Islak bezlerle kompres yaparak vücut serinletilmeli.
4. Ateş, vücutta sıvı kaybına yol açar, bu sebeple bol sıvı verilmeli. Örneğin; su, meyve suyu, çorba, bitki çayları...
5. Doktorun önerdiği ateş düşürücü şuruplar çocuğun yaşına ve kilosuna uygun olarak verilmeli.
6. Ilık suyla banyo yaptırılmalı. Ilık banyo ateş dürücü etkiye sahip.
7. Burası çok önemli. Çok yüksek ateşi olan çocuğun elleri ayakları soğuk olabilir. Bu durumda anne-babalar ateşi olmadığını düşünerek yanılabilir. Ateş, mutlaka dereceyle ölçülmeli. Eller ayaklar soğuk olsa da vücutta ateş yüksek olabilir.

BUNLARA MUTLAKA DİKKAT EDİN

1. Ağır karaciğer hasarına yol açabileceğinden, çocuklarda ateşli hastalık sırasında ateş düşürücü olarak aspirin verilmemeli.
2. Alkol veya sirke sürmek yanlış bir uygulama. O an için ateşi düşürebilir ama alkol damarları genişletip daraltacağı için ateşin daha da yükselmesine yol açabilir.
3. Müdahale ederken çocuk ağlatılmamalı. Ateşi daha fazla çıkabilir.
4. Üstüne kalın giysiler giydirilmemeli. Bu, vücudun ısısını daha da yükseltir. Üzeri kalın battaniye, yorgon, vb. şeylerle örtülmemeli.
Yazının Devamını Oku

Dördüze hamile kalıp tek doğurmak

11 Aralık 2010
En yakın arkadaşımın oğlu oldu. Ama ne oğlan! Tam bir kahraman. İsmi Tibet. Anne rahmine düştüğünde tam üç kardeşi vardı. Doğduğundaysa yalnızdı O benim en eski ve en yakın arkadaşım. Ortaokulun ilk gününden beri benimle... Hayatım boyunca yokluğunu bir an olsun hissetmedim. Binlerce kilometre uzağımda olsa da, aylarca sesini hiç duymasam da, beni hiç tek bırakmadı. Bırakmazdı.
Benden altı ay önce evlenmişti. Çocuk için hiç acele etmediler. Zamana bıraktılar. Sonra baktılar o zaman akıp gidiyor, bir şeyler yapmak lazım diye düşündüler, yaptılar.
Mikro enjeksiyon yöntemiyle hamile kaldı. Hemen de tuttu. Aşılama olduktan iki hafta sonra, “Hamileyim” diye aradı. Rüzgar daha altı aylık ya vardı ya yoktu. Havalara uçtuk tabii... Ne bilelim başımıza gelecekleri!
Bir-iki hafta sonra ilk kontrol sırasında Mine, karnındaki bebeğin bir değil üç tane olduğunu öğrendi. Bir hafta sonra yoğun kanamayla doktora gittiğinde “Biri düşmüş ikisi kalmış” cevabını aldı. Bir hafta sonra ikinci bir kanama olunca yüreği ağzına geldi. Yoksa bir düşük daha mı yapıyordu? Doktorunu aradı bulamadı, evine en yakın bir üniversite hastanesinde ilk kez karşılaştığı bir jinekolog, muayene sonrası ona hayatı boyunca unutmayacağı bir cümle kurdu: “Kanamanız normal çünkü şu an içinizde atan üç kalp var! Hormonlarınız yetersiz kalıyor.” Nasıl olabiliyordu bu? Ama daha bir hafta önce doktoru bir düşük yaptığını söylemişti. Yani aslında dördüz hamilesi miydi? Neeeeeeeeeeeeee!!!!!! Şok, şok, şok!!!

ACI GERÇEKLER TOKAT GİBİYDİ

Böyle bir habere sevinilir mi, sevinilmez mi? Biz önce sevindik sonra üzüldük, çünkü doktorların söylediği acı gerçekler tokat gibi yüzümüze çarptı. Her şeyden önce Mine’nin kalp kapakçığındaki problemden dolayı bırakın üçüz, ikiz bebek bile taşıması çok riskliydi. İkincisi böyle bir problem olmasa bile üçüz bebeklerin hepsinin sağlıklı olarak dünyaya gelebilme olasılığı yüzde otuzlardaydı. Büyük olasılıkla doğum daha altı ay dolmadan gerçekleşecek ve bebekler yoğun bakımda yaşam mücadelesi vereceklerdi.
Bu arada tiroid hormonları çoğul gebelikten dolayı daha fazla çalışıp tüm dengesini bozmuştu. Peki çözüm neydi? Henüz cenine dönüşmemiş embriyoların kalbi redüksiyon yöntemiyle anne karnında durdurulacaktı. Redüksiyon işlemi çok kolay gözükse de mutlaka bu konuda uzmanlaşmış bir doktorun yapması gerekliydi. Tüm dünyada olduğu gibi İstanbul’da da çoğunlukla bu işi yapan uzman doktorlar vardı. Hep birlikte onlardan birine gittik. Doktor Bey bize önce işlemin ne olduğunu ve risklerini anlattı. Kalbi durdurulacak bebeği neye göre seçtiğinden bahsetti. İçlerinden en sağlıklı olanı bırakmaya çalıştığını söyledi. Onun işi kahraman bebeği seçmekti.

KALBİ DURANLARA NE OLDU

Bu noktada hepimiz aynı şeyi merak ettik: Peki kalbi duran embriyolara ne oluyordu? Şu cevabı aldık: “Vücut doğal bir seleksiyonla onu eritiyor ya da doğum anında vücuttan atılıyor. Ama doğuma kadar orada dursalar bile bebeğin sağlığını hiç etkilemiyorlar.”
Sonra her şey olması gerektiği rutinde yapıldı. Geriye bir tek kalp atışı ve embriyo kaldı. Onun da tutup tutmayacağı kesin değildi. Her şeyin yolunda gittiğine emin olabilmek için en az iki üç hafta beklemek gerekiyordu. Ve çok şükür her şey yolunda gitti. Mine üç hafta sonra gönül rahatlığıyla “Ben hamileyim” diyebildi ve bebeğine kavuşacağı günü beklemeye başladı.
Hamileliğinin 39. haftasında normal ve çok rahat bir doğumla kavuştu oğluna... Orta Asya’da Tibet halkının anavatanı bölgeyi ona isim olarak verdi: Tibet. Tibet ortalama 4.900 metrelik yükseltisiyle ‘Dünyanın Çatısı’ diye tanınıyor biliyorsunuz. Birleştirici ve toparlayıcı bir güce sahip. Bizim minik de öyle, inanın. Annesinin karnında olduğu süre boyunca bizi pozitif düşünme konusunda birleştirdi, toparladı. Mutlu sonlara inancımızı pekiştirdi. Ama bu noktada annesinin hakkını teslim etmem lazım. Mine bu hikayenin hiçbir noktasında ayılıp bayılmadı, depresyona girmedi, durumu bir trajediye çevirmedi, kendini mağdur ve zavallı ilan etmedi. Aksine hep sağlam durdu, aile büyüklerini teselli etti, her şeyin iyi olacağına inandı.
Zaten benim tanıdığım en güçlü kadındı. Tacını kimselere kaptırmadı.
Yazının Devamını Oku

Eşek sehpa, pis duvar ve kaka masa

4 Aralık 2010
Geçen haftalarda cısss, bıcı bıcı, atta üzerine yazmıştık. Bu hafta sırada eşek sehpa, pis duvar ve kaka masa var. Rüzgar üçünden birine kafa attığında ne yapmalıyım, öğrendim Galiba önce annem yaptı. Rüzgar tökezleyip kafasını sehpaya çarptığında ‘eşek Sehpa’ diyerek bir güzel sehpayı dövdü. İki-üç kereden sonra Rüzgar tekrarlamaya başladı. Canını acıtan her neyse o minik elleriyle seri tokatlar atıyor şimdi. Bazen duvarı, bazen masanın kenarını, bazen de oyuncağını dövüyor. Geçen gün hızını alamayıp bacağıma kafa attığında ve sonrasında hırsla bacağıma vurmaya başladığında durumun vahametini anladım. Sorun benim bacağıma vurması değildi tabii ama bunu tanımadığı birine, bir başka çocuğa da yapabilirdi. Göz göre göre hata yapmak diye, buna denir diye düşündüm.
“Rüzgar’a suçu kendinde değil, olmadık şeylerde aramayı 15 aylıkken öğrettik. Bravo bize” diye tepki gösterdim. Buna bir son vermeliydik! Önce işin uzmanını aradım. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Türkay Demir’e telefonla ulaştım. “Hatalıyız değil mi?” diye sordum. Ve hiç beklemediğim bir yanıt aldım: “Hata yaptığınızı sanmıyorum. Bir kere bu işin tek bir doğrusu olmaz. Çocuk yetiştirmek gün içinde onlarca kere buna benzer şeyler yapmaktır. Önemli olan çocukla, sehpaya eşek deyip onu döven arasındaki duygusal bağ. Eğer o bağ gerçekten kuvvetliyse bu bir hata değil. Aksine bunu yaparak çocuğunuzun üstünden taşıyamayacağı bir sorumluluğun yükünü almış oluyorsunuz.”

ÖNEMLİ OLAN DUYGUSAL BİR BAĞ KURMAK

“Aaa nasıl yani?” dedim; “Rüzgar büyüyünce suçu başkalarına atan, kendini hep haklı gören bir erkek olmayacak, öyle mi?” Hayır, olmayacakmış... “Önemli olan onu daha 15 aylık bir çocuk olduğunu unutmamak” diyor Demir: “15 aylık bir çocuğun ruh dünyası henüz tam anlamıyla gelişmemiştir. Ondan erişkin tepkileri beklemek çok yersiz. Eğer canı acıdığında duvarı ya da sehpayı suçlamak zayıf egosuna iyi geliyorsa yapılabilir. Aynı şekilde ‘öpeyim de geçsin’ denilebilir. Asıl gereksiz olan öpmekle geçmeyeceğini şimdiden öğrensin, diye düşünmek. Erişkin zihnini çocuk beynine nakledip, öyle davranamazsınız. Nasıl olsa büyüyecek ve gerçekle gerçek olmayanın ayırdına varacak. Üç-dört yaşından sonra, ‘Hızlı koştuğun için düştün’ derseniz anlayacak. Bu yaşta önemli olan kafasını vurduğundaki acıyla baş etmeyi öğretmek. Bunu sehpa döverek yapıyorsa, varsın yapsın. Ama biliyorum günümüzde bu düşünce pek satmıyor. Bazı uzmanlar 15 aylık da olsa, doğrunun yanlışın gösterilebileceğini söylüyor. Hiç katılmıyorum. Çocuk yetiştirmenin en önemli kodu duygusal bir bağ kurmak. Her eğitimin bir yaşı var. Onun da zamanı gelecek. Bekleyelim ve sabredelim.”
Demir’in sözleri karşısında şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor ama çok çok rahatlıyorum. Ne kadar da haklı değil mi? 0-3 yaş arasındaki çocuğa yetişkin gibi davranmak gerçekten gereksiz. Demir, bu yaş grubu için eğitici oyuncakların da çok gereksiz olduğunu düşünüyor. Ama ne yazık ki bugünün oyuncaklarının tümü eğitici! Matah ve doğruymuş gibi hepsinin üstünde yazıyor. Türkay Hoca soruyor: “Bunların sadece eğlendirici olanı yok mu yahu! Adı gibi sadece oyuncak olanı?”

NOT: Doç. Dr. Türkay Demir; eşek sehpa, pis duvar ve kaka masa demenin zorunlu olmadığının da altını çiziyor. Önemli olan çocuğumuzun duygusunu anladığımızı onunla paylaşmak. Bunların yerine “Evet şu anda sehpaya çok kızdın. Evet duvar senin canını acıttı da” diyebiliriz. Tercih sizin.
Yazının Devamını Oku

Rüzgar laboratuarda

27 Kasım 2010
Bir yaşına gelen her çocuktan doktoru bir kan ve idrar tahlili istiyor. Tamamen kontrol amaçlı. Bizden de istemişti. Ha bugün ha yarın derken 15. aya kadar geldik. Nihayetinde geçen hafta gidebildik. Rüzgar çişini yapsın diye bu kadar çok çabalayacağımı, kanını alırlarken kanımın çekileceğini hiç tahmin etmezdim Çişini alabilmek için Rüzgar’ın pipisine prezervatif benzeri bir torba bağlıyorlar önce...
15 aylık olsa da bizimki her erkek gibi pipisinin kıymetini biliyor. Altını her açtığımda eli önce oraya gidiyor ve ‘bibi’ diyor. ‘Evet oğlum pipi” diyorum.
Sanki ben ‘Evet pipin yerinde duruyor’ demişim gibi rahatlıyor ve elini çekiyor. Laboratuarda başında üç hemşire varken altını açmak hiç kolay olmadı tabii. İlgisini başka bir yöne çekmek için eline boş tahlil kabı, şırınga ve bilimum steril laboratuar malzemesi verdim. Her biri onu iki saniye rahatlattı.
En sonunda hemşirelerden birinin getirdiği kırmızı oyuncak araba sayesinde diğer hemşire pipiye torbayı bağladı.
Bağladı, ben de o karambolde bezi torbanın üzerine kapattım ama ne içindeki tişörtü çıtçıtlayabildim ne de pantolonunu giydirebildim. Hemen doğruldu, sedyeden kendini attı ve odayı terk etti. Altı kaval üstü şeşhane vaziyette laboratuarın bekleme bölümünde aldı soluğu...

HAZİNE GİBİ ÇİŞ

Çocuklar için yaptıkları oyun bölümünde duran koca ayıya sığındı. Gitti yere yanına çöküverdi. Ben de ayı ve Rüzgar’ın yanına çöktüm tabii. Ve kara kara düşünmeye başladım: Kan aldırmak için Rüzgar’ı o odaya nasıl geri sokacaktım? Önce biraz sakinleşti. Ayıyla, tavşanla, maymunla oynadık.
Beş dakikada bir bezin kenarından çişini yapmış mı diye baktım. Yapmadığını gördükçe biberonla su içirmeye çalıştım. Hayalimdeki çiş damlacıklarına 25 dakika sonra kavuştum. Bizimkinin torbayı doldurduğunu görünce sevinçle hemşirelere koşup “Yaptı, yaptı” diye bağırdığımı hatırladıkça hala gülüyorum.
Gerçekten annelik baştan sona yarı maymunluk gibi bir şey. Sevindiğim şeye bakar mısınız? Sanki yan bahçede petrol buldum...
Arabayı getiren hemşire geldi, yatırmak mümkün olmadığı için, ayakta dururken bezi açtı ve torbayı çıkardı ve içeri götürdü. Rüzgar bu durumdan hiç memnun olmadı. Zannedersiniz hemşire çişini değil, pipisini götürdü, bir bozuldu ki anlatamam.

KAN ALDIRMA ÇİLESİ

Sıra gelmişti kan aldırmaya. Kan aldıkları koltuğa önce ben oturdum, onu da kucağıma oturttum. Görevim gözünü kapatmak, koluna iğne batırdıklarını göstermemekti. Kolunu bacağını tutmak odadaki üç hemşirenin göreviydi. Çok ama çok zordu. Onun kanını alırlarken benim kanım çekildi.
Tabii ki çok ağladı. Benim ona nasıl böyle bir şey yapabildiğime hiç anlam veremedi. Laboratuarı içini çeke çeke terk etti. Eve döndüğümüzde beni babaannesine, dedesine, anneannesine ve dayısına kısaca her gördüğüne sırasıyla şikayet etti. Önce bezini tuttu, sonra kolunu gösterip ‘uuuuuuuuuu’ dedi.
Öğlen uykusuna dalarken hep kolunu tutuyordu. Hiç unutmayacak zannettim ama uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Çok şükür!

NOT: Bu yazıyı okuyan bazı deneyimli anneler konuyu büyüttüğümü düşünebilir. “Aman bu kadında her şeyi ne çok abartıyor” diyebilir. Bütün samimiyetimle söylüyorum, çok haklısınız... Amatörlüğüme verin olur mu? Beterin beteri olduğunu, bebeği ağızdan ilaç kabul etmediği için günde üç kere şırıngayla ilaç vermek zorunda olan anneler olduğunu biliyorum mesela... Allah hepsinin yardımcısı olsun. Bir an önce yavrularına şifa versin. Ve hiçbir anneye bu duyguyu yaşatmasın.
Yazının Devamını Oku

Bıcıbıcı, atta ve cıss üzerine

20 Kasım 2010
Uzmanlar hiç önermiyor. Cıss yerine uzun uzun ellemiyoruz, bıcı bıcı yerine şimdi banyo yapıyoruz demek gerektiğinin üstünde duruyorlar. Ama uygulamaya geldiğinde o iş öyle kolay olmuyor Uzun süre cıss dememek için direndim. Elektrik prizine parmağını her sokmaya çalıştığında “ellemiyoruz oğlum” deyip ilgisini başka bir şeye çekmeye çalıştım. Ama gelgelelim aynı prize günde 85 kere aynı hareketi yapmaya başladığında kırkıncıda mı kırk beşincide mi hatırlamıyorum, ağzımdan çıkıverdi: Cısss. Önce şaşırdı, cıss da ne demek anlamaya çalıştı. Sonra durdu. Anladı. Belki de cıss derken vermem gereken negatif mesajı doğru verebildim, ellemiyoruz oğlum derken gerektiği kadar sert olmayı bir türlü beceremiyordum çünkü...
Ne de olsa ben de cıssla büyümüş bir neslin evlatlarındanım. Ve o gün cıss demeye karar verdim. Cıss benim için cıss değil artık. İkinci günün sonunda Rüzgar da cıss demeyi öğrendi hem. Artık ellememesi gereken yerleri ellediğinde benden önce dudaklarını uzata uzata cıssss diyor.
Sonra arkasından bıcıbıcı geldi. Baktım banyo yapmak istediğinde elini kafasına götürüm “aooaooaooo” gibi garip sesler çıkarıyor. Bıcıbıcı deyiverdim. Onu da hemen kaptı. Artık günün belli saatlerinde, özellikle banyonun önünden geçerken “bıdıbıdı” diyor. Ben de akşama yapacağız oğlum uyumadan hemen önce, diyorum. Ne zararı var bunun? Hepimiz bir dönem suya bu demedik mi?
Dışarı çıkarken atta da diyorum, uykuya eee eee dediğim de oluyor. Uzmanlar hiç önermiyor. Konuşmasının gecikeceğini söyleyenler var. Ama bu yolla beni hemen anlıyor, tekrar ediyor, derdini anlatıyor. Annemler biriktirme devresinde olduğunu, üç-beş aya kalmaz paldır küldür konuşacağını söylüyor. Anne, baba ve mamanın dışındaki sözcüklerini heyecanla bekliyorum.

Atlara meraklı çocuklara bir öneri

Dört kitaplık bir çocuk serisi önermiştim sizlere...
İsmi ‘Sinan At Biniyor’. Sinan on yaşlarında İstanbul’da bir apartman dairesinde yaşayan milyonlarca çocuktan biri. Tüm hayvanları özellikle de atları çok seviyor. Büyüyünce veteriner olmak istiyor. Atlarla ilgili bulabildiği bütün kitapları okuyor ve Atlara Fısıldayan Adam filmine bayılıyor. Sinan’a doğum gününde teyzesi binicilik kulübünde at binme dersi hediyesi alır. Böylece Sinan ve sihirli bir at olan Tulpar’ın hikayesi başlar. Atları ve binicilik sporunu tanıtan bu kitap serisinde atlarla insanların ortak tarihleri, binicilik terimleri, atların doğaları, tımar, binicilik sporları ve geleneksel atlı sporlarımız hakkında temel bilgiler var.
Atçılık tarihimiz açısından önemli bazı büyüklerimizin adlarının çeşitli karakterlere verilerek hatırlatılması düşüncesiyle de hazırlanan kitaplar, öncelikle çocuklar olmak üzere; at sevgisi olan, at binmek isteyen veya yeni başlamış herkesin faydalanabileceği bir kaynak niteliğinde. İçeriğini 45 yıldır at binen Sinan Apa ve 25 yıldır at binen Kerem Alptemoçin hazırlamış. İllustrayonları da Emre Erdur yapmış. Atlara meraklı bir çocuğunuz varsa kaçırmayın.
Yazının Devamını Oku

Rüzgar Ali Baba’nın Çiftliği’nde

13 Kasım 2010
Rüzgar’ın sadece kitaplar ve oyuncaklarda gördüğü koyunla, kuzuyla, keçiyle ve inekle karşı karşıya geldiği anları anlatamam. Heyecandan ve şaşkınlıktan ağzını kapatamadığı, hatta ağzından suların aktığı oldu. Benim için paha biçilmezdi!

Çok değil bundan bir ay önce, evden çıkmak çok zordu benim için. Rüzgar ağlar, bacaklarıma yapışır, kucağıma tırmanır bırakmak istemezdi. Artık alıştı. O minik elini sallıyor, hızlı bir öpücük gönderiyor, “baaaa, baaa” diyor ve kapıyı suratıma kendi kapatıyor. Kapının arkasında öylece kalakalıyorum! Durumum o kadar fena...
Kapıyı suratıma yedikten sonra hayatımın en büyük ikilemini yaşıyorum. Bir tarafım her şeyi bırakıp evde kalmamı söylüyor, diğer tarafım gitmenin doğru olduğunu. Kapıya kulağımı dayadığımı, asansörün önünde dakikalarca durduğumu biliyorum.
Her şeyi bırakan arkadaşlarım var. Çocuğu olduktan sonra çalışmaya ara verdiler. Ve o aranın sonu hiç gelmedi. Çocuklar okula başladıktan sonra anladılar yaptıkları hatayı... Bunları biliyorum. Ama yine de Rüzgar’ın en kıymetli zamanlarını kaçırdığım için tarifi mümkün olmayan bir vicdan azabı çekiyorum.
Deneyimli annelere hep aynı soruyu soruyorum: “Bu yetersizlik hissi hiç geçmeyecek değil mi?” Hep aynı cevabı alıyorum: “Hiç!”
Ağzına giren her lokmanın sorumlusu benim ya, onun için seçtiğim peyniri bile kırk kere sorguluyorum. Sebzesindeki kabak, meyvesindeki armut hormonlu değildir inşallah diye dua ediyorum. Elimden başka ne gelir? Sözde hepsinin üzerinde organik diye etiket var ama bu devirde buna ne kadar güvenilir bilmiyorum. Sonra oyuncaklar... Ne kadar gerekli? Köylerdeki çocuklar iki taş, iki sopayla oynarken 12-18 ay zeka geliştiren oyuncaklara gerek var mı? Topu delikten geçirdiğinde sevinmeli miyim gerçekten? Üstüne basınca meee’leyen plastik kuzulardansa, canlı kanlı kuzuları görmesi gerekmez mi?

ADETA HAYVANAT BAHÇESİ
 

Yazının Devamını Oku