Rahmi Turan

Güneşin utancı!

25 Ağustos 2008
GÜNEŞ herkesin üstüne doğar, yağmur herkesin üstüne yağar.Belediyeler de böyle olmalıdır. Yalnız kendilerini seçenlerin değil tüm halkın üzerine hizmet yağdırmalıdır. Bu anlayışta kaç belediye var, bilemiyorum. Fakat sayıları çok olmasa gerek!

Bodrum, Türkiye’nin nadir incilerinden biri. Her şart altında parıldıyor. İktidarın yok etme çabalarına rağmen, ışıldıyor.

Bodrum Yarımadası’nda 11 ayrı belediye var. Bu belediyelerden üçünün başkanını tanıyorum: Gündoğan (Başkan MHP’li İbrahim Bilgi), Yalıkavak (CHP’li Mustafa Saruhan), Ortakent (DYP’li Mehmet Kocadon).

Üçünün de başarılı olmalarının üç sebebi var: Çalışmak, çalışmak, çalışmak.

* * *

Türkiye’de, Mart 2009’da belediye seçimleri var. Yedi ay kadar bir zaman kaldı.

Geçen haftaki yazımda, Ortakent Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un, Bodrum Merkez Belediye Başkanlığı’na aday olacağını fakat DYP battığı için, kendisine parti bulması gerektiğini yazmıştım. Demokrat Parti Bodrum İlçe Başkanı Beyler Koca aradı ve "Rahmi Bey, yazınız üzerine harekete geçtik. Bir heyetle gidip Sayın Mehmet Kocadon’a adayımız olmasını teklif ettik. Olumlu karşıladı. İlçede güzel rüzgárlar estireceğiz inşallah" dedi.

"Hayırlı olsun" dedim. İnanan insanlar başarır.

Bodrum’un o sarhoş edici şiiri, doğal manzarası, hoş seması her geçen gün bozuluyor. Sebep çirkin yapılaşma ve hızlı betonlaşma. Bodrum’u bu tehlikeden kurtarmak gerek.

Görkemli doğal güzellikler yavaş yavaş yok oluyor gibi.

Yıllardır soluk aldığımız yasemin kokularıyla dolu havaya son zamanlarda başka kokular da karışmaya başladı.

Bodrum’un mandalina bahçeleri imara açılarak birer birer katlediliyor. O güzelim tabiat ölüyor, dağ-taş hızla betonlaşıyor. Doğa, canavar dozerlerin pençesi altında yok olmakta!

Bol güneşi ile ünlü Bodrum’a güneş bile sanki utanarak bakmaya başladı.

* * *

Yıllardır Bodrum’da yaşayan gazeteci dostumuz Can Pulak, "Artık güveni kalmadığı için yabancı gelmiyor. Emlak satışları durma noktasında. Binlerce satılık ev var, alan yok" dedi.

Bodrum Ticaret Odası Başkanı Mahmut Serdar Kocadon’a sorduk, o anlattı:

"2006-2008 arasında 10 bin 262 konut yapıldı. Son iki yılda konut satışlarında oluşan duraklama. inşaat sektörünü ciddi şekilde ekonomik sıkıntıya soktu.

Yabancıya konut satışının bir yasaklanıp bir serbest bırakılması maalesef güven sorunu yarattı. ’Türkiye güvenilir ülke’ diye konut alan yabancılar şimdi ’Türkiye güvenilir değil’ diye kaçıyor. Konut satışlarının duraklamasının en önemli sebebi bu güvensizliktir."

* * *

Bodrum güzellikler kadar garipliklerle de dolu. Milyon dolarlık villaların önünde çirkin balık çiftlikleri var. Denizi kirleten, pis kokular yayan balık çiftlikleri turizmi öldürüyor. Fakat bir başka gerçek de şu: Eğer bu balık çiftlikleri olmasa kimse balık yiyemez!

O halde ne yapmalı? Çiftlikleri turizm bölgesinden uzak yerlere taşımalı.

Can Pulak, "5 yaşındaki çocuğun 5 dakikada çözebileceği sorunu devlet 20 yıldır çözemiyor. Ortak akla ihtiyaç var ama AKP iktidarı turizmi sevmiyor!" diyor.

Balık çiftliklerini başka yere nakletmek, sahillerde "turistik pansiyon" adı altında özel ticari konutlar yapılıp kıyıların yağmalanmasını önlemek gerek ama Bodrum’un bozulması bu iktidarın umurunda bile değil! Kıskançlık mı, vurdumduymazlık mı, akılsızlık mı, bilemiyorum!
Yazının Devamını Oku

Aynasına kızan toplum!

24 Ağustos 2008
AYNA bizi güzel göstermiyorsa kabahat onun mu?Genellikle tepkisiz, ya da çok geç tepki veren bir toplumuz.<br><br>Birçok olayda "neme lazımcı", duyarsız bir tavır sergiliyoruz. İktidardaki partinin önemli adamlarından biri, bir imar sorununda aracılık yaparak bir milyon doları götürüyor, toplumda hiçbir reaksiyon yok. Ülkede birçok antidemokratik işlemler oluyor, yine gık yok. Zamlar sulusepken kar gibi üzerimize yağıyor, yine ses seda yok.

"Yolsuzluklara damardan gireceğiz", "Hortumları keseceğiz" diye işbaşına gelenler, temiz ellerden bahsedenler, yanlarındaki her geçen gün daha da kararan kirli elleri görmüyor, ya da görüyor, bir şey diyemiyor. Toplumda yine hiçbir reaksiyon yok.

Peki, bizim toplum niye böyle duyarsız, neden böyle tepkisiz?

Aynasına kızan toplum talihine küssün!

* * *

Bir süre önce, şimdi işadamı olan eski gazeteci dostumuz Turgut Dinsel, sağlık yazarı Coşkun Bel, modacı arkadaşımız Mustafa Küçükaslan ve kalp uzmanı Doçent Dr. Kemal Yeşilçimen, yemekli bir dost toplantısında sohbet ediyorduk. Dedik ki:

"Bizim toplum hemen her olayda niçin bu kadar duyarsız? Avrupa Birliği görüşmeleri, neredeyse durdu, hiç ses çıkaran yok. Reaksiyon duygumuz çok geç mi devreye giriyor?"

Doçent Dr. Yeşilçimen, "Bakın izah edeyim. Fakat lütfen hiç kimse alınmasın" dedi ve şöyle anlattı:

"Doğanın en zarif hayvanlarından biri olan ceylanın herhangi bir tehlikeye karşı reaksiyon süresi 17 milisaniye, yani yaklaşık saniyenin dörtte biri. Eğer 18 milisaniye olsaydı kaçamaz ve aslana yem olurdu!

Mandaların ve öküzlerin reaksiyon süresi, ceylandan yaklaşık 250 kat daha yavaş, 17 saniye. Bu yüzden geçen treni çok geç algılarlar. ’Öküzün trene bakması gibi’ sözü bundan çıkmıştır.

Bizim toplumun reaksiyon süresi ise 17 yıldır. Katil Apo, cinayetlerine başladıktan 17 yıl sonra, sert tepki gösterilip Suriye’den atılması sağlanmış ve Kongo’da yakalanmıştır.

Avrupa Birliği’ne giriş süresini ise ancak 17 yıl sonra düşünmeye başlayacağız!"

* * *

Yılmaz Dağdeviren’in anlattığı bir hikáye de ilginç. Yarası olan gocunsun!

"Köylünün biri, tarlasına sürekli zarar veren hayvanın ne cins bir mahluk olduğunu anlamak için nöbet tutmaya başlar.

Bir akşam, karanlık çökerken hışırtılar duyar ve dikkat kesilir.

Az sonra bir de bakar ki, kocaman bir ayı, tarlada ekili olan mahsulü koparıyor, kokluyor, beğenmediklerini atıp, beğendiklerini yiyor.

Ertesi akşam aynı ayı yine gelip tarlayı altüst etmeye, ürünleri koparmaya başlıyor. Dayanamayan köylü tüfeğini doğrultuyor ve ayıyı orada vurup öldürüyor. Olay duyulunca adamı mahkemeye çıkarıyorlar. Hákim soruyor:

’Evladım, sen av yasağı olduğunu bilmiyor musun? Bu hayvanlar koruma altında, nasıl öldürürsün bunu? Yasalara göre seni hapse atmam gerekiyor!’

Köylü şaşırarak şöyle diyor:

’Nasıl olur hákim bey? Bu hayvan benim bütün tarlamı dağıtarak bir yıllık emeğimi mahvetti. Hatta bana da saldırdı. Ben de onu öldürdüm!’

’Vallahi evladım, bu kanunu ben yazmadım. Bunu Meclistekilere soracaksın. Ben sadece uyguluyorum.’


Köylünün gözleri şaşkınlıkla açılır ve:

’Vay canına be!’ der, ’Bu ayının da Meclis’te adamı varsa, pes vallahi!’"
Yazının Devamını Oku

Bodrum’da bir gece...

21 Ağustos 2008
MUHTEŞEM bir geceydi. Mehtabın ışıkları üzerimize yağıyor ve denizin durgun yüzeyinde tatlı parıltılar yaratıyordu. Böyle geceleri görmemiş olanlar yaşamış sayılmazlar!

Bodrum’un Barbaros Koyu’ndaki Kempinski Hotel’in terasındaydık. Ege Denizi’nin üstünde bakır renkli bir tepsi gibi yükselen ayı seyrediyorduk. Deniz, mehtabın ışıkları altında bir rüya álemi gibi görünüyordu.

Bodrum Ticaret Odası Başkanı Mahmut Serdar Kocadon, Bodrum’un sorunlarının tartışılacağı geceyi kısa bir konuşmayla açarak, "Bodrum’un sembolü olan Halikarnas Balıkçısı’nın ifade ettiği gibi, başka yerde nur içinde yatılır, Bodrum’da ise nur içinde yaşanır" dedi.

O sırada mehtabın nuru içinde olan tüm davetlilerin ruhları da, duyguları da aynı büyünün etkisi altındaydı.

* * *

Bodrum, yalnız tarihiyle, kültürüyle, denizi ve güneşiyle değil, otelleriyle de dünya çapında bir turizm merkezi olma yolunda.

Eskiden dağ keçilerinin otladığı yamaçlarda şimdi beş yıldızlı oteller yükseliyor.

Türk-Amerikan İşadamları Derneği Başkanı M. Uğur Terzioğlu, Bodrum’un 30 yıl önceki halini şöyle anlatıyor:

"Eskiden dört buçuk-beş saatlik bir yolculuktan sonra gelirdik buraya. Ne yiyeceğiz bilemezdik. Buradaki halkın nüfusu az tabii. Lokantaya ihtiyaç yok, herkes kendi evinde yiyor yemeğini. Geceleri elektrik de yoktu.

1977 yılında dört İsviçreli bankacıyı aileleriyle getirdim. Mandalinci’nin bir oteli vardı. Oradaki odaları tuttuk. İsviçrelileri oraya yerleştirdik. Bize yer kalmadı. Biz de karşıdaki bir evin çatısında, çuvalların arasında yattık! Bodrum’da otelcilik, son 20 yılda var."

30 yıl önce küçük, tek oteli olan Bodrum, şimdi beş yıldızlı süper lüks otellerle dolu.

Artık, dünyanın en ünlü kişileri de geliyor. Dedikodu sayfalarına yansıyan Bodrum’la, gerçek Bodrum çok ayrı. Peki, Bodrum’da her şey mükemmel mi? Heyhat, ne gezer! Merkez pislik içinde!

* * *

O güzel geceye eşim Emel ile beraber katıldım. Davette kimler yoktu ki?

Eski bakanlar, milletvekilleri, büyükelçiler, işadamları, sanatçılar, vs...

Dost yüzler de çoktu. Eski Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut, Emekli Büyükelçi Kaya Toperi ve kızı, candan arkadaşımız Can Pulak ve eşi, karikatür sanatının büyük ustası Bedri Koraman ve eşi, Ortakent’in genç Belediye Başkanı Mehmet Kocadon.

Bir Bodrum sevdalısı olan Can Pulak:

"Bodrum’un dışı sizi, içi beni yakar. Burada her koy ayrı bir cennet ama Bodrum’un merkezini çöp kokuları sarmış, pislikten geçilmiyor. Yabancılardan utanıyorum!" dedi.

Peki, çaresi ne? Büyükelçi Kaya Toperi’nin zarif kızı, "Çare, Mehmet Kocadon’un Belediye Başkanı olması" dedi ve ekledi:

"Ben onun seçim kampanyasında Bodrum için gönüllü olarak görev alırım."

* * *

Mehmet Kocadon halen Bodrum Ortakent Belediye Başkanı. Konuklar "Bodrum Belediye Başkanlığı’na aday olacak mısınız?" diye sordu.

Genç Başkan güldü: "Beni seven, bana güvenen insanları kıramam. Bodrum’da doğdum, Bodrum’da öleceğim. 7 ay sonra aday oluyorum!"

Mehmet Kocadon, Ortakent’te DYP’den Belediye Başkanı seçilmişti. Oysa şimdi partisi battı. Peki, hangi partiden aday olacak? AKP mi dediniz? Bu mümkün değil! Aydın bir Türk kadını olan annesi onu kurşuna dizer, babası Şerif Amca da onu evlatlıktan reddeder!

Mehmet Kocadon, AKP’nin dışında bir parti bulmalı! Zaten Bodrum’da AKP kazanamaz!
Yazının Devamını Oku

’Ben 3 ihtilal geçirdim!’

18 Ağustos 2008
ÖYLE horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanır!Günümüzde öyle insanlar var ki, Türkiye’nin "Ergenekon Davası" ile düzlüğe çıkacağını sanıyor! Bugün sokaktaki herhangi bir vatandaşa "Ergenekoncu nedir?" diye sorsanız "Darbecidir" diye cevap verir. Peki, gerçekten öyle mi?

Buna elbette ki yüce yargı karar verecek. Fakat konu öyle dallanıp budaklandı ki, herkes her yerde bu konuyu tartışır hale geldi.

Peşin hükümlü AKP yanlısı basın, sanıkları çoktan mahkûm etti bile!

2455 sayfalık iddianamede, bilindiği gibi, suçlamalar özetle şöyle:

Silahlı terör örgütüne üye olmak, yardım etmek.

Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmak.

Halkı hükümete karşı isyana tahrik ve teşvik etmek.

Patlayıcı madde bulundurmak, atmak veya bu suçlara azmettirmek.

Askeri itaatsizliğe teşvik... Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik,
vs.

* * *

Uzun yıllar birçok hükümette "bakan" olarak görev alan Türk siyasetinin İsmet Abi’si (İsmet Sezgin) olumsuz bir tablo çizerek "Türkiye’de halkla, orduyla, derneklerle, üniversitelerle kavgalı, kadroculuğun bu kadar egemen olduğu bir dönem görmedim. Bunun adı ’Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyametedir" dedikten sonra, Ergenekon konusunda da görüşünü şöyle belirtti:

"Ergenekon Efsanesi’nde demir dövüyorlardı, bu Ergenekon’da ise havanda su dövüyorlar! Ben bunca yıldır, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir dava görmedim.

Binlerce sayfayı aşan dedikodu ve iddiaları, kişisel, özel telefon görüşmelerini de yansıtan, konuyla ilgili ilgisiz pek çok ayrıntıyı içeren, zaman zaman ciddiyetten yoksun beyan, tutum ve davranışları konu eden, ne ile suçlandığından habersiz insanları bir yıldan fazla tutuklu kılan bir başka dava Türk adliye tarihinde var mıdır, doğrusu bilemiyorum. (İhtilal dönemleri hariç.)

Bu dava insanda ’Madem öyle, işte böyle!’ izlenimi uyandırıyor.

İddianamede adı geçen kişilerin pek çoğunu tanıyorum. Bazıları ile beraber çalıştık.

Tutuklanan iki sayın emekli orgeneral, devlete uzun yıllar onurla hizmet etmiş, ülkeye karşı her türlü saldırıyı ve terörü önlemede büyük gayretler sarf etmiş, başarılar kazanmış komutanlardır.

İçlerinde Sayın Kemal Alemdaroğlu gibi bilim adamları, Sayın İlhan Selçuk gibi seçkin ve saygın gazeteciler, Sayın Sinan Aygün gibi başarılı işadamlarından başka, Türkiye’nin sorunlarını kendilerine dert edinen işadamları da var.

Bunlar mı ihtilal yapacak?

Ben 3 ihtilal geçirdim, iki de ihtilal girişimi. Darbelerin nasıl gerçekleşeceğini çok iyi bilirim.

Böyle darbe, böyle ihtilal olmaz!

Türkiye’nin köy kahveleri dahil bütün kıraathanelerinde her gün hükümetler devrilir, hükümetler kurulur. İnsanlarımız, kendi ölçülerine göre eleştirir, hatta kendileri bir an bu görevde olsalar, bir günde memleketi kurtaracaklarını söylerler.

Mazur görün ama Ergenekon’daki birçok iddiayı ben buna benzetiyorum. Kısacası bu dava boşuna zaman kaybından, bazı suçsuz kişilere ıstırap vermekten başka bir şey getirmez.

Bakalım dava safhasında neler görüp duyacağız? İddiada bulunanlar, iddialarını nasıl kanıtlayacaklar ve sanıklar kendilerini nasıl savunacaklar?

Havanda su mu dövülüyor ya da dağ fare mi doğurdu, zamanla göreceğiz!"
Yazının Devamını Oku

Halkı döven eller!

17 Ağustos 2008
"DEĞİŞİM" deyip duruyorlar.Yıllardır ne değişti? Şimdi ne değişecek? Neyzen Tevfik’in dediği gibi: "Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,

Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!"

Yurdun Doğu bölgelerinde doğanlarla Batı bölgelerinde doğanlar arasında fırsat eşitliği yoksa ve bu yıllardır aynı şekilde devam ediyorsa o ülkede adil bir değişimden söz edilebilir mi?

Nüfusun sadece yüzde 20’sinin Avrupalı, Amerikalı gibi zengin bir yaşam sürmesi, gelir dağılımında büyük uçurumlar olması kader midir, adaletsizlik mi?

Birleşmiş Milletler’in rakamlarını esas alırsak, dünyamızda 192 devlet var. Türkiye dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alıyor. Bu iyi ama kişi başına gelir düzeyinde 68’inci sırada yer almamız pek iyi değil! Yani, ortaya yakın fakirler grubunda bulunuyoruz.

* * *

Bir yığın sorun arasında Türkiye türbancı din tacirleriyle uğraşıp duruyor. Dini siyasete alet eden, Kuran’da olmayan kuralları topluma dayatmaya çalışan, kadınları halayık gibi gören bir zihniyet, ülkeyi örümcek ağları gibi kuşatıyor.

Takiyeci din bezirgánları topluma fesat sokup duruyorlar.

Başını örtmeyi erdem sanan, çağdaşlıktan uzaklaşan türbanlılar bu uğurda böcek gibi ezilmeyi de, şaşılacak bir şekilde, kabul ediyorlar.

"Zulme razı olanın hakkı zulümdür!" sözünü unutmamak gerekir.

* * *

Yaşadığımız bu topraklar bize Osmanlı’dan miras kalmıştır. Allah razı olsun. Fakat Osmanlı’dan bize kalan en büyük miras cehalettir.

Cahil bir toplum, din kullanılarak çok kolay kandırılıyor.

80 yıldır laiklere saldırı ve suçlama hep aynıdır: "Káfirlik, dinsizlik!"

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında, halkın yüzde 95’i okuma yazma bilmiyordu. Basit okur-yazarlık bile çok düşük düzeydeydi. Korkunç karanlık Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.

Cumhuriyet’in ilanından 10 yıl sonra bile okur-yazar kadınların oranı sadece yüzde 4 idi.

Türk halkı Cumhuriyet devrimleri sayesinde okur-yazar hale geldi. Atatürk devrimlerinin en büyük zaferi ulusun okur-yazarlık oranını yüzde 70’lere, 80’lere yükseltmesi oldu.

* * *

Demokrasiyi tramvaya benzetirler, gitmek istedikleri durağa varınca bu tramvaydan inerler!

Kadınları köleleştirmeyi savunurlar. Vatan, millet, Kuran, ezan derler, tarikatçılık yaparlar!

Evet, Türkiye değişiyor ama yoksulluk ve cehalet hiç değişmiyor!

Eğer petrol, doğalgaz gibi kaynaklara sahip olup, hazıra konmamışsa, okur-yazar oranı düşük hiçbir ülkenin kalkındığı, zengin olduğu görülmemiştir.

Biz Avrupa’nın gerisinde kalıyorsak, kaliteli insan sayımızın azlığındandır.

Çok çocuk yapmak, eğitimsiz kuru kalabalıklara sahip olmak iş değil! Yaratıcı, özgür düşünceli kadrolar yetiştirmedikçe, Batı ülkeleri hızla ilerlerken biz hep yaya kalırız!

Azgelişmiş olmak, sadece parada pulda değil, eğitimde geri kalmak, bilgisiz olmak demektir. Ülkedeki gerici kadrolaşma nedeniyle nüfusumuzun gelişmemiş bölümü hızla artıyor!

Bu ne demek? Demokratik sistemde herkesin bir oyu olduğuna göre, gelişmişler değil hep azgelişmişler kazanacak demektir. Bu yüzden ülkemizin azgelişmişlikten kurtulmasını istemeyenler var! Bunlar, düşmandan da beter yaratıklar!
Yazının Devamını Oku

Yalanın vergisi yok!

14 Ağustos 2008
AKILLI kimdir? Herkesten öğrenen... Güçlü kimdir? Hırslarını yenen...<br><br>Peki, bizim siyasiler herkesten öğreniyor ve hırslarını yenebiliyorlar mı? Heyhat! Ne gezer! Onlar her şeyi çok iyi bildiklerini ve çok güçlü olduklarını sanıyorlar! En zayıf tarafları da bu! Oysa her insanın, yaşadığı sürece öğrenmesi gerekir!

Onlara göre, ülke ekonomisi iyi yolda. Mesela, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, "Türkiye’de bence şu andaki gidişat, bizim performansımızın iyi olduğunu gösteriyor. Öngörüler, tüm dünyada enflasyonun ikiye katlanacağı şeklinde. Yüzde 12’yi aşan enflasyonda performansımız iyidir. Biz orta dönemde tekrar tek haneli rakamlara döneceğiz!" diyor.

Dileriz öyle olur! Fakat, yalanın vergisi yok diye vatandaş kandırılmamalıdır!

* * *

Biz "Her zaman yeni bir şey öğrenmeye çalışanlardan" olduğumuz için, büyük deneyimi olan eski Maliye Bakanı Sümer Oral ile bu konuyu uzun uzun konuştuk. Şöyle dedi: "AKP iktidarının ilk 5 yılında durum iyi sayılırdı. Fakat şimdi, geçtiğimiz 5 yılı çok arayacağız."

Sümer Oral’a göre, AKP’nin ilk döneminde, dünya ekonomisinde meltem havası vardı, dünya para bolluğu içindeydi, bizde de çok rahatlık yarattı, fakat bu güzel dönemden yeterince yararlanamadık, altın bir fırsat kaçtı!

Şimdi ise, meltemlerin yerini sert rüzgárlar aldı, Türkiye çok sıkıntılı günler yaşayabilir!

Sümer Oral, ekonomimizin gidişatına bakarak şöyle bir tablo çiziyor:

1) Cari işlemler dengesindeki açık (döviz açığı) tehlikeli şekilde büyümekte... AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 1.5 milyar dolar olan açık çok büyüdü, bu yıl 50 milyar dolar olarak bekleniyor!

2) Enflasyon, tek haneli rakamdan maalesef çift haneli rakama fırladı. Gidişat tatsız! Son üç yıldır enflasyon hedefi yüzde 100 oranında sapma gösteriyor. Bu gelişme ekonomi yönetimine güveni sarstı.

3) Büyüme hızı son 3 yıldır sürekli geriliyor. 2007’de yüzde 4’e düştü. Bu yılın hedefi yüzde 5.5. Tutacağı da şüpheli. Oysa Türkiye’nin her yıl yüzde 7 oranında büyümeye ihtiyacı var. Aksi halde işsizlik ve fukaralık artacak demektir. Bu durum çok hazin!

* * *

Ülkenin gerçek ekonomik gücü, hayati değerdeki bu göstergelere dayanır.

Vatandaşın refah artışı bunlara bağlıdır. Bunlar iyi değilse, boş laflar karın doyurmaz!

İşsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar çözümlenmeden ülkede huzur olmaz.

Resmi beyanlara bakıldığında her şey tozpembe... Bir masal dünyasında geziniyoruz.

Fanatizmden uzak, aklı başındaki vatandaşlar ise aynı fikirde değil, çünkü sıkıntıları bizzat yaşıyor. Ekonomide güven çok önemli. Güven zor sağlanır, zor korunur, kolay kaybedilir!

Son dönemde içeride "İşsizlik, enflasyon, yatırım, üretim" gibi temel sorunlar yerine (Ergenekon davası gibi) başka tartışmalar öne çıktı. Biz yerimizde sayarken, diğer ülkeler hızla mesafe alıyor: "Eller Ay’a, biz yaya!"

Yönetim kademesinde yeni bir canlılığa, yeni bir heyecana, yeni ekonomik programlara ihtiyaç var! Akıllanma yeteneği olan insanlar, yaşanan tecrübelerden ders almalıdır.

NOT: Pazartesi günkü yazımda Sayın Kenan Evren’in "Allah bizi almayı unuttu" diyen arkadaşı Mustafa Deliveli’nin adı yanlışlıkla "Karaveli" diye çıktı. Düzeltir, özür dilerim. R.T.
Yazının Devamını Oku

’Allah bizi almayı unuttu!’

11 Ağustos 2008
İKİ gün önce, Bodrum Yalıkavak’taki Golden Age Oteli’nde ilginç bir toplantı vardı. Bir gece önce İsmet Sezgin telefonla aramış ve "Yarın sabah kahvaltısında, başta Kenan Evren ve Hüseyin Kıvrıkoğlu paşalarımız olmak üzere, eski dostlarla toplanıyoruz, sen de gelirsen sevinirim" demişti.

"Gelirim İsmet Abi" dedim. O herkesin İsmet Abisi idi... Hatta Kenan Evren’in bile. Evren Paşa’nın ona "İsmet Abi" dediğine o gün herkes bir defa daha tanık oldu.

Sabah otele gittiğimde Kenan Evren’in, denize yakın bir çardağın altında oturduğunu gördüm. Zaman zaman bakışları denizin engin maviliğine takılıyor, beki de yaşamın güzelliklerini düşünüyordu.

"Günaydın Paşam. Uzun süredir görüşmemiştik" dedim. Gülümseyerek başını kaldırdı:

- Evet, en son iki yıl önce Ali Şen’in evinde görüşmüştük Rahmi Bey."

- Hafızanız güçlü Paşam. O gün sizin 90’ıncı yaş gününüzü kutlamıştık.

- Evet ama artık yaş günü kutlamıyorum.

- Neden Paşam?

Evren, "Allah bizi almayı unuttu, hatırlatmak istemiyorum" diye güldü.

Hep beraber "Allah uzun ömür versin Paşam" dedik. O devam etti:

"Benim bir arkadaşım vardı. Adı Mustafa Karaveli. Benden iki yaş küçüktü. Ona ’Neden yaş gününü kutlamıyorsun?’ dediğim zaman ’Aman aman! Tanrı bizi almayı unuttu, yaş günü düzenleyip ona kendimizi hatırlatmayalım’ derdi. Ben de Karaveli’nin sözüne uyuyor, artık doğum günü kutlamıyorum. Bundan sonraki yaş günü kutlamam inşallah 100 yaşında olacak."

Evren Paşa dinç, zinde ve sağlıklı. Eğer Allah bize ömür verirse, 2016 yılında onun 100’üncü yaşını da kutlayacağız.

* * *

İsmet Sezgin’in Golden Age Oteli’nde her yıl düzenlediği toplantı neşeli geçti. Kimler yoktu ki? Emekli generaller, eski bakanlar, valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, belediye başkanları... Davetli listesinde sadece iki fire vardı:

1) Karadayı Paşa (Geleceğini söyledi, gelmedi.)

2) Çevik Bir (Evren Paşa ile aramız iyi değil dedi, gelmedi.)


Eski Maliye Bakanı Sümer Oral, toplantının sonuna doğru "alı al, moru mor" geldi. Sıcaktan terlemişti:

"Tam evden çıkmıştım ki benim Opel tekledi, arabayı mecburen bir kenara çektim. Hay aksi şeytan! Fren de tutmuyordu..."

Sümer Oral o sabah başına gelenleri anlatırken, "Vay canına" dedik "Sümer Bey Türkiye’nin halini anlatıyor sanki."

Golden Age Oteli’nin sahibi Ceylan Öztanık "İlginç bir benzetme" derken Yalıkavak Belediye Başkanı Mustafa Saruhan gülümsemekle yetindi.

Kahvaltılı toplantı bittikten sonra Kenan Evren "Eski dostlarla bu güzel buluşmayı gerçekleştiren İsmet Abi’ye teşekkür ediyorum" dedi ve ekledi:

"Bazılarınız bilmez. Ben ondan yaşça büyüğüm ama ’İsmet Abi’ derim. O herkesin abisidir."

Bir zamanlar her sözü kanun kuvvetinde olan ve Türkiye’yi tek başına yöneten 7’nci Cumhurbaşkanı Evren o kadar mütevazı ki, insan "Keşke bugünün yöneticileri de onun gibi olabilse" diye düşünüyor. Fakat bu mümkün mü? Onların burunları Kaf Dağı’nda!
Yazının Devamını Oku

Parlak fikir!

10 Ağustos 2008
DOSTLAR arasındaki toplantıda Başbakan’ın "Her kadın en az 3 çocuk yapmalı!" sözü konuşuluyordu. Sonuçta konu "Kalite mi, sayı mı daha önemli?" tartışmasına dönüştü. Ben kalite ve niteliğin daha önemli olduğunu savundum.

Bugün nüfusumuz 70 milyon... Doğurganlık hızımız 2.1 çocuk. Bu hız, Başbakan’ın istediği gibi 3 çocuğa çıkarsa 60 yıl sonra nüfusumuz yaklaşık ikiye katlanacak ve 140 milyona ulaşacak. Böylece çok daha güçlü mü olacağız, yoksa dertlerimiz ve sıkıntılarımız iyice büyüyüp tüm ülke olarak sorunlar yumağı içine mi yuvarlanacağız?

Çok fakat niteliksiz nüfus mu, az fakat nitelikli nüfus mu daha güçlü olur?

Yeterli beslenme, barınma, okul-eğitim, sağlık ve iş imkánları sağlamadıktan sonra kuru kalabalıkların gücü olur mu?

Bugün, 7 milyonluk İsrail, iyi eğitilmiş nitelikli insanları sayesinde 200 milyonluk Arap dünyasına meydan okuyor, kök söktürüyor.

Demek ki insan sayısının çokluğu fazla bir işe yaramıyor. İşsizliğin hayatı kábusa döndürdüğü ülkemizde aşırı nüfus artışına izin verilirse ileriki yıllarda halimiz ne olur bilinmez!

"Her kadın en az 3 çocuk yapmalı" sözü bana hep Ezop’un bir hikáyesini hatırlatıyor.

* * *

Hayvanlar arasında büyük bir tartışmaya tutuşmuşlar:

"Hangi hayvan en çok sayıda yavru doğuruyor?"

Bir heyet kurulmuş, soruşturmaya başlamışlar. Bazıları mahcubiyetlerinden yüzleri kızararak sadece iki yavru doğurduklarını söylerken, bazıları da böbürlene böbürlene her yıl bir düzine, hatta daha fazla yavru doğurduklarını ilan ediyorlarmış.

Hayvanlar arasında seçilen bir kurul, nihayet dişi aslanı ziyaret etmiş. Heyet başkanı, "Bu yıl kaç yavru doğurdunuz?" diye sormuş. Dişi aslan kesin bir ifadeyle cevap vermiş:

"Sadece bir tane doğurdum ama... Benim yavrum aslan."

Kıssadan hisse... Demek ki neymiş? Nitelik ve kalite, sayıdan daha önemliymiş!

* * *

Çalışkan olmamakla beraber "cin fikirli" bir toplumuz. Böylesi parlak fikirler (!) ancak bizim insanlarımızın aklına gelir... Bir arkadaş toplantısında, alkollü araç kullanırken trafik kontrolüne yakalanan bir kişinin kurnazlığını anlattılar. Ben onların yalancısıyım: Naklediyorum.

Anlatılan kişi, alkollü olarak gece Boğaziçi’nden evine dönerken, trafik ekipleri tarafından alkol kontrolü için durdurulmuş. O, araç kuyruğunda sıranın kendisine gelmesini beklemeden motoru durdurup arka koltuğa geçmiş... Derken öndeki araç gitmiş... Trafik polisi gelip, arka koltukta oturan bizimkine, "Beyefendi, şoförünüz nerede? Durmayın, aracınızı ilerletin" demiş.

Bizimki de şaşkın ve üzgün bir ifadeyle cevap vermiş:

"Memur bey, ben de şaşkınım. Siz bizi alkol kontrolü kuyruğuna sokunca, benim şoför aracı bırakıp kaçtı. Demek alkollüymüş!"

Trafik polisi şaşırmış:

"Olur mu beyefendi? Aracınız yolu tıkıyor... Bakın arkada ne kadar araba birikti? Siz geçin direksiyona..."

"Olmaz memur bey, ben alkollüyüm, araç kullanamam!"

İyice şaşıran ve çaresiz kalan polis:

"Ziyanı yok, bu defalık görmezden geliriz" diye ısrar etmiş. Zorla direksiyon başına geçirmişler. Üstelik, trafiği açtığı için kendisine bir de teşekkür etmişler...

Ülkemizde üçkáğıtçılığın en álásı bilinir! Herhalde politikacılarımız bize örnek oluyor!
Yazının Devamını Oku