17 Temmuz 2010
Bayar (Moğolistan) Mari (Japonya), Hattie (Amerika) ve Ponijao (Namibya). Dünyanın dört farklı ülkesinde doğan dört bebek... Biri yoga yaparak büyüyor, diğeri köpeğin ağzına elini sokarak; biri ineklerin arasında emekliyor, diğerinin sallanan pışpış makinesi var. Ama ne önemi var? Hepsinin dili aynı Geçen hafta yaptığım, Hürriyet Pazar’da yayımlanan Şirin Ediger Bayülgen röportajından sonra yeni bir tartışma başladı. Şirin, çocuk sahibi olduktan sonra çocukla ilgili bir iş yapmayı komik, sahte ve itici bulduğunu söyledi çünkü. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama bence bu tamamen kimin ne yaptığıyla ilgili bir durum. Yani zaten yazarsan ve çocuğun olduktan sonra bir çocuk kitabı yazdıysan ya da besteciysen ve çocuktan sonra ninni bestelediysen bence bunun herkese faydası var. İşin uzmanının elinden çıkma birinci kalitede kitaplarımız ve albümlerimiz oluyor, daha ne isteriz? Ünlü Fransız yönetmen Thomas Balmes’in ‘Babies’ adlı belgeseli buna en iyi örnek. Baba olduktan sonra böyle bir film çekmeye karar veren Balmes ortaya yıllarca hafızalardan silinmeyecek bir eser çıkarmış.
Geçen Nisan’da Amerika’da vizyona giren ‘Babies’, aynı günde doğan ve farklı ülkelerde büyüyen dört bebeğin hikâyesini anlatıyor. ‘Dört farklı bebek, dört farklı ülke ve bir yıl’ sloganıyla herkesi heyecanlandıran bu belgesel, Moğolistan, Namibya, Amerika ve Japonya’da yeni doğan dört bebeğin ilk nefeslerinden ilk yürüyüşlerine kadar ki dönemin kültürel farklılıklarını konu alıyor. Bebeklerin sütleri, mamaları, uykuları, gelişimleri, uykuları karşılaştırılıyor. Filmde herhangi bir kurgu ya da seslendirme yok. Bebeklerin günlük yaşamları kameraya alınmış, yalnızca bebekler konuşuyor. Ve çok açık bir şekilde görülüyor ki dünyanın neresinde doğarlarsa doğsunlar bebeklerin dili hep aynı. Başroldeki bebeklerin isimleri: Bayar (Moğolistan), Mari (Japonya), Hattie (Amerika) ve Ponijao (Namibya).
Ponijao’dan başlayalım. Filmde annesiyle en yakın ilişki kuran bebek o. Zaten dudak dudağa oldukları sahne çok şey anlatıyor. Bırakın oyuncağı, elbisesi bile yok. Küçük taşı büyük taşa vurarak vakit geçiriyor. Hava 700 derece olmasına rağmen bitmek bilmeyen bir enerjisi var. Altı aydan sonra gündüzleri hiç uyumuyor. Çekim ekibini en çok yoran bebek o olmuş... Bakın annesi Tarererua bu projeyi neden kabul ettiklerini anlatıyor: “Hayatımda hiç hastaneye gitmemiştim. Prodüksiyon ekibi özel doktor muayenesi teklif ettiği için çekimde yer almak istedim. Para beklemeden beni ve bebeğimi hastaneye götüreceklerdi. Hastaneye gitmek için keçilerimizden birini satmak zorunda kalmayacaktık. Thomas, köydekilerin çekime nasıl tepki vereceklerini sordu. ‘Şefe bilgi vermemiz gerekir’ dedim. Thomas’ı ailemizden biri gibi karşıladık. Ekipteki herkesi çok sevdik. Çekimler sırasında eve yiyecek getirdiler, para yardımı yaptılar, ailedeki herkesi hastaneye götürdüler. Ponijao artık bir film yıldızı...”
GERÇEK BİR MOĞOL GİBİ
Sırada Moğolistanlı Bayar var. İmkansızlıklar konusunda Ponijao ile rekabet edebilir. İneklerin arasında emeklediği bir sahne var ki yönetmen çekerken ecel terleri döktüğünü söylüyor. Ama bu ailesi için çok normal bir durummuş. Ölü keçiler de, diri keçiler de Moğol bebeği hiç yalnız bırakmıyor. Annesi yeni kestikleri keçinin bağırsaklarını kanlı leğende temizlerken Bayar hemen yanı başında oynuyor. Canlı keçiyse o banyo yaparken arkasından sessizce yanaşıp leğeninden su içiyor. Filmin sonunda Bayar’ın bozkırın ortasında emeklerken birden ayağa kalkıp yürümesi çok etkileyici.
Babası Purev bu sahneden gurur duyduğunu söylüyor: “Gerçek bir Moğol gibi rüzgara karşı dikildi ve gülümsedi.” Çekim sonrası aileler yapılan röportajda Purev Japon bebek Mari için üzüldüğünü de eklemiş: “Her zaman eve kapalı olmamalı, umarım bir gün güzel bir ufuk manzarası görme şansı olur.”
Japonya’daki bebek Mari’nin hayatı Bayar’ın babasının üzüldüğü kadar var. Evet sürekli evde. Ya da pusetinin içinde parkta. Uykusunda gülümsediği anlar çok sevimli. Annesi Seiko en çok meraklı gözlerle oyuncak dükkanında dolaşmasını sevmiş. Amerikalı anneyle kendisini benzer, diğerlerini farklı tutuyor. “Amerikalı anne ve ben, çocuk hakkında ders alıyoruz, başka ailelerle buluşuyoruz. Namibyalı annenin daha yakın bir ilişkisi var, çocuğuna tek başına bakıyor. Bazen annesi yardım ediyor. Daha yakın bir cemaat, güçlü bağları var. Ponijao’nun annesi daha sessiz, bebeğini gerçekten çok seviyor.” diyor.
Amerikalı Hattie’nin ailesi ekolojik bir aile. Yani tükettikleri her şeyin organik ve doğaya geri dönüşümlü olmasına dikkat ediyorlar. Annesi Susie en etkilendiği sahneyi şöyle anlatıyor: “Hastanedeki sahneleri izlerken, elimin hep havada olduğunu fark ettim. Hattie kucağımdayken ışığın gözüne görmesini engellemeye çalışıyordum. Bu benim bir anneye dönüştüğümü gösteren sahne. Her bakımdan çocuğunuzu korumaya başlıyorsunuz.”
Bu film her ne kadar birbirinden çok farklı kültürlere ait bebeklerin hayatlarının ilk yılında aynı dili konuştuğunu anlatsa da bence anneler arasındaki benzerlikleri de gözler önüne seriyor. Ve filmden alınması gereken en önemli dersi yönetmen Thomas Balmes veriyor: “Bu filmden ne mi öğrendim? Çocuklarımızı materyalist dünyadan uzak tutmalıyız. Ve onların sıkılmasından korkmamalıyız. Bebekler hiçbir şey yapmadan öylece oturduklarında bile çok şey öğreniyorlar. Unutmayın Moğolistan ve Namibya gibi ülkelerde bebeklerin toprak, taş, sinek, inek, keçi, çimen ve rüzgardan başka oyuncakları yok.” Bu belgeselden çıkarılacak çok ders var çok!
NOT: Babies Nisan’da Amerika’da gösterime girdi. Ekim’deyse Türkiye’de girmesi bekleniyor. Ama çok merak ediyorsanız benim gibi belli bir bedel karşılığı internetten indirip izleyebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 
10 Temmuz 2010
Emzirirken giyinmek çok büyük dert. Ne giyeceğinizi bilemezsiniz; bütün tişörtlerin yakası yamulur; elbiselerin şaftı kayar; açıp kapamaktan gömleklerin düğmeleri bile istifa eder. Memeyi rahatça çıkarabileceğiniz, çıkarttığınızda çıplak kalmayacağınız, ulu orta soyunmuş gibi görünmeyeceğiniz, rahat edeceğiniz bir kıyafet arar ama bulamazsınız. Ben buldum
Doğum yaptığım ilk günü unutamıyorum. Hastane odasında bir taraftan bebeğimi emzirmeye çalışıyorum, diğer taraftan gelene gidene gülümsemeye. İçinde sonsuz ima barındıran ya da o psikolojiyle bana öyle gelen ama gelenlerin yarısının da dilinden düşmeyen “sütün geliyor mu” sorusuyla başa çıkmaya? Sütüm geliyor muydu, gelen süt nasıl olurdu ben bilmiyordum ki! Hatta bir insanın memesinden süt çıkacağına bile inanamıyordum! Süt gelmesinin ne demek olduğunu ikinci gün hemşireler odaya sanayi tipi devasa süt sağma pompasını getirip beni sağdıklarında anlatım. Bir memeden 4 cc, toplamda 8 cc çıkmıştı ama gelmişti. Biberona bile koyulamayacak kadar az olduğundan 8 cc sütünü Rüzgar Bey’e minik shut bardağında ikram ettik. O da racona uyup fondip yaptı. Bitti diye ağlaması, plastik bardağı yalayıp durması hayat boyu hatırlayacağım anlardan. Tüm bunlar olup biterken beni gerçekten rahatsız eden tek bir şey vardı o da hastaneden verdikleri gecelikle önlük arasındaki bozuntu. Bozuntu diyorum, emzirmek için göğsümü çıkardığımda her yerimi açıkta bırakan şeye başka ne diyebilirim? Zaten konunun amatörüyüm, zaten kapıdan üç dakikada bir biri giriyor, zaten sütüm milim milim geliyor, zaten bebeğim uyumadığı zamanların yüzde doksan dokuzunu memede geçiriyor bari üstümdeki şeyin rahat olması gerekmez mi? Bir Allahın kulu da emzirmek için özel bir gecelik akıl etmez mi? Yok etmemiş. Ya da etmiş de ben bulamamışım. Ama artık buldum. Şahane emzirme kıyafetleri yapan şahane bir marka var. Hazırsanız sizinle tanıştırıyorum.
TERLETMEYEN EMZİRME KIYAFETLERİ
Adı LeiLeo. Sahibi ve yaratıcısı Leyla Zeynep Ersöz. Aslan burcu. Markanın ismindeki Lei Leyla’dan, Leo’da aslanın İngilizcesinden geliyor. Leyla Zeynep 28 yaşında yakında bebek sahibi olmayı planlayan bir anne adayı. Şimdilik sadece LeiLeo’nun annesi. Çocuk sahibi olduktan sonra iş değiştirip anne-çocukla ilgili bir şey yapanlardan değil. Peki nasıl olmuş da bu konuya girmiş derseniz hikayesini şöyle anlatıyor: “En yakın arkadaşlarımın hamilelik ve emzirme dönemlerinin her gününü birlikte geçirdik. Ben henüz bu deneyimi yaşamadan herşeyi gözlemlemiş oldum. Bana sürekli “hamile kıyafetlerinin çoğunu beğenmiyoruz, çok az seçenek var, çok pahalı, emzirirken giyecek hiçbirşey bulamıyoruz” diyorlardı. Ben de mağaza mağaza dolaşıp onlara rahat emzirebilecekleri kıyafetler aradım. Sonra bir yurtdışı seyahatimde emzirme kıyafetleri satan bir mağaza keşfettim. O an ampul yandı, hikaye böyle başladı.”
Leyla Zeynep’in emzirme kıyafetlerinin hepsinin gizli pencereleri var. Bu sayede anne istediği ortamda rahatça emziriyor, soyunmak zorunda kalmıyor. Sadece minik bir bölüm açılıyor. Yalnızca emzirmek değil ofiste süt pompası kullanmak da çok rahat. Hatta masanızdan ayrılmanıza bile gerek yok. Halka açık ortamlarda daha da rahat etmek isteyen anneler için emzirme pançosu tasarlamış. Panço, hem havadar hem de çok hafif. Ayrıca istenirse emzirme için kullanılmadığı zamanlarda bebeğin üzerine örtü ya da pusetin üstüne güneşlik olarak kullanılabiliyor.
En önemli detaysa hepsinin bambudan elde edilen doğal liflerle yapılıyor olması. Bambu kumaşı hem bebek hem de anne için çok sağlıklı. Bambu ipliği kimyasal gübre veya ilaç gerekmeden kendi kendine büyüyen bambu bitkisinin liflerinden üretiliyor. Defalarca yıkansa bile renkleri solmuyor. Antibakteriyel, antialerjik, terletmeyen, nefes alan, yumuşacık ve rahat bir kumaş. Bence bunlardan en güzeli terletmiyor olması. Çünkü yaşayan bilir emziren anne bir tür menapoz yaşıyor. Dışarıda kar bile yağsa bizim içimizden ateş fışkırıyor. Özellikle yaz aylarında emzirmek bir tür sauna seansına eşdeğer sayılıyor.
BEBEK GİYSİLERİ EGE PAMUĞUNDAN
LeiLeo’nun emzirme kıyafetleri dışında bebek giysileri ve hamile giysileri de var. Bebek giysileri yüzde yüz organik pamuktan üretilmiş, sertifikalı Ege pamuğundan. Özelliği hiçbir kimyasal boya ve madde içermemesi. Kenar dikişlerinde kullanılan iplik dahi organik. Bebekler terlediklerinde giysilerinin üzerindeki kimyasal boyalar ter yoluyla tenlerine geçiyor ve bu kimyasallar sağlıklarına zarar veriyor. “Şirinlik, şıklık her şey bir yana sağlık için bebeklere sadece organik giydirmek gerektiğini düşünüyorum. Bebeklerin tenine etiket değmemesi konusunda çok hassas davrandım, etiketleri giysilerin dışında kullandım. Hediye kutumuz da el yapımı doğal malzemelerden yapıldı, kapağı da resim çerçevesi olarak kullanılabiliyor veya bebeğin hatıra kutusu olarak saklanabiliyor. O da geri dönüşümlü olarak düşünüldü” diyor Leyla Zeynep. Markasını İzmir’de ürettiriyor. Dünyanın pek çok ülkesine ihracat yapan organik pamuk ve bambu kumaşında sayılı üreticilerden biriyle çalışıyor. Şu an piyasada olan koleksiyon LeiLeo’nun ilk koleksiyonu. Bir tek www.leileo.com adresinden satılıyor. Önümüzdeki aylarda satış noktalarını arttırmayı hatta özel hastanelerle işbirliği yapıp yeni doğum yapmış anneler için emzirme geceliği üretmeyi düşünüyor. Bunu bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyor. Benim yaşadığım şeyleri başkaları yaşamasın istiyor. Para pul umurunda değil! Bazı yeni annelerin sırf bu ve benzeri sıkıntılar yüzünden emzirmeye devam edemediğini, onların konforunu sağlamak için her detayın düşünülmesi gerektiğini söylüyor. Ne de güzel konuşuyor. Ben LeiLeo’yu takip etmeye devam edeceğim. Siz de takipte kalın olur mu?
PİYASADAKİLERDEN NE FARKI VAR
Hamileliğin ilk döneminden emzirmenin sonuna kadar (hatta istenirse daha da sonra) rahatça kullanılabilecek uzun vadeli ürünler bunlar. Önemli bir fark da fiyat, doğal kumaşlar ve emzirme fonksiyonu da olmasına rağmen fiyatları her anne alabilsin diye çok uygun tutulmuş.
Yazının Devamını Oku 
3 Temmuz 2010
Bir çocuğun yüzünde on saniye içinde panik, korku, heyecan, sevinç, dumur, kızgınlık gibi ifadelerin hepsini görebilir misiniz? Ayakları denize değdiği an ben gördüm.
Denize girdiğimiz ilk günü hiç unutamıyorum. Ayaklarını suya ilk değdirdiğim anda kafasını kaldırıp yüzüme bakışını da. “Bu ne büyük küvet, artık burada mı yıkanacağım, oyuncak ördeklerim nerede, anne iyi misin?” der gibi bakıyordu. Yüzdürmeye çalıştığımda karışık duygular içine girdi Rüzgar. Bir çocuğun yüzünde on saniye içinde panik, korku, heyecan, sevinç, dumur, kızgınlık gibi ifadelerin hepsini görebilir misiniz? Ben gördüm. Sonra üşüdü. Bir taraftan çıkıp bana sarılarak ısınmak istedi, diğer taraftan suyun içinde daha çok kalmak. Gitti, geldi. Kaldırdım, indirdim. İçini çeke çeke, kahkaha atmasına bayıldım. “Balık var balık Rüzgar balığı” diye bağırdığımda keyiften dört köşe olmasını, sekiz köşe bir halde izledim.
Tesadüf aynı günün akşamı eve geldiğimizde bir televizyon kanalında bebeklere yüzme eğitimiyle ilgili bir haber izledim. Görüntüler London Baby Swim’e aitti. Resmen bebekleri suyun içine atıyorlar, debelene debelene yüzmesini sağlıyorlardı. Phil Shaw ve Ana Torres’in 2008’de kurduğu London Baby Swim’in aralarında altı haftalık çok küçük bebeklerin de bulunduğu 500 öğrencisi olduğu söyleniyordu. 49 yaşındaki Phil, yüzme derslerinin hareket ve öğrenme yetisinin gelişmesine yardımcı olduğunu anlatıyordu. Bebekler, dokuz aya kadar su altındayken nefes borularını otomatik olarak kapatma refleksine sahip oldukları için havuza hemen alışıyorlarmış. Yani su yutmuyorlarmış. Yüzmede bebeklerin sağlığını tehdit eden hiçbir unsurun bulunmadığını belirten Shaw şöyle devam etti: “Bebeklik döneminde beynin büyümesi çok hızlı oluyor ve yüzme sayesinde bebeklerin öğrenme ve uyarı dürtüleri de gelişim gösteriyor.” Bütün bunlar iyiydi güzeldi de bebeği suya atmak ne kadar doğruydu?
BEBEĞİ SUYA ATMAK YANLIŞ
Pazartesi günü ilk işim Türkiye’de bu konuda bir uzman var mı diye araştırmak oldu. Fenerbahçe Spor Kulübü Yüzme Antrenörü ve Terakki Vakfı Okulları Yüzme Takımları Koordinatörü Levent Camuşcuoğlu’na ulaştım. Çamuşcuoğlu bebek yüzmesiyle ilgili eğitimi 1996’da Amerika Yüzme Antrenörleri Birliği kursundan almış. Uzun yıllar Terakki Vakfı Okulları’nda 2-4 yaş arası çocuklara yüzme eğitimi vermiş. Levent Hoca’nın bebeklerin yüzmesiyle ilgili önerileri şöyle: “London Baby Swim bir kişinin geliştirdiği istisnai bir teknik. Çocuğu alıp hemen suya atmak diye bir şey yok. Burada eğitimin amacı bebeğin su içerisinde yardımsız bir şekilde su üstünde kalabilmesini sağlamak. Sırtüstü yüzme pozisyonunda kafasını tutarak onu alıştırmak daha doğru olur. Bebekleri suya atmak onların çırpınmalarını seyretmek çok yanlış. Bu değil bebeğe çocuğa bile yapılmaz. Havuzun hijyeni çok önemli, ortamın sıcaklığı, suyun sıcaklığı daha da önemli. Bebek üşümemeli. Mümkünse havuz tuz jenarötörlü ve iyon veya ozonla temizleme sistemine sahip olmalı. Yüzme ebeveynin ayakta durabileceği bir havuzda ya da denizde çocuğun gelişimine uygun egzersizler eşliğinde öğretilmeli.”
Levent Hoca altı aylıktan beş yaşına kadar olan çocuklara eğitim verdiğini söylüyor. Yüzme dersinin pedagojik içerikli bir eğitim olduğunu vurguluyor: “Bu aktivitenin temel amaçlarından biri de rahatsız edici dış etkenler olmadan, çocuklarımızla kaliteli zaman geçirmek. Su içindeki bir oyun gibi de düşünülebilir. Sudaki bebeğin gelişimi şarkılar, tekerlemeler, ritüeller, güvenli tutuş şekilleri, özgürlüğünü kısıtlamayan hareketleriyle oyunlar ve keşiflerle uyarılmaktadır. Her zaman “çocuk ne istiyor?” sorusu ön planda olmalıdır! En fazlasını yapmak yerine, gelişimine uygun ideali desteklemek gerekir. Talep yerine teşvik! Bu motivasyonu yüksek tutar.”
Yazının Devamını Oku
26 Haziran 2010
Siz hiç bebeğinizden ayrıldınız mı? İlk ayrılığınızı ne zaman yaşadınız? Altı aylık mıydı, sekiz mi? Bir geceliğine mi gittiniz, iki geceliğine mi? Peki onun gidip, sizin evde kaldığınız oldu mu? Benim oldu. Rüzgar’dan ilk ayrıldığımda altı aylıktı. Sütleri dolaba yedeklemiş 24 saatliğine Paris’e Hüseyin Çağlayan röportajı yapmaya gitmiştim. Sekiz aylıkken bir 24 saat daha ayrıldık. Bu kez aramıza Hermes girmişti. Hermes Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Guillaume de Seynes-Hermes ile röportaj yapmak için yine Paris’e gidip geldim. İkisinde de çok özledim. Birlikte seyahat ettiğim insanlara oğlumu anlatıp durdum. Çok sıkılmışlardır deyip başka bir mevzuu açmayı denediğimde bile lafı dönüp dolaşıp Rüzgar’a getirdim. Kavuşma anlarımızı iple çektim. Beni gördüğünde nasıl tepki verecek diye kurdum. Ama ne yalan söyleyeyim çok da zorlanmadım. Farklı şehir, farklı insanlar, röportaj adrenalini derken zaman geçip gitti. Hanyayı Konya’yı, ayrılığın ne demek olduğunu onu Bodrum’da bırakıp çalışmak için İstanbul’a dönünce anladım.
Eve girdiğim an kokusu yüzüme çarptı. Birbirinden renkli ve neşeli oyuncakların bir gün gözüme böylesine hüzünlü görüneceğine hayatta inanmazdım. Oyun parkının içine girmek istedim. Odasına girmeye bir-iki saat cesaret edemedim. Kapısına kadar gidip gidip dönmelerimi saymadım. Girdiğim an ise hayatımda ilk defa bu kadar birdenbire ağladım. Sanki biri beynimdeki ‘gözyaşı akıt’ tuşuna basmıştı. Son gece kullandığı battaniyesini burnuma dayadım, dakikalar boyu ayırmadım. Hatta gece onunla uyudum. O doğduğundan beri vakit ilk kez geçmek bilmiyordu. Rüzgar’dan önce ne yapıyormuşum ben? Elimi ayağımı hiçbir yere koyamadım, televizyonu açtım durup izleyecek kanal bulamadım. 20 dakikada bir arayıp “Şimdi ne yapıyor” diye sordum. Oğlumun sapığı oldum.
Benim cephemde bunlar oluyordu da beni çılgına çeviren asıl soru ona neler olduğuydu. Anneanne, dede ve dadıyla birlikteydi. Üçü de her gün gördüğü, sevdiği, alıştığı insanlardı. Ama tamam da ona neler oluyordu? Beni özlüyor muydu? Nereye gitti bu kadın diye düşünüyor muydu? Gözleri beni arıyor, şimdi şu kapıdan girecek diye bekliyor muydu?
ÜÇ HAFTADAN SONRASI SORUN
Çocuk Ergen ve Genç Psikiyatrı Dr. Neslim G. Doksat’a sordum. Kısa süreli anne mahrumiyetine bağlı bebeklik depresyonu diye bir şeyin varlığından bahsettiğinde, elimdeki telefon ahizesi boğazıma oturdu ama belli etmedim. Tıbbi adı ‘anaklitik depresyon’muş. Doğumdan itibaren, özellikle de esas bağlanmanın geliştiği yedinci aydan itibaren annesinden ciddi şekilde mahrum kalan bebeklerde görülüyormuş. “Siz haftada üç bilemedin dört gün ayrı kalacağınız için bir sorun olacağını düşünmüyorum” dedi. Ama yine de anaklitik depresyona giren çocuğun tepkilerinin üç dönemde ele alındığını anlattı:
Birinci Dönem: Anneden yoksun olan çocuk tedirgin, huzursuz ve sinirlidir. Ağlar ve kolay yatıştırılamaz. İkinci Dönem: Anneye kavuşamama durumu iki-üç hafta daha devam ederse, depresyon dönemi baş gösterir. Çocuk durgunlaşır, sevdiği şeylere tepki vermez, gergin, sinirli, küskün ve mutsuz olur. Yeme ve uyku düzeni bozulur. Zayıflar. Fiziksel gelişimi geriler. Üçüncü Dönem: Anneye kavuşamama hâli devam ederse, ikinci aydan sonra duygusal tepkileri azalır. İçe kapanır. Üçüncü dönem safhasında anne ortaya ilk çıktığında çocuk onu bir süre yok sayar. İlgilenmez, hattâ tanımamış gibi yapar. Anneyle kavuşma üç ay içinde gerçekleşirse, çocuğun tepkileri yavaş yavaş yumuşar. Zaman içerisinde annesiyle tekrar ilgilenmeye başlar ve iyileşir. Bu nedenle en fazla üç ay içinde anneye kavuşma şarttır. Üç aydan daha uzun süreli olan anne ayrılıklarında iyileşme olmaz.
En kötü durumu anlattıktan sonra konu yine bana geldi. 10 aylık bir bebek annesinden üç gün ayrı kalır ve bu sürede bir aile büyüğü onunla en ideal şekilde ilgilenirse şunlar olabilir dedi: “Annesinden ayrı kaldığı için birkaç saat ağlayabilir, iştah ve uyku sorunu yaşayıp tedirgin olabilir. Kendisiyle şevkâtle ilgilenen yetişkinleri benimser. Anneye kavuşma en geç üç gün içinde gerçekleşirse, birkaç saat boyunca anneyi tanımıyormuş gibi yapma, umursamama gibi tavırlar sergileme ihtimâli çok yüksektir. Bu durumda annenin hiç gönül koymadan tutarlı ve kaliteli bir şekilde çocuğuyla zaman geçirmeye devam etmesi gereklidir.”
KAVUŞUNCA NELER OLDU?
Siz bu satırları okurken ben oğluma kavuştum. Suratını çevirmedi, ilgilenmiyor gibi yapmadı, aksine üstüme atladı. O kadar heyecanlandı, o kadar zıpladı ki ben gelmeden önce yediği çorbasının hepsini çıkardı. Kucağımdan inmek istemedi. Uyumak istemedi. Normalde en geç 21:00 de uyuyan çocuğun uyuması 23:00’ü buldu. Gece boyunca da sık sık uyanıp yanında mıyım değil miyim diye kontrol etti. Hatta bir ara yatağında yatmayı tamamen reddedip, üzerimde uyudu. Şimdi mutluyuz ama hafta başında mecburen yine ayrılacağız. Bu kez giderken Prof. Dr Sabiha Paktuna Keskin’in önerisiyle ona kokumu bırakacağım. Nasıl mı? Kokumun sindiği yastık, çarşaf, oyuncak ne varsa onu... Bu aylarda anneden ayrıldığında anne kokusunu duyan bebekler durumu daha iyi tolere edebiliyormuş. İki uzmandan sonra benim fikrim ise şu: Yapması çok zor ama rahat olmak gerekiyor. İki üç günlük mecburi ayrılıkları olay yapmamak, abartmamak şart. Çünkü her koşulda bebeğiniz sizi hissediyor. Ayrılık anında suçluluk duygusuyla hareket eder ona tekrar tekrar sarılırsanız bir gariplik olduğunu çakıyor ve geriliyor. Kavuştuğunuzda da aynı şekilde... Yani bizde öyle oluyor. Her durumda Rüzgar içimin bir yansıması olarak karşımda duruyor. Bakalım bundan sonra kendimi de onu da germemeyi başarabilecek miyim?
Yazının Devamını Oku 
19 Haziran 2010
“Bebeğinizin İlk Yılında Sizi Neler Bekler” adlı şahane başucu kitabım bakın Rüzgar’ın her fırsatta pipisiyle oynaması konusunda neler söylüyor: “Bebekler doğdukları andan itibaren seksüel canlılardır. Hatta bazı erkek fetüslerin rahim içerisinde ereksiyon olduğu gözlenmiştir. Bazı bebekler ilk yaşlarının ortalarına doğru seksüel yanlarını araştırmaya başlarlar. Bu ilgi kaçınılmazdır ve bir bebeğin gelişiminin sağlıklı bir parçasıdır, tıpkı daha önceleri el ve ayak parmaklarına olan ilgi gibi. Bu tür bir merakı engellemeye çalışmak el ve ayak parmaklarıyla oynamasına engel olmak kadar yanlıştır. Size kim ne derse desin kendi genital organlarıyla oynayan bebekler fiziksel ya da psikolojik bir zarar görmezler. Bu tür oyunlar oynayan çocuklara ya da bebeklere yaptıklarının kötü ya da kirli olduğunu hissettirmekse zararlı olabilir ve gelecekteki seksüel hayatlarında veya cinsel kimliklerinde olumsuz etkileri olabilir. Kendini uyarmayı bir tabu haline getirmek bunu daha da cazip hale getirebilir.” Yani neymiş? Ortada endişelenecek bir durum yokmuş. Kendime ve benimle aynı durumdan endişe eden annelere bir kez de buradan sesleniyorum o zaman: Bırakalım oynasınlar!
5 YAŞINA KADAR SAKINCASI YOK
İkinci konumuz ise parmak emme. Rüzgar’ın ilk dişi 4,5 aylıkken çıktı. O gün bugündür dişetleri çok fena kaşındığı için eli sürekli ağzında ama arada basbayağı parmağını emiyor. Alışkanlık yapar diye korkuyorum. Kitaba göre onda da bir sorun yok: “Parmak emmenin tek başına tehlikeli ya da ruhsal bir hastalığın belirtisi olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Eğer beş yaşından önce bırakılırsa, kalıcı dişlerin yapılanmasını da olumsuz yönde etkilemez; ağızda bu zamandan önce oluşan herhangi bir şekil bozukluğu eğer alışkanlık bu sırada terk edilirse normale döner. Birçok uzman, gelişimsel bir davranış olduğu ve büyümeyle birlikte terk edildiği için çocuğu dört yaşında önce parmak emmekten vazgeçirmek için herhangi bir girişimde bulunulmaması gerektiğinde hemfikirdir. Bazı çocukların neredeyse yarısının geçmişte parmak emdiklerini göstermiştir. Bu davranış 18-21 ay arasında en yoğun halini almakla birlikte, bazı çocuklar bu dönemde artık parmak emmeyi bırakır. Yaklaşık yüzde 80’i beş, yüzde 95’i de altı yaşlarında kendiliklerinden vazgeçerler.” Yani durum aynı. Çocuğumun parmak emmesini sakin ve sabırlı bir şekilde karşılamam gerekiyor. Şimdi de çocuğu parmak emen annelerle birlikte söylüyorum o zaman: “Bırakalım emsinler!”
“Ben seni bu kadar sinirlendirecek ne yaptım” dediği an, ben bittim
Hayatımın en zor haftasıydı. Geçen hafta yazdığım yazı yüzünden çok öfkeli tepkiler aldım. Ama kimseyi suçlamıyorum. Çünkü bunu kendime ben yaptım. Hatalıyım. Yedi aydır bana annem kadar bazen ondan bile yakın olan kadını kırdım. Cumartesi sabahı yazıyı okuduğunda bana dönüp “Her insan hata yapar. Ben seni bu kadar sinirlendirecek ne yaptım” dediği an ben bittim. İtiraf edeyim yazıyı tekrar tekrar okuduğumda ben bile kendimden nefret ettim. Hatalıyım. Duygularım çatapat gibi patlarken, sinirlerim çok bozukken bir yazı yazdım. Hatalıyım. Naif örnekler vereyim, birkaç tane de komik hikayeyle süsleyeyim derken çuvalladım. Öldürürüm, asarım, gömerim, keserim gibi kelimelerin gazeteye öyle bol kepçeden, arkadaşınla dertleşir, karşındaki senin içini bilir, aslında öyle demek istemediğini hesaplar gibi yazamıyormuşsun, üçüncü yazımda acı bir tecrübeyle anladım. Ne diye verdim ki dadımızın ismini... Vermeseydim keşke. Gereksiz yere afişe oldu. Facebook’ta, twitter’da adına üyelikler açıldı. Yakınlarından gelen telefonlara “Ben mutluyum, bir sorun yok” demekten yoruldu. Merak edenlere not; biz mutluyuz gerçekten. Çünkü ikimiz de biliyoruz yaşadıklarımızın doğallığını, bunların dadılar ve anneler arasında bazen günde beş posta yaşanılacak cinsten şeyler olduğunu. Bunu en çok da o biliyor. Çünkü 20 yıldan fazladır çocuk bakıyor. Benim yeni anne olmamdan kaynaklanan hassasiyetlerimi, paranoyalarımı, kıskançlıklarımı, amatörlüklerimi, duygusallıklarımı
hoş görüyor. Yani bu noktada büyüklük onda kalıyor. Büyük bir not: Kırgın, kızgın olduklarım var tabii. Etik olmaktan, ahlaktan bahsederken hızını alamayan, işi dokuz aylık oğluma küfredecek kadar çirkinleştirenler mesela. Aynı gazetede çalıştığım hatta sözde mentorum olan Ahmet Hakan mesela. Keşke gazeteye yazmadan önce bir telefon açıp bir iki öğütte bulunsaydı. Yaşam tarzı üzerine yazmak görgü ister derken kendisi “yazının şehvetine kapılmak” terminolojisini bize öğreten olduğunu unutmasaydı. Bir de korktuklarım var. Beni dadımıza köle gibi davranmakla suçlayarak çarmıha geren, konuyu çok başka yerlere çeken, linç meraklısı insanlar; öfkenizden, tarzınızdan, tonunuzdan, üslubunuzdan, bakış açınızdan sizinle paylaşacağım gelecekten çok korktum bilesiniz!
Yazının Devamını Oku 
5 Haziran 2010
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Bu hamileyken en sık duyduğum cümleydi. Söyleyenler haksız mıymış? Hiç değil. Ama şimdi ben onların yerinde olsam, anne adayı birini gördüğümde onu değil şunu söylerim: Bundan böyle kendini hep yetersiz hissedeceksin.
Ben benden beş tane daha olsun istiyorum mesela. Rüzgar’la ilgili yaptığım her şeyden sonra bir eksiklik duygusu yaşıyorum. Annelik daha iyisini bulup, öğrenip, yapmaya çalışmak için çıkılmış bir yolculuk bana göre. Sloganımız şu: Rüzgar bir numara, ben ise daimi sıfır!
Google en büyük yardımcım. “Sümüksü kaka normal mi” ya da “Bebek yoğurdu nasıl yapılır” diye yazdığımda istemediğim kadar sonuç çıkıyor. İnternet sitelerindeki forumlardan yüzlerce annenin konu ile ilgili paylaştığı deneyimlerini okuyorum. Kafam iyice karışıyor. Doktorların bir dediği diğerini kolay kolay tutmuyor. Aslında ortaya tek bir sonuç çıkıyor. Anneannelerimizin dediği gibi “Her çocuk bir değil.” Bunun farkındayım, ama içim soğumuyor. Sorgulamadan olmuyor. Paranoyakça acabalar elele tutuşup beynimin içinde halay çekiyor.
Kızgın bir bakışına olmadık anlamlar yüklüyorum. Bağırıp çığlık atmasının nedeninin sesini keşfetmesi olduğunu biliyorum ama yine de biri onu sinirlendirecek bir şey mi yaptı diye düşünmeden edemiyorum.
Günde beş kere kaka yaptığında da içim rahat etmiyor bir kere yaptığında da... İşten eve geldiğimde kirli bezlerini tek tek açıp sanki kaşıkçı elmasını inceler gibi bakıyorum. Bir son vermem gerekiyor ama yapıyorum.
Kaşınan dişlerinin acısını elimi, çenemi ısırarak dindirmesine bayılıyorum. Ama bu sefer elim yüzüm onun için yeteri kadar temiz değil diye kıllanıyorum. Ellerimin derisi pul pul dökülmeye başladı ama yine de gidip gelip yıkıyorum.
Yedi diş var. Sekizincisi yolda. Eline ne geçerse ağzında. Ben her daim kırmızı alarmda. Oyuncakların üzerinde toz, kir, kıl var mı diye tekrar tekrar bakıyorum, gördüğümle hiç yetinemiyorum.
Yetersizliğin zirve yaptığı anlar, yanında olamadığım zamanlar. Şu anda ne yapıyor diye düşünmekten hindi gibi şişiyorum. Dadısı sebze çorbasını içirmek için ağzını yanaklarının iki yanından bastırıp mı açtırıyor? Emeklemek istediğinde izin veriyor mu? Ağlamadan uyutmayı becerebiliyor mu? Emziğini yere fırlattığında her seferinde yıkıyor mu? Bu gibi sorular, ona güvenmeme rağmen aklıma geliyor.
Şöyle zamanlarımız var. Saat sabah 6. Bütün gece toplamda bir saat ya uyumuşum ya uyumamışım. Rüzgar yine uyanmış. Kucağımda piş piş yapıyorum. Dadı “Ben alayım Sibel Hanım” diye içeri girmiş. Veriyorum vermesine ama... Kapının eşiğinden en az beş dakika içeriyi dinliyorum. Hangi ninniyi, nasıl bir tonda söylüyor diye analiz ediyorum. Sesindeki şevkatli tonu yakalayınca rahatlıyorum. Şimdi yapmıyorum ama daha küçükken yasaklamama rağmen ayağında sallamasından şüphelendiğim için abuk sabuk bahanelerle odaya ani baskınlar düzenliyordum!
Oyun oynarken bile içim rahat değil. Rüzgar’la doğru oyun oynamak için her ay Mature Eğitim ve Aile Danışmanlığı Merkezi’nden eğitim alıyorum. Abuk sabuk şeylere hayır dememem, hayırları çabuk tüketmemem gerektiğini onlardan öğrendim. Bir şeyi yapmasını istemediğimde yapmıyoruz, ellemiyoruz, bu senin için uygun değil gibi cümleler kurmam gerektiğini de... Kitaplardaki hayvanlara bakarken önce hayvanın adını söylüyorum sonra çıkardığı sesi taklit ediyorum. Kedi miyav, miyav, miyav, Kuzu meee, meee, meeee... Daha bu aydan karmaşık puzzle’ları önüne koymuyorum. Legoların en büyük parçalılarını veriyorum. Bol bol ceee oynuyorum. Topları örtülerin arkasına saklayıp, bulmasını sağlıyorum. Dolu dolu bir saat bile oynasam tatmin olmuyorum. Yoruldum diye kendime kızıyorum.
Ayda yılda bir gece dışarı çıkıp eğlendiysek, ertesi gün benim için tam bir işkence. Bir kere üç beş kadeh içki içtiğim için sütleri sağıp sağıp dökmem gerekiyor. Ellerim titreye titreye, pişman ola ola... Ertesi gün uykusuzluk ve alkol bünyeyi esir aldığı için yataktan başımı kaldıramıyorum. Evde sabah yedide gün başlıyor. Rüzgar uyanıyor, kahvaltısını ediyor, sonra tekrar uyuyor, meyvesini yiyor, dedesi gelip parka götürüyor, geri geliyorlar, sebze püresini yiyor. Hepsini duyuyorum ama kalkamıyorum. Bazen de kalkıyorum. İki saat uyku bana yeter oğlumla oynamalıyım diyorum. Bir saat olmadan pilim yine bitiyor. Tekrar yatağa dönüyorum. Dönüyorum ama uyumak ne mümkün. İster adrenalin deyin, ister heyecan gözüme uyku girmiyor. Yetersizlik duygusu yine gelip yakama yapışıyor.
Tüm bunları arka arkaya sıralayınca ruh hastası bir profil çıktığının farkındayım. Ama bence annelik yarı delilik gibi bir şey. Bazen Rüzgar uyurken bile yanında olmam, yatağının başında oturmam gerektiğini hissediyorum. Kendimi hala hamile mi sanıyorum dersiniz?
Yazının Devamını Oku 
29 Mayıs 2010
9 ay önce anne oldum ben. Sizlere annelik ile ilgili yazı yazmak için ikinci bir hamilelik dönemi geçirdim yani. Artık hazırım. Bugüne kadar moda yazarı olarak bildiğiniz ya da bilmediğiniz kadının annelik sayıklamalarını okuyacaksınız bundan böyle. İşte başlıyorum. Hamile kaldığım ilk günden beri normal doğum yapmayı istedim. Öteki türlüsünü “doğurmak” saymadım içten içe. Sezaryenin kesiğinden korktum. Karnıyarık olmayacağım diye tutturdum. Ama Ajda’nın şarkısında benim gibilere dediği gibi “Hayatta her şey senin istediğin gibi olmuyor, bu yüzden nice aşklar mutlu sonla bitmiyor”...
Tam 42 hafta bekledim. Koca göbeğimle Ağustos sıcağında yanıp kavrulmama rağmen inat ettim. 41. haftanın sonunda gün aşırı doktora gidip yarım saat bebeğimin kalp atışlarını dinledim. Sancılanmak için bildiğim bütün duaları defalarca ettim. Her gün 40 kere “Ben hazırım, senin gelmeni bekliyorum oğlum” dedim. 42. haftanın sonunda doktorum Murat Çarak, anatomin müsait değil bebeğin kafası kanala girmiyor, girmeyecek dedi ve sezaryen için gün verdi.
Epidural sezaryenle doğum yaptım. Oğlumla ana rahmine düştükten 9 ay 20 gün sonra tanıştım.
Ben Rüzgar’ı kucağıma verdikleri anı ilk buluşmadan saymıyorum bilesiniz. Bence biz ağzını açıp memeye saldırdığı anda buluştuk. Birbirimize ilk merhabayı o zaman dedik. Benim Allah’ın varlığına bir kez daha inandığım andır o an. Daha iki saniye önce karnımdan çıkan bebeğimin nasıl bir mekanizmayla emmeyi, memeyi, sütü, yutkunmayı bildiğine şaşırıp kalmamdır. Emzirmek konusunda pes etmemeye ant içtiğim zamandır.
9 aydır emiyor Rüzgar. Yakında bırakmayı düşünüyorum ama düşünmesi bile kötü. Çünkü emzirmek yoga, meditasyon, çakra açma, enerji yenileme gibi işlerin nirvanasıdır bence.
Benim için 30 yıl taşıdığım, ergenlikte şişirdiğim memelerimin anlam, şekil, şemal, ehemmiyet değiştirmesidir emzirmek.
Anne olana kadar seksle ilişkilendirdiğin memelerinin birden bir canlıya hayat veren kutsala dönüşmesidir.
İneklerle empati kurmaktır. Her türlü bayat inek esprisine tahammül etmeye çalışmaktır.
6 ay boyunca su bile içmeden yalnızca senin göğüslerinden akan sıvı ile doymasına her gün tekrar tekrar şaşırmaktır. Sütün artısın diye 40 takla atmaktır. Nefret etsen bile süt yapıyor diye dereotu, tahin helvası, ceviz, üzüm yemek, günde altı litre su içip damacana gibi dolaşmaktır.
Bana göre hamilelikte aldığın kiloların jet hızıyla gitmesidir emzirmek. Hatta eksiye düşmektir. Profiterol, fırın sütlaç ve dondurmayı üst üste yeme özgürlüğüdür.
Çalışan bir anne için emzirmek biberonu delicesine kıskanırken, muhtaç olduğun için kulu kölesi olmaktır.
Emzirmek ne kadar içtiğini görebilmek için yavrunun ağzının içine kameralı bir tartı takmayı istemektir.
Cubic centimeter (cc), mililitre gibi hacim birimlerinin sorgu malzemesi olduğunu öğrenmektir. Çünkü işten evi her aradığında sorduğun soru fikstir: “Sağdığım sütün kaç cc’sini içti?”
Alttan üstten fark etmez, emdikten sonra her çıkardığı gazla sana oh dedirten bir seanstır emzirmek.
Uykularının gecede belki sekiz, belki seksen kez bölünmesidir. Bazen yirmi dakikada bir, iyi günündeysen iki saatte bir uyanıp meme istemesidir. İnsanın kadeh kadeh içkiler olmadan da sarhoş olabileceğinin idrakıdır bu durum.
Emzirmek süt sağma pompası denilen aletin çocuğundan sonra en yakının olmasıdır. Çocuğunu ne kadar seviyorsan o iğrenç sesli aletten o kadar nefret edersin? Ama eğer benim gibi işe hiç ara vermeyen bir anneysen o işi de eğlenceli hale getirmeyi bilirsin.
Ne mi yapıyorum? Bir kere utanmam sıkılmam yok. Arkadaşlarımla dedikodu yaparken bile süt sağıyorum. Memeleri halka açtım, rahat takılıyorum.
Kaçırdığım (her zaman kaçırıyorum aslında) dizileri internet üzerinden izliyorum. Behlül Bihter’i tekrar öperken de süt sağıyorum, Ezel Ali Abisi’ne aslında kim olduğunu açıklarken de.
Kısacası emziriyorum ve Rüzgar’ın çıkardığı her yutkunma sesinden sonra şükrediyorum.
Diğer taraftan yaz geldi zorlanıyorum. İkitelli-Nişantaşı neyse de Bodrum-İstanbul hattında gidip gelirken emzirmeye devam edemeyeceğimi biliyorum.
Bir yaşından sonra çocuk da anne de emzirme bağımlısı olur diyorlar, tırsıyorum. Bu aralar konudan uzaklaşmayı deniyorum. Bakalım becerebilecek miyim?
OTO KOLTUĞU OLMADAN ASLA
Trafikte ön koltukta oturan çocuk görünce çıldırıyorum. Hele ki şoför mahalinde babası olacak adamın bacak arasında oturuyorsa, gerçekten durdurup o babaya kafa atmak istiyorum. Bir insan kendi canını nasıl böyle tehlikeye atar, aklım almıyor. Neyse ki yasa 1 Haziran’dan sonra bu saçmalığa son verecek. Artık 135 cm’den kısa ve 36 kg’ın altındaki çocuklar trafikte ECE R44 güvenlik standardına uygun oto koltukları ile seyahat edecekler, başka yolu yok. Geçen ay “Çocuklarımızı Hayata Bağlayalım”’ projesi ile uzun yıllar Türkiye’deki trafik kazalarında yüksek çocuk ölüm oranlarına dikkat çekmeye yönelik çalışmalar yapan Maxi-Cosi oto koltukları Türkiye distribütörü Grup Baby, Denetleme Şubesi’nde görevli 350 polis memurunu eğitti. Bundan böyle trafikte çocuğunuzu oto koltuğuna oturtmazsanız ya da koltuğu yanlış bağlarsanız cezası 62 TL. Ama olası bir kaza halinde ödeyeceğiniz cezanın parasal olarak karşılığı olmadığını, yüreğinize büyük bir ateş düşeceğini unutmayın. Çünkü oran çok ciddi. Çocuk oto güvenlik koltuğu kullanımının zorunlu olduğu Avrupa Birliği ülkelerinde trafik kazalarında çocuk ölüm oranı yüzde üçlerde. Ne yazık ki ülkemizde yüzde 46 civarında.
Yazının Devamını Oku 