Sibel Arna

Rüzgar iiirr yaşında!

11 Eylül 2010
Oğlum bir yaşına bastı. Ömrümün en sersem, en yorgun, en dingin, en ahmak, en mutlu, gerçekle rüya arasındaki çizginin en kısa olduğu, en farklı, en çakıl taşlı, en öğrenci, en anlamlı bir yılı geride kaldı Hastanedeki ilk günüm daha dün gibi oysa. Karnımda kelebeklerin uçuşmaya başladığı, ağzımın kulaklarıma vardığı, içimin büyük bir huzurla kaplandığı ilk gün. Hiç kimsenin üzerinde ahkam kesemediği, ömür biçmeye cesaret edemediği büyük aşkımla tanıştığım mucize gün. Ve şimdi üstünden bir yıl geçti. Ne çok şey değişti...

53 santimlik küçücük şey artık bacaklarıma tırmanabiliyor. Çok uzadı, çok ağırlaştı. Anne, anne diye arkamdan emekliyor. Fırsatını bulduğunda boynumu, elimi, kolumu hatta bacağımı ısırıyor. Ben bu satırları yazarken o oyun parkının içinde kendi kendine oynuyor. İnanmayacaksınız ama, bu ilk defa oluyor. Çünkü ilk defa ben buna mecbur kaldım. Evde başka kimse yok ve bu yazının bir an önce bitmesi şart, hiç kaçarı yok! Demek ki neymiş istenince oluyormuş. Her şey annenin kararlı ve rahat gözükmesine bağlıymış.

ÖĞRET ÖĞRETEBİLİRSEN

Başka neler mi değişti? Rüzgar kaç yaşında diye sorunca ‘iiirr’ diyor ve işaret parmağını havaya kaldırıyor ya, bir tek bu hareketi bile artık hayatımda yepyeni bir sayfa açıldığını söylüyor. O artık bebek değil. Ailesini tanıyor, olup biteni anlıyor, talepte bulunuyor, derdini anlatmaya çalışıyor. Daha da önemlisi ne öğretirsem onu alıyor, havada kapıyor. Kocaman bir sünger gibi bendeki bütün suyu çekiyor. Oğlum bak bu kedi, miyav diye ses çıkarıyor dersem öğreniyor. Demezsem sadece bakıyor. Bakar mısınız, sorumluluğum ne kadar artıyor. Doyur, altını temizle, biraz oynat, uyut dörtlüsünden çok farklı bir faza geçiyoruz. Öğret öğretebilirsen dönemi başlıyor. Hadi kızım Sibel, göreyim seni!

Hissediyorum artık her şey daha farklı olacak. Bir kere bir-iki haftaya kalmaz yürüyecek. Dün akşam babasının telefonunu eline alınca heyecandan üç-beş saniye bir yere tutunmadan ayakta kaldı. Yürüdükten sonra bittin, diyenler çok fazla. Ama ben öyle düşünmüyorum. Yürüyebilmek Rüzgar’a bir dinginlik getirecek, istediği yere kolayca gidebileceğini bildiği için rahatlayacak gibi geliyor. Hayal mi kuruyorum dersiniz?

Bu aralar istediği bir şey olmayınca çığlık atmaya ve ağlamaya meyletti. Mesela az önce beni buradan çıkar demek için bir nara attı, zannedersiniz bir yerine bir şey oldu. Ama tamamen numara. Üç saniye sabredebilirsem hemen susup, oturup, oyuncaklarına yöneliyor. Çok zor ama kafasını bir yere çarptığında, canı biraz acıdığında da böyle soğukkanlı durmam gerekiyor. Eğer beceremezsem bal gibi biliyorum Rüzgar yan tarafta Mesude’nin yaptığı haberdeki ağlayan çocuklardan olacak. Tanrım lütfen bana soğukkanlı olma gücü ver.

BARIŞ MANÇO DİNLİYOR

Rüzgar bebekliğinden beri müzik dinliyor. Doktorunun önerisiyle yalnızca klasik müzik değil, kulağının zenginleşmesi için her tür müzik dinlettiriyoruz. Ve son zamanlarda ilgisi çok arttı. Oyuncakların çıkardığı melodilere bile tempo tutar hale geldi. Altı ay önce aldığım oyuncak davul, marakas ve zil setiyle daha çok vakit geçiriyor artık. Şu anda da elinde onlar var. Bilgisayarımdan çıkan Barış Manço melodilerine eşlik ediyor. Normal şartlarda Arkadaşım Eşşek’e bayılıyor ama bugün bayramın ilk günü olduğu için “Bugün bayram, erken kalkın çocuklar / Giyelim en güzel giysileri / Elimizde taze kır çiçekleri / Üzmeyelim bugün annemizi?” dinliyor. Ama yavaş yavaş sabrı tükeniyor. 30 saniyede bir ayağa kalkıp bağırmaya başladı. Galiba gidip ona en güzel giysilerini giydirmem ve biraz dışarı çıkarmam gerek. İzninizle bu yazı da burada bitiyor. Herkese mutlu bayramlar. Bugün bayramın son günü. Hâlâ annesine gitmemiş olanlar için Barış Abi söylüyor: “Bugün bayram çabuk olun çocuklar / Annemiz bugün bizi bekler / Bayramlarda hüzünlenir melekler / Gönül alır bu güzel çiçekler...”
Yazının Devamını Oku

Emzirmek haktır, engellenemez!

4 Eylül 2010
Annelikle ilgili blog yazan iki blogger’ın başlattığı Emzirme Reformu hızla büyüyor. ‘Blogcu anne’ Elif Doğan ve “Çalışan gebe” Simge Alhan’ın hazırladığı Emzirme Reformu Manifestosunu’na tüm annelerin, tüm kadınların hatta erkeklerin bile destek olması gerek Hem Sağlık Bakanlığı hem de Dünya Sağlık Örgütü “Bebekler, ilk altı ay sadece anne sütü ile beslenmeli” diyor. Ancak çalışan anne olunca, anne sütü mucizesi biraz örseleniyor. Çünkü çalışan kadının işyerinde sütünü sağması, hadi sağdı diyelim, saklaması çoğu zaman imkansız.
Ben bu konuda şanslı annnelerdendim. Çünkü Hürriyet binasında şahane bir anne odası var. Temiz, steril, aydınlık. Beş kadın aynı anda pompayla süt sağabiliyor, özel buzdolabımızda sütlerimizi gönül rahatlığıyla muhafaza ediyorduk. Hatta eve taşırken sütler bozulmasın diye buz kalıplarını da o dolaptan alabiliyorduk. En önemlisi süt sağmaya indik diye ya da işlem uzun sürdü diye şeflerimizin kötü bakışlarına, çirkin imalarına, tatsız esprilerine maruz kalmıyorduk. Duk, duk diyorum çünkü Rüzgar dokuz buçuk aydan sonra sütten soğuduğu için artık emziremiyorum. Biberondandaki anne sütüne bile burun kıvırıyor. Yüreyerek, şarkı söyleyerek, kucağımda sallayarak meme verdim almadı. Sanki kendisine çok lezzetsiz birşey sunuyormuşum gibi kafa çeviriyor, ısrar edince de yaygarayı basıyor. Daha fazla emzirebilmeyi isterdim. Çünkü anne sütünün bu hayattaki en önemli mucize olduğuna inananlardanım. Bu konuyla ilgili bir reform planlandığını duyunca da çok heyecanlandım.

HÜRRİYET’İN HABERİYLE BAŞLADI

Reformu planlayanların başında Elif Doğan adında bir blogger var: “Biri 4 yaşına yaklaşan, diğeri 5 aylık iki çocuk annesiyim. İlk bebeğimin doğmasından kısa süre önce çalışmayı bıraktım. Yaklaşık bir buçuk sene önce, artık daha fazla boş duramayacağıma kanaat getirerek Blogcu Anne adlı bir blog yazmaya başladım. http://blogcuanne.com şimdi neredeyse üçüncü çocuğum”.
Her şey bundan beş ay önce Elif Hanım’ın Hürriyet gazetesinde gördüğü bir haberle başladı. Habere göre, Konya’da bir öğretmen doğum sonrası süt izni kullanmak üzere okul yönetimine başvurdu. Okul müdürlüğü, memurların süt izinlerini sadece 1.5 saatlik öğle tatilinde kullanabilecekleri yönünde görüş bildirdi. Öğretmen dava açınca mahkeme, süt izninin kullanımında annenin seçim hakkı olduğunu hükme bağladı.
Gerisini Elif Doğan anlatıyor: “Konya’daki öğretmenin davasından sonra ‘Çalışan Gebe’ adlı blogun yazarı Simge Alhan’la bir araya geldik. Bir Emzirme Reformu Manifestosu hazırladık. Ve desteğe açtık.”
Elif Doğan ve Simge Alhan’ın amacı geniş kitlelere erişebilmek ve en nihayetinde devlet yetkililerinin önüne çıkarak bu konuda bir değişim gerektiği konusunda seslerini duyurabilmek. Bunun için arkadaşları Doris bir logo tasarladı. Çalışan çalışmayan tüm kadınlardan hatta erkeklerden destek bekliyorlar.

EMZİRME REFORMU MANİFESTOSU

İş Hayatında:
* Bir yaşından küçük çocuğunu emzirmesi için günde toplam bir buçuk saat süt izni verilen anne, bu sürenin hangi saatler arasında ve kaça bölünerek kullanılacağını kendisi belirler. Bu süre günlük çalışma süresinden sayılır.
* Sağlık Bakanlığı’nın ‘ilk altı ay sadece anne sütü’ politikasıyla Çalışma Bakanlığı’nın çalışan annelere sağladığı dört aylık doğum izni birbiriyle çelişmektedir. Birçok anne bebeği henüz iki-iki buçuk aylıkken çalışmaya geri dönmek durumunda kalmaktadır. Bu yanlışlık bir an önce giderilmeli, doğumdan sonraki 8 haftalık ücretli doğum izni en az 6 aya çıkarılmalıdır.
* Ücretsiz izin konusunda da ciddi değişiklikler yapılmalı, doğum sonrası ücretsiz izin en az iki seneye çıkarılmalıdır.
* Yönetmelikler, 100-150 arası kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde, çocukların bırakılması, bakılması ve emzirilebilmesi için bir emzirme odasını şart koşuyor. 150’den çok kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde ise yurt ve yurt içinde anaokulu açmak zorunlu. Bu maddeler yürürlüğe konmalıdır.
* Emziren işçi doğumu izleyen altı ay boyunca gece ve günde 7,5 saatten fazla çalıştırılmamalıdır.
* Hiçbir çalışan anneye çocuğunu emzirdiği ve süt izni kullandığı için işyerinde mobbing uygulanmamalıdır. Annenin süt iznini kullanacağı saatlere kasti olarak acil toplantılar, ‘o dakika bitirilmesi gereken işler’ denk getirilmemelidir.

Toplumsal Hayatta:
* Yeni annelerin yetersiz bilgileri “sütüm yetmiyor” gibi endişelere yol açmakta, birçok bebek gereksiz mamayla beslenmektedir. Gebeler ve yeni anneler, emzirme hakkında yeterince bilgilendirilmelidir.
* Emzirme, doğumdan sonra en kısa sürede başlamalıdır. Doğumdan sonraki ilk dakikalarda bebek annenin kucağına verilmeli ve doğumdan sonraki ilk yarım saat içinde emzirmenin başlaması sağlanmalıdır.
* Her annenin bebeğini istediği sürece emzirme hakkı vardır. Hiçbir anneye çocuğu “meme emmek için fazla büyüdüğü için” mahalle baskısı yapılmamalı, anne ve bebek devamını istediği sürece bu bağın zorla kopartılması hiçbir şekilde talep edilmemelidir.
* İsteyen her anne, parkta, sokakta, alışveriş merkezinde vs. bebeğini emzirebilmelidir. Hiçbir anneye ortalıkta emzirdiği için ayıp ya da kötü bir şey yapıyormuş izlenimi verilmemelidir. Bebeğini emziren annenin memesi cinsel obje değildir. Ortalıkta emzirmek istemeyen annenin mahremiyetine de saygı gösterilmelidir.

Destek olmak için:

* www.emzirmereformu.com sitesindeki yorum kutusuna “Destekliyorum” yazın.
* Eğer bir blogunuz ya da web siteniz varsa Emzirme Reformu Gerekli logosunu yerleştirin.
* www.emzirmereformu.com adresini arkadaşlarınıza mail gönderin.
* Facebook, Twitter ve diğer sosyal medya ağlarında bu sayfanın linkini paylaşın.

ANNELER’DEN YORUMLAR:

* Belma: Sütümü acil toplantılar, ters bakışlar yüzünden yeteri kadar sağamadığım için 9. ayda göğüslerim tıkandı. Günde 3,5 mg antibiyotik almak zorunda kalan bir çalışan anne olarak sizi tüm kalbimle destekliyorum.
* İpek: Erken doğum yaptığı için devlet tarafından cezalandırılan bir anne olarak sonuna kadar emzirmeyi destekliyorum. Ücretli iznimin sadece 8 haftasını kullanabildim, diğer sekiz hafta maalesef yandı.
* Gökçe Akkar: Tüm varlığımla destekliyorum. Ücretsiz izin hakkımı kullanabilmek için işimden olmayı göze almak zorunda bırakıldım, annenin ve bebeğinin en doğal hakkı bu dönemde birlikte olmak.
Yazının Devamını Oku

Ağzından kanlar aktığını görünce dişleri döküldü sandım

28 Ağustos 2010
Kendi kendine tek eliyle bir yerlere tutunup ilerliyor, büyük ve sarsak adımlar atıyor, çekmeceleri açıp boşaltıyor, fırının ve çamaşır makinesinin içine girmek istiyor, heyecanlanınca kafasını sallıyor, bu her an bir yere kafa atabilir demek oluyor. Bu aralar Rüzgar bir saatli bomba gibi dolaşıyor. Güvenlik önlemi almak şart Şu sıra Rüzgar’ın bir numaralı kankası verandanın orta yerinde duran su damacanası. Boyu boyuna, huyu huyuna. Kenarlarından tutunup kalkıyor, sille tokat girişip kum torbası muamelesi yapıyor. Zavallı damacana darbuka gibi ses çıkardıkça bizimki daha bir aşka geliyor. Ama o kankasıyla oynarken birinin her daim arkasında durması gerekiyor. Çünkü bu aylarda her çocukta görülen anlık duygu dalgalanmaları nedeniyle birden sinirlenip damacanaya kafa atmak isteyebiliyor ya da aniden kendini geriye bırakabiliyor. Nitekim yaptı. Hem de yanında kimse yokken. Biz, onun etrafında her daim dönen üç kadının dalgın bir anını yakaladı ve damacanaya kafa attı. Doğduğundan beri böyle acı feryadını hiç duymamıştım. Koştum, kucağıma aldım, yüzünü kendime çevirdim ve bayılacak gibi oldum. Mevcut sekiz dişi de dahil olmak üzere, ağzının içi kıpkırmızıydı. Dudaklarından kan akıyordu. Resmen dişetleri kanıyordu. Dişleri döküldü sandım. Soğukkanlılığı elden bırakıp ağlamaya başlayınca Rüzgar’ı babasına verdim. Gidip buzluktan donmuş diş kaşıyıcılarını getirdim. Soğuk iyi gelirdi ya. Geldi de. 10-15 dakika sonra kanama durdu. Hayır dişleri dökülmemişti, üst dudağın damağa bağlandığı nokta yarılmıştı. Oluk oluk kan oradan akmıştı. Allah korumuştu.

ÇOCUK GÜVENLİĞİ UZMANLARI

Rüzgar’ın evde güvenli bir şekilde dolaşması için önlem almak gerekliliği o gün aklıma düştü. Parkzon’u da o gün buldum. Parkzon’un kurucularından çocuk ve yaşlı güvenliği konusunda uzman ve aynı zamanda iç mimar Arzu Birinci ile de o gün tanıştım. Parkzon 0-6 yaş grubu çocuklar için çalışıyor. Onların öğrenme ve keşfetme isteklerini engellemeden, gelişme süreçlerini sağlıklı olarak tamamlamalarına yardımcı olmak için evdeki yaşam alanlarını, kaza risklerine karşı daha güvenli hale getiriyor. Bu amaçla aileleri; dünyada yapılan çalışmalar, araştırmalar konusunda bilgi sahibi kılmak, eğitici seminerler vermek, danışmanlık hizmetleri sunmak, doğru güvenlik ürünlerinin seçimi ve kullanımlarını sağlamak için bilinçlendiriyorlar. Amerika’da 0-6 yaş grubu çocukların güvenliğinin sağlanması konusunda en büyük organizasyon The International Association For Child Safety’ye (IAFCS) üyeler. Ailelere ev ve yakın çevresinde (bahçe, havuz, garaj) olabilecek kazalara karşı çocukların güvenliği konusunda danışmanlık yapıyorlar.

BANA DA DANIŞMANLIK YAPTI

Meğerse 0-6 yaş grubu çocuk kazaya uğrama oranı en yüksek grubu oluşturuyormuş. Çünkü zamanının büyük bir çoğunluğunu evde geçiriyorlar, çevrelerini keşfetmek ve öğrenmek istiyorlar, büyükleri taklit ediyorlar, ne bulurlarsa ağızlarına götürüyorlar, el ve vücut maharetleri gelişmediğinden kazalardan kendilerini koruyamıyorlar. Ama işin iyi tarafı bu yaş grubu için ‘kaza geliyorum’ diyor. Parkson bu noktada devreye giriyor. Evdeki güvenlikle ilgili potansiyel tehlikelerin belirlenmesine yardımcı oluyor. Çocuğun yaşına, evinizin büyüklüğüne ve yaşam alışkanlıklarınıza göre tehlike yaratabilecek riskleri belirlemek için önce ekspertiz yapıyorlar. Evin çocuğunuz için evde alınması gereken güvenlik önlemlerini tespit ediyorlar. Bu rapora göre uygun ürünlerin tespiti ve montajını gerçekleştiriyorlar: Elini sokmasını önlemek için priz kapatıcılar, çekmece ve dolapları açmasını engellemek için çekmece dolap kilidi, sivri köşeleri kapatan kenar köşe koruyucusu gibi... Açık konuşmak gerekirse, hepsinden almayı planlıyorum.
Rüzgar 12 aylık olmak üzere. Arzu Birinci tam zamanında önlem aldığımı söylüyor. Bakın bizi bekleyen olası tehlikeler nelermiş:
Yüksek yerlere ulaşmaya başlar: Bebeğiniz yürümeye başladığında önceden ulaşamadığı birçok şeye de artık ulaşabilecek. Bunları bir üst seviyeye kaldırmanın zamanı gelmiştir.
Sarkan ipleri yakalayıp çeker: Sarkan iplerin yanında masa, tezgah, sandalye gibi eşyalar olmamalı. Çocuğun karyolası, oyun odasının yakınında olan perde ipleri çocuğun boynuna dolanarak boğulmalara sebep olabilir. Perde ipleri çocuğun ulaşamayacağı şekilde yukarıda tutulmalı, sıkıca bir kancaya bağlanmalı.
Zehirleri kurcalar: İlaçlar, vitaminler, ev temizlik malzemeleri, bebek pudraları ve benzerleri çocuklar için birer tehlike. Çocuğun zehirlenmesine sebep olabilecek maddeler çocuğun ulaşamayacağı yüksek yerlerde ve kilidi olan dolap ve çekmecelerde tutmalı.
Dolap ve çekmeceleri merak eder: Dolaplara çocuğun boğulmasına, zehirlenmesine ve elinin kesilmesine, yaralanmasına sebep olabilecek cam eşyalar, küçük objeler, bıçaklar, çatallar, makas ve benzeri keskin sivri eşyalar ihtiyaç oldukça kullanılmak üzere konur. Bir çocuk bu dolap ve çekmeceleri kolayca açabilir. Çocuğun dolap ve çekmeceleri açmasını önlemek için uygun manyetik kilitler, içten veya dıştan uygulanabilen özellikli çocuk güvenlik kilitleri kullanılmalı.
Yazının Devamını Oku

Doğum fotoğrafını doğum fotoğrafçısı çeker

21 Ağustos 2010
Doğum yapmak üzere olanlar ya da bir gün doğum yapmayı düşünenler sözüm size; yavrunuza ilk kavuştuğunuzun anın ömür boyu mutlulukla hatırlayacağınız bir şekilde fotoğraflanmasını istiyorsanız kendinizi bir profesyonele teslim edin. Yoksa benim gibi çuvallarsınız Arkadaşım Selçuk ‘Doğum fotoğraflarını ben çekmek istiyorum’ dediğinde doğurmama daha dört ay vardı. ‘Emin misin?’ diye sordum. ‘Becerebilir misin?’ demek istediğimi anladı ve ‘Kızım ben açık kalp ameliyatı’ bile çektim diyerek cevabını alnıma yapıştırdı. Utandım, sustum. Ne de olsa istediğinde objektifinden bal damlatan usta bir fotoğrafçıydı.
Sen doğur öyle tatile çıkacağım, dedi. Sözünün eri çıktı. Her şeyini bana göre ayarladı. Ağustos ortasında gelmesi planlanan Rüzgar 3 Eylül’de geldi, yine yılmadı, bekledi. 3 Eylül günü sabahın kör vaktinde hastaneye benden önce gelmişti.
Sezaryan randevumun olduğu günün gecesinde kasılmalarım başladığı için hastaneye sancılar içinde girdim. Beni görür görmez Selçuk’un rengi attı. Evet hayatında ilk defa beş dakikada bir 30 saniye kasılan bir kadın görüyordu. Ama daha da önemlisi görüşmediğimiz üç ay içinde karnımın bu kadar fazla büyüyeceğini tahmin etmemişti. O yüzden gözleri yuvalarından fırlayacak gibi karnımın tam orta yerine bakıp duruyordu.
Önce doktorum gelip muayene etti. Her ne kadar kasılmalar başlamış olsa da bebeğin kafası kanala girmiyordu ve girmeyecekti. Kemik yapım Rüzgar’ı aşağı indirmeme izin vermiyordu. Bu sözler nedense Selçuk’u çok rahatlattı. Yanlış anladığını düşünerek ve doğumun stresiyle olsa gerek ‘Oğlum doktor hiç doğuramayacaksın demedi, normal doğuramazsın dedi’ diye çıkıştım. Silkelendi ve kendine geldi.
Ameliyathaneye fotoğrafta Selçuk, kamerada kardeşim Poyraz ve her türlü ruhsal destekte kocam Selim’le birlikte girdim. Doğumu kameraya alacak başka birini bulamadın mı, diye düşünenler için ufak bir not. Kardeşim profesyonel kameraman ve evet o da daha önce açık kalp ameliyatı bile çekti. Rüzgar’ın dünyaya ilk merhaba dediği anı dayısı çekerse iyi olur, diye düşündük. Yani aslında başka çıkar yolum yoktu. Ama şimdiki aklım olsa o kamerayı hademenin ya da hemşirelerden birinin eline verirdim olur biter. Her şey kazasız belasız sona ererdi.
Epidural sezaryan oldum. Belden aşağımı uyuşturdular ama kendimdeydim. Neler olup bittiğini göremiyordum ama dersime çalıştığım için yeşil örtünün ardında beni yedi kat kestiklerini biliyordum. Yedi kat kesecek, oğlumu çıkarıp, aramızdaki kordonu kestikten sonra bana vereceklerdi. Nitekim öyle oldu. Rüzgar’ım kucağıma geldiğinde o an benimle birlikte ağlayan üç erkek daha vardı. Selim, Selçuk ve Poyraz...

FOTOĞRAFÇIYA SERUM BAĞLANDI

Ameliyathaneden çıktığımızda üçünün de rengi en az benim kadar kaçıktı. Odaya çıktığımda Selim yanımdaydı ama Selçuk ve Poyraz’ı göremiyordum. Meğer ikisinin de tansiyonu düşmüş yan odada ikisine de kendilerine gelsinler diye birer serum bağlamışlar. Serumlarını bitirdikten sonra geldiler. Poyraz dayı olmanın verdiği adrenalinle olsa gerek, hemen Rüzgar’ı kameraya almaya devam etti. Selçuk bir garip, ne Rüzgar’a bakıyor, ne bana... Ne oldu diye sordum. Gözümün içine bile bakmadan bir çırpıda şunları söyledi ve gitti: ‘Sen benim 15 senelik arkadaşımsın Sibel. Az önce seni canlı canlı kestiler. Ameliyathanede düşüp bayılmadığıma şükrediyorum. Ama az kalsın gördüğüm manzaradan geri geri uzaklaşmaya çalışırken steril malzemeleri deviriyordum. Devirseydim seni biraz zor dikerlerdi. Buraya daha fazla dayanamıyorum. Ne çektim ne çekmedim, hiçbir şey hatırlamıyorum. İçimin aldığı bir gün makinadaki fotoğrafları CD’ye kaydeder gönderirim. Hadi görüşüz.’
İki hafta sonra gönderdi. Toplasanız 100 kare fotoğraf ya var ya yok. Güzel kareler hiç mi yok, var tabii. Özellikle Rüzgar’la ilk buluşmamızı çekerken fotoğrafa kendi yüreğini de koymuş benim canım arkadaşım. Ama ben diyorum ki, profesyonel biriyle çalışsaydım sonuç daha iyi olabilirdi. Çünkü onlar gerçekten işin erbabı. Kandan kordondan hiç etkilenmedikleri gibi, bebek kaçıncı dakikada hangi açıyla çıkacak biliyorlar. Ona göre çok doğru noktaya konuşlanıp deklanşöre öyle basıyorlar. İşin içine duygusallık karıştırmadıkları için arada ağlama molası falan vermiyorlar. Doğumdan sonra çektikleri fotoğraflarda anneyi bebeği nasıl tutacağı konusunda öyle güzel yönlendiriyorlar ki, ortaya tablo gibi kareler çıkıyor.

GÜNDE ÜÇ DOĞUMA GİRİYORLAR
Peki kim bunlar? Başta Şengül Pallı. En eskisi. Günde üç doğuma girdiği bile baki. Doğum başlamadan önce, doğum sırasında ve sonrasında şahane kareler yakalıyor. Ben en çok anne, baba ve bebeği çektiği üçlü kareleri seviyorum. Üçünü fotoğrafa öyle güzel yerleştiriyor ki çizip koysanız bu kadar muntazam duramaz. Bir de son olarak fotoğrafları sadece CD’de teslim etmiyor. Albüm olarak da bastırıyor. İşte o albüm hayat boyu saklanıyor, eşe dosta gururla gösteriliyor.
Başka kim var? Handan Hacıhaliloğlu. O, anne olmanın öyküsünü belgesel fotoğraflarla anlatıyor. Doğum-bebek albümleri için, annelerle genellikle doğuma birkaç hafta kala bir araya gelen fotoğrafçı, yaklaşık doğum tarihine göre annelerden randevu alıyor ve geri sayım başlıyor... Tabii ki normal doğum olması durumunda da hazırlıklar birkaç gün öncesinde tamamlanmış oluyor ve vakit geldiğinde hastanede buluşuluyor. Ailenin hastaneye gelişi, aile yakınları, doğuma uğurlama, doğum saniyeleri, bebeğin dünyaya gözlerini ilk açışı, ilk muayene ve banyo gibi detayları hiç kaçırmıyor.
Bir de Ayşe Kaya var. New York’ta hikaye fotoğrafçılığı eğitimi alan Kaya’nın methini de çok duydum. Doğum fotoğrafları çekerken ailenin bir parçası olduğunu, o kadar yakınlaşıp kaynaştığını söylüyorlar.
Benim tanıdıklarım bu kadar. Ama eminim daha çok var. Tercih sizin. İsim çok önemli değil aslında. Önemli olan tecrübe. Daha önce 5-10 kere doğum fotoğrafı çeken birine de pek tabii güvenebilirsiniz. Mümkünse yakın arkadaşınız ya da kardeşiniz olmasın yeter.

PROFESYONELLER BİLE KİLİTLENİYOR
Şengül Pallı’dan dinlemiştim bu işin profesyoneli olmasına rağmen en yakın arkadaşının doğumunda ağladığını, normalde bin kareye yakın fotoğraf çekerken, 300 tane çekip kilitlendiğini anlatmıştı. Doğum fotoğrafçısı değil ama Okan Bayülgen de doğum fotoğrafları çekiyor. Kendi bebeği dünyaya gelirken de görüntüledi. Ama inanın bu konuda deneyimli. İlk deneyiminde ameliyathaneyi birbirine katmış, panikten bütün steril malzemeyi döküp saçmış. ‘Düşüp bayılsaydım kimse benimle uğraşamazdı da üstelik’ demişti.
Yazının Devamını Oku

Senin anneni yangın söndürme uçakları aldı oğlum

14 Ağustos 2010
Ben miyim oğlum öğlen uykusundayken adrenalinin peşine düşen. Az kalsın yangın söndürme uçakları denizden su alırken beni de alıyorlardı. Yani kurumuş cesedi ağacın üstünde bulunmuş balıkadam efsanesi gerçek oluyordu Aslında rüzgarlı bir gün değildi. Sürekli deeell deeell (gel demek istiyor) diye bağıran koca sesiyle, her gördüğünü isteyen haliyle, sağı solu gösteren işaret parmağıyla, emeklediğinde yürümek, yürüdüğünde emeklemek isteyen tavrıyla, sitenin plajında esip gürleyen tek Rüzgar bizimkiydi. Oğlumuz... Saat 15.00 gibi uykusu geldiği için eve çıktı. Bir buçuk saatimiz vardı. Yemek mi yemeliydik, denize mi girmeliydik, güneşin altında öylece hareketsiz yatmalı mıydık? Yoksa az ilerideki su sporları merkezine gidip üç metrelik katamaranlardan kiralayıp biraz denize mi açılmalıydık?
Ben bu şıkları sıralamayı bitirir bitirmez rüzgar aşığı eşim Selim katamaranı kiralamıştı bile. Açık denizde iyi bronzlaşılır tesellisiyle, kendimi katamaranın üstüne attım. Hatta can yeleği giymemek için türlü şirinlikler yaptım. Allahtan numaralarım kimseye sökmedi de, o yeleği sırtıma geçirdim.
Nasıl devrildik hiç hatırlamıyorum. Rüzgar hızlanmıştı. Aletin yarısı suya girip çıkıyordu. Ama yine de sorun yoktu. Gözden kaybolmayalım, kimseyi meraklandırmayalım diye sitenin bulunduğu koyda sağdan sola soldan sağa gidip geliyorduk. Allah’tan Selim, ‘Koyu dönelim diğer tarafa bakalım, ne varmış?’ gibi isteklerimi duymazlığa geliyordu.

DİKKAT TRAFO YANIYOR

Birden tepemizde yangın söndürme uçakları dönmeye başladı. 500 metre ilerimizde alçalıp denizden su alıp tekrar havalanıyordu. Sonradan öğrendiğimize göre sitenin arka kısmında bir trafo yanıyordu ve söndürmeye çalışıyorlardı. Biri havalanıyor, diğeri iniyordu. Tırstım ve dönelim dedim. İşte ne olduysa o an oldu. Hava birden karıştı. Sanki rüzgar bütün yönlerden şiddetli esti. Devrildik, Selim’i suda, kendimi katamaranın tepesinde gördüğümü hatırlıyorum. İki saniye sonra kaydım ve suya yapıştım. Can yeleğim vardı ama dekoltem yansın diye önünü iliklememiştim ki! Selim düşer düşmez yanıma gelip kilitleri takmış. Mış diyorum çünkü devrilmenin şokuyla olsa gerek o an benden kayıtlı değil.
Katamaran uzaklaşıyordu zor da olsa yüzdük ve yakaladık. Yakaladık yakalamasına ama şimdi nasıl kaldıracaktık? Selim direği kafama düşmesin diye biraz uzaklaşmamı söyledi. Katamaranın üstüne çıktı ve kaldırmaya çalıştı. Bütün bu çalışma esnasında benden iyice uzaklaşıyordu. Tek başıma dalgaların ortasında kuş gibi kalınca iyice panikledim ve bağırmaya başladım. Arka arkaya kaç defa ‘Lütfen gel’ dediğimi hatırlamıyorum. Israrlarıma dayanamadı, katamaranı asla bırakmaması gerektiğini ezbere bilirken atladı ve bana doğru yüzdü.

AKBABA GİBİ UÇAKLAR TEPEMİZDE

Alet açığa yangın söndürme uçaklarının su aldığı bölgeye doğru ilerliyordu. Bu arada uçaklar alçalıp, havalanmaya, başımızın üstünde akbaba gibi dönmeye devam ediyordu. Kıyıya yüzelim dedik. Yüzebileceğimizi zannettik. Ama ne mümkün? Tam bir saat boşa kulaç attık. En az bir litre su yutmuşumdur. Gözlerimi içine giren minik sinekler mi bu kadar yaktı, yoksa denizin tuzundan mı kıpkırmızı oldular bilmiyorum. İki beden büyük can yeleğinin boynumu ve koltukaltlarımı kesti. Bacaklarım titremeye başladı. Yüzdükçe kıyı uzaklaşıyor, uçaklar yakınlaşıyordu. Tepemize mi inerler, yoksa suyla birlikte bizi de mi alırlar diye kurmaya başladım. Hemen aklıma o malum şehir efsanesi geldi tabii.
Hani büyük bir yangın sırasında denizden su alan uçaklardan biri yüzmekte olan bir dalgıcı almış, adamın cesedi iki gün sonra yangının olduğu bölgeye yakın bir yerlerde bir ağacın dallarında bulunmuş ya, işte o hikaye... Sonra aklıma Mine geliyor. Bu efsaneyi anlattığımda ‘O efsane değil gerçek’ demişti... Gerçek mi değil mi bilmiyorum ama birazdan gerçek olacak gibi geliyor. Çok korkuyorum!
Gözümün önünde Rüzgar’ın gözleri. Bir an olsun gitmiyor. Selim, ‘Korkma bir şey olmayacak’ dedikçe daha çok korkuyorum. Çünkü kimse bizi görmüyor. Ne Kos Adası’na doğru sürüklenen devrilmiş katamaranın farkındalar ne de biraz ilerisinde debelenen bizlerin...

RÜZGAR’I DÜŞÜNÜNCE KAHROLDUM

O an ne mi düşündüm? Rüzgar’ın konuştuğunu göremeyeceğim için kahroldum. Sesinin tonunu hiç duymayacaktım. Koşup koşup anneciğim diye boynuma sarılamayacaktı. Esra üç bucuk yaşındaki oğlunun günde 350 kere anne dediğini söylemişti, benim oğlum diyemeyecekti. ‘Bir kurtulalım, anneme-babama sarılıp saatlerce ağlayacağım’ dedim. Bir daha katamarana binmemeye yemin ettim. Can yeleği olmadan denize bile çıkmayacak, yeleği zorla bana giydiren arkadaşın hayat boyu duacısı olacaktım. Olacağım. Rüzgar’ı sanki yeniden doğmuşum, yeniden doğurmuşum gibi öpeceğim. İkinci hayatımızı kutlayacağım.
Bir saat geçti ve sonunda bir yelkenli tekne imdadımıza yetişti. Allah onlardan razı olsun. Galiba önce bizi mülteci falan zannettiler. Türkçe konuştuğumuzu görünce rahatladılar, teknenin arkasındaki bota binmemize izin verdiler. Kıyıya doğru götürüp, yaklaşınca tekrar suya attılar. Son bir gayretle, olabildiğimiz kadar hızla, sevinçle, kıyıya yüzdük. Yaklaştıkça kahkaha attığımız için bir miktar daha su yuttuk ama bu kez denizin tadı şampanya kıvamındaydı.
Sitenin bir kilometre ilerisinde başka bir siteye çıkmıştık. İnsanların bize ne kadar tuhaf baktıklarını anlatamam. Güneşin alev alev yaktığı taşlı yoldan koşarak nasıl siteye ulaştığımızı da... Siteye girdikten beş dakika sonra Rüzgar uykusundan uyanıp geldi. O mışıl mışıl uyurken başımıza gelenlerden tabii ki habersizdi. Yavrumu öptüm yeniden doğmuşum ve doğurmuşum gibi. Ve bu hikayeden büyük, çok büyük bir ders aldım.
Yazının Devamını Oku

Rüzgar antisosyal ya da kıskanç olabilir mi?

7 Ağustos 2010
Annelik sürekli sorular sormak demekmiş. Bu günlerde biri benim karikatürümü yapsa inanın konuşma baloncuğumun içinde koca bir soru işareti olurdu. Bu hafta sorularımı uzman psikiyatr Dr. İbrahim Bilgen’e sordum, cevaplarını aldım BEBEĞİN KANKASI OLUR MU

11 aylık çocuk sosyalleşmeli mi? Rüzgar’ı ne zaman kendi gibi küçük bir bebekle yan yana getirsem ya gözüne parmak sokmak istiyor ya da saçını çekmek... Benim oğlum sosyal bir canavar mı

- Sosyalleşme, çocuğun gelişiminin önemli bir parçası. İleride sosyal çevreye uyum sağlamış bir birey olması buna bağlı. Ama bu noktada çocuğun mizacı çok önemli. Bazı çocuklar, diğerlerine göre daha sosyal. Girdikleri her ortamda çevrenin sempatisini toplarlar. Bazılarıysa sadece aile arasında, huzurlu ortamda sosyalleşmek ister. Aşırı kaygılı kişilerin çocukları da kaygılı ve huzursuz olur. Bu değişmez bir gerçek. Çocuk daha bebekken, çevresindekiler, onun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için kullandığı jest ve mimikleri anlamlandırır. Çocuğun ihtiyaçlarının doyurulması ve saygı duyulması; onu başkalarına açılmaya ve sosyal becerilerini geliştirmeye iter.
Çocuklar altı aydan itibaren, diğer çocuklarla sınırlı fakat ahenkli ilişkiler kurabilir.
Örneğin altı aylık bir bebek, bir yandan biberonla sütünü içerken, bir yandan da oyuncaklarını alıp vererek eğlenebilir. 10-12 aylık bir bebek, diğer bir bebek ağlıyorsa, kendisi de gözyaşlarına boğulabilir. 13-14 aya doğru, ağlayan başka bir çocuğu okşayabilir ya da sarılabilir. 18 aya doğru bir diğer çocuğu, kırık oyuncağını kendi sağlam oyuncağıyla değiştirerek teselli edebilir. Bu örnekler, çocuğun çok küçük yaşlarda bile çevresindekilere karşı ne kadar hassas olduğunu gösterir. Çocuklar için yaşıtı diğer çocuklarla beraber olabileceği bir ortam, çok önemli. Çünkü çocuğa gözlemleme, taklit etme ve sosyal yeteneklerini ifade etme fırsatı verir. Rüzgar’ın karşısındaki bebeğe dokunmak istemesi çok normal. Saçını zarar vermek için değil, keşfetmek için çektiğine emin olabilirsiniz.

KISKANMAK ÖĞRENİLEN BİR TAVIR MI

Ne zaman kucağıma başka bir bebek alsam Rüzgar bağırmaktan kıpkırmızı oluyor... Bebekler kıskanmayı ne zaman öğrenir

- Bebeklerde kıskançlık her yaşta olabileceği gibi, en fazla 3-5 yaş arasında anne ya da baba yabancı bir çocuğu kucağına aldığı zaman gözlenir. Çocuk için anne ve babası tektir ve sevgisinin kaybolarak başka bir kişiye yöneleceği kaygısı, çok sayıda fiziksel ve psikolojik sıkıntıya yol açabilir. Bunlar arasında en sık rastladıklarımız; saldırganlık, hareketlilikte artış, alt ıslatma hatta depresyon bulgularına varan sıkıntılar. Bu açıdan baktığımızda kıskançlık doğal gibi görünür. Küçük kardeşe duyulan kıskançlık en sık görülen türü. En ağır kıskançlık 5 yaşından önce kardeş sahibi olan çocuklarda görülür. Çoğu davranışlarımızı çocukluk yıllarımızda öğreniriz. Burada öğrendiğimiz şema ve inançlar hayatımız boyunca bizleri yönlendirmeye devam eder. Çocukluk çağında kardeş kıskançlığı yaşayanlarda ileride bu tür sıkıntılara daha fazla rastlanıyor. Eşiniz çok güzel bir bayan ya da erkekle eve gelerek ‘Bundan sonra hep beraber yaşayacağız. Hatta sen daha kıdemlisin, lütfen ona yardımcı ol ve anlayışlı davran’ dese ne hissederdiniz? Kardeşi olduktan sonra okul başarısı düşen çocukları şimdi daha iyi anlıyor musunuz? Biz büyüklerin bile tahammül edemediğimiz şeyleri çocuklarımızdan bekliyor olmamız çok büyük bir yanılgı.

BENİ BABASINDAN KISKANIR MI

Erkek çocuk ne zaman anneyi babadan kıskanmaya başlar? Ve bu durum karşısında ne yapılmalı

- İki buçuk yaşında. Cinsel kimlik gelişimi iki yaşında başlar ve cinsel çekirdek kimlik iki buçuk yaşında oluşur. İki buçuk yaşla beş yaş arasındaki kız çocuklar babalarını, erkek çocuklar da annelerini diğer ebeveyninden kıskanır. Bu normal bir süreç. Bu dönemde çocuğu utandırmamak önemli. Ama normal davranışlardan kaçmak da doğru değil. Yani çocuğunuzun önünde birbirinizi öpmekten sakınmamalısınız. Öpüşün ve bunu normal bir davranış gibi yapın. Kız çocuk babasını öperken, erkek çocuk annesini öperken diğer ebeveynin onu utandırması doğru değil. Hatta desteklenmesi gerekir. Koşulsuz sevgi verilmesi, çocuğa karşı duyarlı olunması, kardeşi varsa dengelerin mümkün olduğu kadar bozulmaması çocuğun kıskanç olmasını engeller. Çocuğunuzun yapmasını istemediğiniz davranışları yapmayarak ona örnek olmak en doğrusu. Çok fazla öğüt vermek ve kitaplar okumak yerine iyi birer örnek olmanız gerekir. Ben kıskançken çocuğumun kıskanç olmamasını beklemek çok doğru olmaz.
Yazının Devamını Oku

Rüzgar yürüyen bir memelidir

31 Temmuz 2010
Oğlum Rüzgar dört değil iki ayağı olduğunu kavramak üzere. Tüm yaşamını her manada dik durarak ve bir ayağını cesurca diğerinin önüne atarak geçirmesi için ne gerekiyorsa yapacağım. Söz! Desmond Morris uluslararası çapta tanınan bir hayvanbilimci, yazar ve yapımcı. Onu pek çok dile çevrilen ve çok satan ‘Çıplak Maymunlar’ adlı kitabından hatırlayabilirsiniz. İnsan ve hayvan davranışı alanındaki öncü ve etkili çalışmalarıyla tanınıyor Morris. Son kitabı ‘Muhteşem Bebek’te insan yaşamının ilk iki yılını inceliyor. En son araştırmalardan yola çıkan Morris, döllenme anından doğuma dek gerçekleşen dramatik gelişimleri ve bebeklerin nasıl hayatta kalmaya programlı ve bu yönde donanımlı olduklarını gözler önüne seriyor. Yeni annenin kaygılarını arttıran onlarca piyasa kitabının aksine, o rahatlatıyor. Ben en çok kitabın bu özelliğini sevdim. Bir de anatomik şemalara ve fotoğraflara bayıldım. Kitabı açar açmaz da şu an kafamı en çok meşgul eden konuya, bebeklerin yürümesine yöneldim.
Bakın Desmond Morris neler yazmış: “Yürüyüş tek başına insan yavrusunu diğer tüm memeli yavrularından ayırır. Bugün gezegenimizde 4 binden fazla canlı memeli türü olduğu halde, onlardan yalnızca biri gerçek anlamda iki ayak üstünde yürür. Kangurular da iki ayaklıdır ama onlar yürümez, zıplar. İnsansı maymunlar ve ayılar, arka bacakları üstünde birkaç adım atabilir ama ancak insanlar yetişkin yaşamlarının büyük bölümünü dik durarak ve bir ayağı cesurca diğerinin önüne atarak geçirir. Fazlasıyla kanıksamış olsak da, dik durmak aslında benzersiz niteliklerimizden biridir ve bebeğin bu tür bir harekete ilişkin ilk deneyimi, yaşamın önemli anlarından biridir. Bebek artık diğer memelilerle paylaştığı dört ayaklı duruşu geride bırakmış, eşsiz insan toplumunun ilginç dikey dünyasına nihayet katılmıştır.

ÖNEMLİ BİR DÖNÜM NOKTASI

Rüzgar tam 11 aylık. Ellerinden tuttuğumda büyük ve sarsak adımlar atıyor. Ayağını yere sanki bileğinde ağırlık bağlıymış gibi üstten bırakıyor. Bana bir aya kalmaz yürür gibi geliyor ama kitap bunun 15. aya kadar yolu olduğunu söylüyor: “Bebeklerin büyük bölümü yardımsız yürümeyi 12 ile 15. ay arasında öğrenir ancak kızlar bu konuda erkeklerin biraz önündeler. İlk adım bebeğin gücü, dengesi ve koordinasyonunun geliştiği baş hakimiyetiyle başlayıp yavaş yavaş vücut ve bacak hakimiyetine dek uzanan, aylara yayılmış bir çabanın ve bol miktarda deneme yanılmanın sonucudur.”
Yine her konuda olduğu gibi bunu problem etmemek, sabırlı davranmak gerek. Alıştırma yapmak çok önemli. Bir de yapılan çalışmalar ayakkabı kullanmayan kabile topluluklarında büyüyen çocukların, ayakkabı giyilen ülkelere kıyasla daha az ayak sorunuyla karşılaştıklarını ortaya koymuş. Çocuğun çıplak ayakla yürümesine ne kadar çok izin verilirse geçen aylar içinde ayaklarının doğal büyüme ve gelişimi de o kadar iyi oluyormuş. Çıplak ayaklı çocuk ayakkabı giyen çocuğa kıyasla daha güçlü ve koordineli kaslar geliştiriyormuş. Yani ne yapmak gerekiyor? Bebeğimizi ayakkabıyla yürütmemek... Bu yaşlarda bir tek hava şartlarından korumak için ayakkabı giydirmek lazım. Anlaştık mı?

YÜRÜMEYEN ÇOCUK YOK ÖYLEYSE PANİĞE GEREK YOK

Muhteşem Bebek kitabının yürümeyle ilgili bölümünde beni en çok şu cümleler etkiledi: “Yürüme becerisi en katı rejimleri bile alt etmiştir. Bebeklerin tahtalara bağlanıp yetişkinler tarafından uzun süre taşındığı toplumlarda dahi bebekler gelişimsel dönüm noktalarında diğer çocuklardan sonra da olsa nihayetinde yürümeyi başarırlar. Bu da doğumdan önce bu yönde programlanmış her bebekte olağanüstü bir olgunlaşma sürecinin yaşandığını ortaya koyar.” Eskiler der ya yürümeyen çocuk yoktur. İşte o hesap!
Yazının Devamını Oku

Öpmeli mi öpmemeli mi

24 Temmuz 2010
Çocuğunu dudağından öpen anne babalardan mısınız? Peki bunu yaparken sizden öğrendiğini başkaları üzerinde uygulamasını göze aldınız mı? Dudaklarınızın onun için yeteri kadar temiz olup olmadığı sorusuyla hesaplaştınız mı? Önce bir itiraf: Oğlumu dudağından öpüyorum. Çünkü dayanamıyorum. Gıdısıyla, kafasıyla, eli, ayağıyla, yanağıyla, çenesiyle yetinmeye çalışıyorum ama günde bir iki kere hızımı alamayıp dudağına bir öpücük konduruyorum. Hatta burnumu ağzına yaklaştırıp süt kokan ağız kokusunu içime çekiyorum.
Hayatımdaki en derin nefeslerinden birini alıyorum burnum onun ağzına yapışıkken. Sonra üzülüyorum, pişman oluyorum. Kendi dudaklarımın onun için yeteri kadar temiz olmadığını düşünüyorum. Günde otuz kere diş fırçalıyorum ama yetmeyeceğini biliyorum.
Psikiyatrist Sabri Yurdakul da bu konuya olumlu yaklaşmıyor. Telefon açıp sordum. “Bence çok mahsurlu, bebekler anne-babalarından öğrendiklerini direkt uygularlar” dedi. Haklı. Uyguluyorlar da. Arkadaşımın üç yaşındaki oğlu Ömer bu yüzden yuvadaki bütün kızların dudağına yapışıyor.

O DA BAŞKASINI ÖPERSE PANİKLEMEK YOK

Bu noktada yapılması gereken, Ömer arkadaşlarını dudağından öperken telaşlanmamakmış: Dr. Yurdakul şöyle anlatıyor: “Bebekler büyükleri taklit eder, onlar ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışır. O yüzden onlara karşı davranışlarımızda çok ama çok dikkatli davranmalı, sonradan telaşa düşeceğimiz hareketlerden uzak durmalıyız. Örneğin bir yaşındaki çocuğumuzu kız ya da erkek arkadaşıyla dudaklarından öpüşürken gördüğümüzde paniklemeyecekseniz, yavrunuzu dudağından öpmeye devam edebilirsiniz. Ama dudaktan öpüşmenin, hele hele aynı cinsi dudaklarından öpmenin yanlış bir davranış olduğunu bilmeyen çocuğunuza kızar, onun bu davranışından dolayı telaşlanırsanız işte bu noktada yanlış başlar. Unutmayın bu hatayı siz başlattınız. Bebekleri dudaklarından öpmek onların da bu davranışı bizimle ve yaşıtlarıyla sürdürmelerine neden olur. Onlar, ‘Ben yaptım sen yapma’yı anlayamaz.”
Buraya kadar benim cephede her şey okey. Rüzgar’ı dudağından öperim. Gidip başka kızları öperse paniklemem. Hatta hoşuma gider. Göbeğimi tuta tuta gülerim. Ne de olsa erkek annesiyim. Bu konuda bencilim. Bunları Yurdakul’la da paylaşıyorum. Ve hevesimi kursağımda bırakacak açıklamalar yapıyor: “Bebeklik çağında tensel uyarım çok önemlidir. Ağız ve dudaklar bu dönemde çok hassastır. Hoşlarına gidecek, davranışı sürdürmek isteyeceklerdir. Engel olmak kolay olmayacaktır. Ve herşeyin temelinde bu uyarılma meselesi yatacaktır. Bebekleri dudaklarından öpmenin bir başka mahsurlu yönü de öpme esnasında ona nefesimizi iletmek ve farkında olmadan mikrop bulaştırma riski yaratmak. Bu dönemde vücut dirençleri düşük olacağı için hastalık riski artacak ve bu da sağlık problemleri yaratacaktır.”
Şimdi şapa oturdum. Uyarılma dedi, mikrop dedi, hastalık dedi ben bittim. Peki kendime nasıl engel olacağım? Olamazmışım gibi geliyor. Siz bebeğinizi dudaklarından öpmeden durabiliyor musunuz?

BU HAFTA NE ÖĞRENDİM?

Annelik bu. Bırakın haftayı, her gün yeni bir şey öğreniyorsunuz. Bu hafta bakın neler öğrendim:
* Rüzgar 11. aya girmek üzere. 11. ayın emme, çiğneme, ısırma ayı olduğunu anladım. Dördüncü ayından beri her şeyi ağzına götürüyordu ama şimdi başka. Direkt ısırıyor. Biberonun emziklerini çiğnemekten bir hal oldu. Dedesinin burnunu ısırdı. Her kucağıma aldığımda ısırdığı için omzum çürük içinde.
* Yazı geçirdiğimiz site tam bir çocuk cenneti. Plaja indiğimde 200’e yakın çocukla karşılaşıyorum. Rüzgar gibi 10,5 aylık olan beş bebek var mesela. Bir taraftan çok benziyorlar. Aynı sesleri çıkarıp, aynı hareketleri yapıyorlar. Ama diğer taraftan çok farklılar. Rüzgar’ın sekiz dişi olmasına rağmen meyveleri ısıra ısıra yiyemiyor ama Elif alttaki iki dişiyle her şeyi çiğneye çiğneye yiyor. Maşallah diyorum. Bunun tamamen annenin cesaretiyle ilgili olduğunu anlamış bulunuyorum.
* Bebeklerin süt dişlerini de temizlememiz gerektiğini bu hafta öğrendim. Hayır diş macunu ve diş fırçasıyla değil. Ilık suya batırılmış bir tülbent yardımıyla silerek. Böyle yaparsak biberon çürüğünün önüne geçiyormuşuz.
* Bu haftanın favori sebzesiyse benim için brokoli. Bir araştırmaya göre brokoli en az sarımsak kadar bağışıklığı güçlendiriyor ve antibiyotik etkisi yapıyormuş. Bağırsakları da mis gibi çalıştırıyor. Daha ne olsun.
Yazının Devamını Oku