14 Eylül 2008
NE memleket ama... Böyle ülke az bulunur! "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu" yüksek yargı tarafından kabul edildiği halde o partinin ülkeyi yönetmesine izin vermek nasıl bir iştir?
Bunun sonucu, devletin her kademesinde türbanın referans olması yaygınlaştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 23 üniversitenin rektörlerinin büyük bir kısmını AKP ve türban yanlısı adaylar arasından seçmesi, geldiğimiz noktayı açıkça göstermiyor mu?
Devletin hemen her kademesinde kadrolaşma tamam gibi... Bu parti laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna göre, bunun devam etmesi normal değil mi?
* * *
Ele geçirilme sırası medyada... Gazetelerin ve televizyonların yarısı çoktan biat etmiş durumda! Yandaş bir medya yaratıldı. Fakat bu yandaş medya onlara yeterli gelmediği için, satın alamadıkları özgür medyayı susturmak istiyorlar.
O eylem de biterse, sıra orduya gelecek. Aşama aşama, kademe kademe ilerliyor bu iş! Başbakan’ın, Doğan Grubu’na saldırmasının temelinde bu var: Korkutmak ve susturmak!
Demokrasilerde böyle şey olabilir mi? Olamaz! Peki, bizde nasıl oluyor? Bizim demokrasimiz (!) bize göre...
Zamanı geldiği vakit orduya da hákim olunca "işlem tamam!"
"Böyle bir şey olmaz" demeyin. İran’da da "Olmaz" diyorlardı!
Bugünkü iktidar uygarlığa değil, ortaçağa koşuyor!
* * *
Başbakan, bizleri "Emirle yazı yazan silahşorlar" olarak niteliyor. Yani tetikçi!
Mübarek ramazan günlerinde bundan büyük iftira olabilir mi?
"İnsaf dinin yarısıdır" derler. Bu sözlerde hiç insaf var mı?
Başbakan’ın medyasındaki yazar-çizer takımı emir kulu olabilir ama kendi adımıza daha önce de söylediğimizi tekrarlayalım: "Emirle yazan alçaktan da alçaktır!"
Bizim yıllardan beri yaptığımız şey fazilet mücadelesidir, dürüstlük ve özgürlük kavgasıdır. Bir rejimin demokratik olmasını sağlayan özgür medyadır, basın hürriyetidir.
Haksızlığa, ahlaksızlığa, rüşvetçiliğe karşı çıkan, soyguncu ve hortumcularla birlikte, ülkedeki pislikleri ve din tüccarlarını ortaya çıkaran yandaş medya değil, özgür basındır.
* * *
Kontrolsüz öfke tehlikelidir. Başbakan, freni patlamış tehlikeli araç gibi gidiyor.
Türkiye’nin gerçek gündemi ne? Yoksulluk, işsizlik ve terör!
Ekonomi hız kesti, büyüme durdu, yoksulluk arttı, terör ise çok üzücü boyutlara tırmandı.
Mayınlı tuzaklar her gün can alıyor. Bir askerin cenazesi kaldırılmadan, bir başka yerden şehit haberleri geliyor.
Yüksekova’da tuzak: 1 şehit.
Şemdinli’de saldırı: 5 asker şehit.
Erzincan’da pusu: 9 asker şehit.
Bingöl’de saldırı: 4 asker şehit.
Elazığ’da saldırı: 1 asker şehit.
Şırnak’ta mayınlı tuzak: İki şehit.
Terörü önlemek kimin görevi? Herkesten önce Başbakan’ın...
Peki, bizim Başbakan ne yapıyor? Terörle değil, medyayla savaşıyor!
Terör için alınan önlemler ne? Üzüntü ve kınama mesajları dışında ortada bir önlem yok!
Siz, Başbakan’ın hiçbir şehit cenazesine gittiğini, gözü yaşlı anne ve babaları teselli ettiğini gördünüz mü? Askerlerimiz mayınlı tuzaklarla şehit olurken onun, Deniz Feneri Derneği’nin yolsuzluklarını yazan basına savaş açması hazin bir olay değil midir?
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2008
HİÇ şaşırmamak lazım. Yıllardır yazıyoruz. Bu ülkenin Başbakan’ı böyle işte... Biat kültürüyle yetişmiş! "Değiştim" dese de değişmez! Demokrasiyi hazmedemiyor. En ufak bir eleştiriye tahammülü yok. Özgür basını sevmiyor. Tüm gazetelerin yalaka olmasını istiyor. Son günlerin büyük kavgasını biliyorsunuz... Bu defa hedefte Aydın Doğan var.
Bu ilk defa olmuyor. Daha önce de saldırmadığı, suçlamadığı kurum mu kaldı?
Bir dehşet ülkesinde yaşar gibiyiz...
Konuyu biliyorsunuz. Din ve vicdan adına insanlardan milyonlarca Euro yardım parası toplayıp bunları hortumlayan Deniz Feneri Derneği’nin yarattığı skandal tam bir yüz karası!
Alman savcı da bu nedenle dava açıyor. Haberlerin kaynağı Almanya... Fakat Başbakan bu haberleri veren Türk gazetelerine, özellikle gazetelerin sahibi Aydın Doğan’a kızıyor.
Başbakan’ın hedef aldığı Aydın Doğan, haberleri herkes gibi medyadan izliyor. Onun gazetelere giren haberlerle ilgisi yok. Bunu Başbakan da gayet iyi biliyor ama işine gelmiyor.
Amaç, tüm basını biat ettirmek, tarafsız gazeteleri de kontrol altına almak! Başbakan, öfke şimşekleri saçan bakışları ve gök gürlemesini andıran sesi ile medyayı korkutmak istiyor.
Basın özgürlüğünün geleceği açısından çok kaygı verici bir durum bu... Hür basın susarsa demokrasinin ruhuna Fatiha okunur. O zaman Tayyip Bey iktidarda kalır mı, Allah bilir!
* * *
Başbakan’ın yolsuzluk olaylarını yazan medyayı suçlaması, köşe yazarlarını "Emirle yazı yazan silahşorlar" olarak nitelemesi, büyük bir iftiradır. Yalçın Doğan’ın da söylediği gibi, "Emirle yazan alçaktır". Başbakan bizleri, kendi gazetelerinin tetikçi yazarlarıyla karıştırıyor!
Erdoğan’ın müthiş saldırısının amacı belli. Aydın Doğan’ın, bu hücumdan korkup bizlere "Aman yapmayın. Başbakan’ı üzerime saldırtmayın" demesini bekliyor. Başbakan yanlış kapıyı çalıyor. Aydın Bey bunu yapmaz. Böyle bir şeye tenezzül etmez.
Hür basını tehdit eden öfke ve nefret dolu konuşmalar, demokrasi kültürünü sindiremeyen bir zihniyetin ürünüdür.
* * *
Durum, kurtla kuzu hikáyesine benziyor. Kurt, ırmak kenarında su içtiği sırada, suyun aşağı tarafında bir kuzunun da su içtiğini görür, gözleri sevinçle parlar:
"İşte bugünkü yiyeceğimi buldum."
Kurt böyle düşünürken bir an tereddüt eder. Kimseye zarar vermeyen bu kuzuya saldırmadan önce bir mazeret bulması lazımdır. Kuzuya bağırır:
"Heyy!.. İçtiğim suyu ne hakla bulandırıyorsun?"
Kuzu, incecik sesiyle cevap verir:
"Kurt amca, ben sizin içtiğiniz suyu bulandıramam ki... Çünkü su benden size doğru değil, sizden bana doğru akıyor."
Kurt öfkeli bir sesle, "Benimle tartışma! Sen bana geçen yıl da aynı şeyi söylemiştin!" der.
Kuzu korkudan titremeye başlar:
"Ama efendim, ben geçen yıl dünyada bile değildim."
Kurt daha da kızarak, "Eğer geçen yıl benim suyumu bulandıran sen değilsen bile, annendi... İkisi de aynı kapıya çıkar. Boşuna çeneni yorma. Ben seni yiyeceğim" der ve kuzuya saldırır.
Fakat umulmadık bir şey olur. Her canlı gibi, kuzunun da kemikleri vardır. Kurt onu yutarken bir kemiği boğazına takılır, ikisi de sizlere ömür!
Kıssadan hisse: Akıllı insanlar için her hikáyede bir ders vardır!
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2008
GENERAL Nikolaos Trikupis kimdir? Anadolu’yu işgal eden Yunan ordularının son başkomutanı...<br><br>30 Ağustos 1922 günü perişan olan Yunan birliklerinin başında kaçarken 2 Eylül gecesi Türk askerlerine esir düşen General Trikupis anlatıyor: "Sağ kalan birliklerimiz dağınık bir halde İzmir’e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu, bizim için büyük bir mağlubiyet olmuştu. Esir düştüm. Beni önce Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü’ye götürdüler. İnönü beni yanına alarak Mustafa Kemal’in huzuruna çıkardı."
General Trikupis dürüstçe itiraf ediyordu:
"Atatürk beni mert bir askere yakışır bir şekilde kabul etti. Gazi’nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmayacağım:
’Üzülmeyin general’ dedi ’Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştur. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.’
Atatürk’ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük komutana karşı içimde bir hayranlık duymaya başladım."
* * *
Yukarıdaki satırları, Hikmet Saim’in yeni yayınlanan "Usta Gazeteciler Açıklıyor: Nasıl Atlattım?" adlı kitabından naklettim. Duayen gazeteci Hikmet Saim, kendisine ve meslektaşlarına ait eşsiz habercilik tecrübelerini bu kitapta derledi.
Saim, hem Amazon Ormanları’ndan Elysees Sarayı’na kadar peşinden koştuğu haberlerin serüvenlerini okurlarıyla paylaşıyor, hem de yaptığı röportajlarla ünlü meslektaşlarının birbirinden ilginç muhabirlik tecrübelerini anlatıyor. (Geniş Kitaplık - 0 216 337 15 59)
* * *
General Trikupis’in anlattıkları, Hıfzı Topuz’un anılarından bir bölüm... Topuz, 1952 yılında Atina’daki Türk Büyükelçiliği’nde verilen bir davette karşısında duran 84 yaşındaki güler yüzlü, ak saçlı, zarif adamın General Trikupis olduğunu öğrenince heyecanlanıyor ve "Bu inanılmaz bir olay" diyerek ondan randevu alıp ertesi gün muhteşem bir röportaj yapıyor.
Mağlup komutan Trikupis’in Atatürk’ten sevgiyle ve büyük bir saygıyla bahsetmesi ilginçtir. Ona yenilen düşman ordusu komutanının bile saygı duyması, bugün Atatürk’e hakaret yağdıran içimizdeki ahlaksızlara bir ibret dersi olmalıdır. Trikupis, Hıfzı Topuz’a şöyle diyor:
"Bizim, Anadolu’da işimiz neydi? Biz yabancı devletlere alet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik. Sonunda ne oldu. İşte, bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu hareketi... Hem de muazzam bir hata!"
Savaştan 30 yıl sonra, Trikupis’in Atatürk hayranlığını dile getirmesi ve "Yabancı devletlere alet olduk. Ne diye bizi Anadolu’ya gönderdiler?" diye yakınması tarih kitaplarında yer alacak kadar önemlidir.
Her 29 Ekim’de Atina’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne gidip, Atatürk’ün büyük boy fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunan 1868 doğumlu General Trikupis 1959 yılında 91 yaşında öldü.
* * *
Hikmet Saim’in kitabında anılarını anlattığı gazeteciler:
Faruk Fenik, Gökşin Sipahioğlu, Hıfzı Topuz, Necati Zincirkıran, M. Ali Kışlalı, Yılmaz Çetiner, Rahmi Turan, Nail Güreli, Orhan Erinç, Fikret Otyam, Altemur Kılıç, Orhan Koloğlu, Orhan Ayhan.
Benimle ilgili anılara Hikmet Saim "Öfkeli adamın kanlı baskını" adını vermiş. Film hikáyesi gibi heyecanlı bu büyük macerayı bir gün anlatırım.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2008
BUGÜN iki okur mektubundan söz edeceğim. Hüseyin Akkaya (hakkaya@e-kolay.net) anlatıyor: "Bu sabah simit almaya gittim. Simitçi yaşlı bir amca. Onun seçimde AKP’ye oy verdiğini biliyorum. Elindeki gerici gazeteyi ’Bak evladım’ diye bana gösterdi. Gazetede, YTL’nin kaldırılıp TL’ye geçilmesine ilişkin bir haber vardı. İkinci başlıkta, ’Yeni basılacak paralarda gül, mürekkep hokkası gibi figürler olacak’ diye yazılıydı.
Yaşlı simitçi bunu, paralardan Atatürk resimlerinin kaldırılıp Abdullah Gül’ün resmi konulacak diye anlamış. İsyan halinde ’Böyle şey olur mu?’ diye sordu. Ona, ’Haberde sözü edilen gül, Abdullah Gül değil, çiçek olan gül’ dedim de yatıştı.
Şimdi bundan benim bir vatandaş olarak anladığım şudur:
’Yaşlı adam çalışıp simit satmak zorunda. Evine ekmek götürmek için başka çaresi yok. Hem, bedava dağıtılan gerici gazeteyi okuyor, hem de Atatürk’e sahip çıkıyor.
Bu ihtiyar adamın derdi, ’Neden ben bu yaşta çalışmak zorundayım? Neden sabahın köründe simit satmak için sokaklarda sürünüyorum?’ değil, paranın üzerindeki resimler!
Atatürk’ü seven yaşlı adam buna rağmen, bir şekilde ikna olup, muhalefetin ’Laiklik ve Atatürk karşıtı’ ilan ettiği AKP’ye oy verecek. Bundan hiç kuşkum yok!
Ülkede yolsuzluk varmış, her şey satılıyormuş, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli bir milyon doları söğüşlemiş, Deniz Feneri Derneği dini duyguları sömürerek topladığı milyonlarca ’Euro’luk yardım parasını hortumlamış...
Bunlara o ihtiyar simitçi ve onun gibi milyonlarca kişi, aldırış bile etmiyor! Millet, bu paraların gerçekte kendi cebinden çıktığının bilincinde olsaydı ortada AKP filan kalır mıydı?
Bilgisiz toplumlar kandırılıp ezilmeye mahkûmdur!"
* * *
Bu dünyada çok güvenip de aldatılmayan kim var? İktidara güvenip oy veren de, vermeyen de kazıklanıyor. Milletçe kandırılıyoruz! Boy boy kazık, bazen yavaş yavaş, bazen acıtarak giriyor!
Vatandaş, iktidara sadece tasada ve cefada ortak, sefada değil...
Okurum M. Adil Orguner (aorguner@gmail.com) on yıl önce "Baba’dan Fıkralar" adlı kitabımda yayınladığım bir hikáyeyi bugünkü durumumuza benzeterek hatırlatıyor. Hikáye şöyle:
Mişon ile Salomon çocuk yaşta işportacılığa başlayıp, ticareti yürütmüşler. Kırk yaşına geldikleri zaman ikisi de milyoner olmuş. Mişon cin gibi. Salomon ise biraz hımbıl ve aptal görünümlü. Mişon, 30 yıl ortaklığın sonunda Salomon’a bir teklif yapmış:
"Bak Salomon, 10 yaşında ticarete başladık, 40 yaşına geldik, Allah’a şükür zengin olduk. Evlerimiz, apartmanlarımız, arabalarımız, teknelerimiz var. Bunların hepsine ortağız. Ama istersen, bundan böyle mallarımızı ayıralım."
Salomon bön bön Mişon’un yüzüne bakmış: "Madem öyle istiyorsun, öyle olsun."
Mişon başlamış mal taksimine: "Büyükada’da bir köşkümüz var ya, o köşk benim, Taşlıtarla’daki ahşap ev senin."
Salomon yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş: "Şişli’deki büyük mağaza benim, Kuledibi’ndeki dükkán senin!"
Salomon yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş ama birden uyanmış: "Bana bak, ne diye her seferinde kendini bana öptürüyorsun?"
Salomon "Hiiiç" diye başını sallamış: "Ben şey edilirken öpülmeyi severim de."
* * *
Şimdi, Şaban Dişli’ler gibi malı götüren, gemicikler-memicikler alan, sonra da "Size şunu şunu verdik, bunu bunu verdik" diye göz boyayanları gördükçe bu hikáyeyi hatırlamamak mümkün mü?
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2008
DOĞRUDUR... Allah yardım ederse kuluna, her iş girer yoluna. Fakat... Allah çalışmayana yardım eder mi? Başarının ve refahın sihirli sözcüğü: "Çalışmak" ve tabii ki "üretmek"tir. İnsanlarımızı çalışabilmesi için yatırıma ihtiyaç vardır. Yatırım ve üretim olmadan dünyada hiçbir ülkenin kalkındığı görülmemiştir.
Yatırım olmadan üretim olmaz, öyle olunca da işsizlik ve fukaralığa çare bulunamaz!
Bu bulanık ortam hep "Şaban Dişli"ler yaratır!"
* * *
Anasının gözünde maymun bir ceylandır. İktidarın gözünde de ekonomimiz bir ceylan!
"Şöyle iyiyiz, böyle iyiyiz" diye karanlıkta ıslık çalıyorlar. Oysa tarafsız gözler, işlerin her geçen gün kötüye gittiğini görüyor.
Ulus olarak tasarruf yapabiliyor muyuz? Kazandığımızın ne kadarını tasarruf edebiliyoruz? Yoksa elimizde avucumuzda hiçbir şey bırakmıyor muyuz? İşte bütün mesele bu...
Yatırımların artırılması için tasarruf şarttır. Oysa insanlarımız geçimlerini zor sağlıyor. Tasarruf şöyle dursun, borç bini aşmış durumda.
Bir ülke, milli gelirinin yaklaşık yüzde 30’unu tasarruf edebiliyorsa, işte o zaman gelişmesini hızla sürdürebilir.
Biz, Türkiye olarak, milli gelirimizin sadece yüzde 17’sini tasarruf edebiliyoruz. Bu rakam yüzde 30’a yaklaşmadan fukaralık zincirini kırmamız olanaksız. Tasarruf oranımızı yüzde 30’a yaklaştırmak da bu yönetimin ekonomik politikalarıyla mümkün değil.
Güneş herkes için doğar, yağmur herkesin üstüne yağar. Ülkede işler kötüye giderse bunun sancısını birimiz değil, hepimiz duyacağız, acısını hepimiz çekeceğiz!
* * *
Ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı Ufuk Söylemez diyor ki:
"Türkiye üretemiyor, üretmek yerine ithalatı tercih ediyor, otomatik olarak işsizlik büyüyor. Elbette ki bu da beraberinde daha çok borçlanmayı ve yoksullaşmayı getiriyor. Yüksek cari açıklar (döviz açığı) veriyoruz Artan ithalat nedeniyle dış ticaret açığımız rekor kırıyor. Bu kriz değilse, neye kriz denir bilmiyorum.
Londra kaynaklı ve Arap kökenli sıcak para (döviz) AKP’yi yüzdürmeye çalışıyor. Eğer AKP davası kapatmayla sonuçlanırsa, AKP’nin bunları (Arap sermayesini) ikna edecek etkisi ve gücü de kalmayacak. Bana göre, Türkiye’de dış kaynaklı yaşanan sahte cennet ve bahar havası yine kışa dönecek. Bundan endişe ediyorum."
* * *
Ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı Ufuk Söylemez’in teşhisi bize göre de doğrudur. Türkiye çok kırılgan bir noktaya sürükleniyor.
Sonbahar aylarında ekonomide yaşanan dalgalanmalar daha da sert olacak, birçok işyeri kapanacak, büyüme hızı düşecek, işsizlik artacak, cari açık (döviz açığı) rekor düzeye çıkacak, zamlar sökün edecek, olanlar yine fakir fukaraya olacak!
Seçim döneminde birkaç paket kuru fasulye ve beş-on torba kömür dağıtmakla belki oylar toplanır ama yoksulluktan kurtulmak mümkün olmaz!
Biz ulusça az kazanıp çok tüketiyoruz. Borçlarımızın büyümesi bu yüzdendir. Oysa az kazanıp çok harcayarak borçla yaşamak, uluslar için yıkıma giden en kestirme yoldur.
İktidar, popülist politikaları bırakıp bu gerçeği kavrayabilirse ülke olarak kurtuluşa doğru adım atmış oluruz. Fakat... Böyle bir ihtimal, var olan şartlarda pek mümkün görünmüyor!
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2008
ÖNCEKİ gün Silahlı Kuvvetler’de nöbet değişti ve yeni bir dönem başladı. Genelkurmay Başkanı artık Orgeneral İlker Başbuğ... Bu vesileyle şunu tekrarlamak istiyorum:
Biz Türk ulusu olarak bu kritik coğrafyada ayakta kalabiliyorsak Silahlı Kuvvetlerimizin gücü sayesindedir. Zaman zaman kampanyaya dönüşen "askeri yıpratma çabaları" tam bir ahmaklık örneğidir!
Tüm dünyaya karşı, başımızı dik tutabilmek için tek güvencemiz ordumuzdur.
Çağımızda, kuvvetli olmayan devlete yaşama hakkı yok!
Ordumuza eleştiri adı altında yapılan saldırılara baktıkça üzülüyor, "Kendi bindiğimiz dalı kesmek neden?" diye acı acı düşünüyorum.
Askeri el üstünde tutmamız gerekiyor. Ordumuz olmazsa biz neyiz ki? Bir hiçiz! Düşmanlarımız böcek gibi ezerler bizi! Bu gerçeği unutmayalım!
Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın, "Türk Silahlı Kuvvetleri gözbebeğimiz, kimse yıpratmasın" sözüne aynen katılıyorum.
* * *
Tarih: 31 Temmuz 1920... Yer: Afyonkarahisar Kolordu Dairesi...
Mustafa Kemal Atatürk, subaylara hitaben konuşuyor:
"Efendiler... İngilizler ve yardımcıları, milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir.
Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütfuna borçlu değildir. Hiç kimse, kimseye, hiçbir millet diğer bir millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Kuvveti olmayan, mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak, bunu ispat etmek ve buna layık olmak gerekir.
Kuvvet ordunundur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, milletin vicdani imanıdır.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün savunma araçlarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza saldırıya başladılar. Askerlik onurunu yok etmeye çalıştılar. Ordumuzu tamamen lağvetmek istediler.
Müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin, her türlü mukaddesatına saldırarak, insanlarımızı alçaklığa, boyun eğmeye alıştırma planını takip ettiler.
Ordu, düşmanlarımızın birinci saldırı hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta hiçbir engel ve zorluk kalmaz!
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile inanmıştır. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır.
Ordunun ruhu subaylardadır. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek, canlandıracak ve ordu ile milletimizin bağımsızlığını koruyacaktır. İşte subayların yüce olan görevi budur.
Allah göstermesin, millet bağımsızlığını kaybederse vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, fedakárlar sınıflarının en önünde bulunmaktadır. Çünkü düşmanlar herkesten evvel onları aşağılar, onları öldürür. Dolaysıyla subay için "Ya istiklal ya ölüm" vardır.
Fakat arkadaşlar, ölmeyeceğiz. Milletçe bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız."
Şimdi... Türk Silahlı Kuvvetleri’ne içten ve dıştan yapılan saldırılar bana, Atatürk’ün 88 yıl önceki bu konuşmasını hatırlattı. Benzerlik var mı, yok mu, takdirlerinize bırakıyorum!
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2008
AKP iktidara geldiğinde elimizde, tamamına sahip olduğumuz Telekom, enerji kaynakları, madenlerimiz, limanlarımız vardı. Borçlarımız da çok daha azdı. 6 yıl içinde ne oldu?
Kárlı kuruluşlarımız bir bir yabancılara satıldı, elde avuçta bir şey kalmadı, elmaşekerlerini onlar kaptı, sapları bize kaldı.
Atatürk ne demişti?
"Üretmeden, çalışmadan, yorulmadan ve öğrenmeden kolay yaşamayı itiyat haline getiren milletler, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkûm olurlar!"
* * *
Bakınız, daha önce tamamı bizim olan ülkemizin milli değerleri kimlere gitti?
Petkim Azeri’ye Telsim İngiliz’e Türk Telekom Arap’a AVEA Lübnanlıya İzmir Limanı Çinliye Rakı Amerikalıya Kuşadası Limanı İsrailliye Adabank Kuveytliye Finansbank Yunanlıya Oyakbank Hollandalıya Denizbank Belçikalıya TEB Fransız’a Türkiye Finans S. Arabistanlıya MNG Bank Lübnanlıya Alternatif Bank Yunanlıya Dışbank Hollandalıya Şekerbank Kazak’a Yapı Kredi İtalyan’a Akbank (bir kısmı) Amerikalıya Turkcell (yarısı) Finli ile Rus’a Beymen (yarısı) Amerikalıya Araç Muayene Alman’a Garanti (bir bölümü) Amerikalıya Eczacıbaşı İlaç Çek’e İzocam Fransız’a TGRT (Fox TV) Amerikalıya Demirdöküm Alman’a Süper FM Kanadalıya Döktaş Finliye Migros İngiliz’e SATILDI! Elde avuçta bir şey kalmadı!
* * *
Okurum Remzi Uysal yazdığı mektupta, bir Afrika özdeyişini hatırlatıyor ve "Bu özdeyiş AKP’lilere bir şeyler öğretir mi acaba?" diye soruyor. Kenya Kurucu Devlet Başkanı Keni Kenyatu’nun söylediği özdeyiş şöyle:
"Batılılar Afrika’ya geldiklerinde ellerinde İncil, bizim ellerimizde topraklarımız vardı. Batılılar bize, gözlerimizi kapatıp dua etmemizi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise, bizim elimizde İncil, Batılıların ellerinde topraklarımız vardı!"
Türkiye’de, AKP iktidara geldiğinde, elimizde laiklik, özgürlük vardı, borcumuz azdı.
AKP iktidarı, çuval çuval kömür, torba torba nohut, kuru fasulye, mercimek dağıttı, yoksulları sadaka ile avladı. Fukaralık sadaka ile yok edilemez ama onların çabası yoksulluğu yok etmek değil, oyları kapmaktı!
* * *
Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı araştırmaya göre; Türkiye’de yoksulların sayısı 2006’da 12 milyon 930 bin kişiye, açların sayısı ise 539 bin kişiye yükseldi.
2005 yılında ülke genelindeki "aç"ların yüzde 54’ünü oluşturan 339 bin kişi kırsal kesimde yaşarken, 2006 yılında bu oran yüzde 97’ye yükseldi. Başka bir ifadeyle, kırsal kesimdeki insanlarımız aç yaşamaya mahkûm edildi.
Araştırmada, 2006 yılında "gıda ve gıda dışı ihtiyaçlarını yeterince karşılayamayan" 15 yaş altındaki 5.3 milyon çocuğun yoksulluk içinde, yani yeme, barınma, sağlık ve eğitim gibi insani ihtiyaçlardan yoksun olarak yaşamak zorunda kaldığı vurgulandı.
Kapkaç olaylarının çoğunu, şehirlerde aç yaşayan, 15 yaşın altındaki çocuklar yapıyor!
İşte, AKP döneminde Türkiye’nin son tablosu bu. Laikliği yok etmeye çalışmak ve kadınları tesettüre sokarak din ticareti yapmak karın doyurmuyor.
Çocuk sormuş: "Baba ne kadar dayanacağız bu yoksulluğa?"
"Birkaç yıl" demiş babası...
"Peki, sonra?"
"Sonra alışacağız!"
Bizimki de o hesap!
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2008
BİR süre önceki "Borçlu ölür mü, sürünür mü?" başlıklı yazım nedeniyle mektup gönderen bir dostum şöyle diyor:<br><br>"Bizim toplumumuz, arabaya koşulan atlar gibidir, kırbaçlandıkça daha iyi koşar. İnsanlarımızın AKP iktidarının zam kırbacını şaklattıkça koşup ona oy vermelerinin nedeni budur." İlginç bir görüş ama tamamen haksız değil! Nedenini anlatacağım!
* * *
İktidar koltuğunda oturanlar ülkeyi iyi pazarladılar doğrusu... AKP satmadık ne bıraktı?
85 yıllık cumhuriyet tarihimizin birikimi olan fabrikalar, işletmeler, tesisler, yabancılara "babalar gibi" satıldı! Hem de en kárlı kuruluşlar, altın yumurtlayan tavuklar gitti. Elde avuçta bir şey kalmadı.
Pekiii... Ne var, ne yok, her şey satıldı da devletin borç kamburu mu küçüldü? Ne gezer!
Tam tersine borçlar büyüdü, ödenmesi mümkün olmayan boyutlara tırmandı.
AKP iktidarı görevi devraldığında 221 milyar dolar olan iç ve dış borçların toplamı 483 milyar dolara yükseldi. Nereye gitti bu paralar? Neden sattık ülkenin değerlerini?
* * *
Ülkenin tüm birikimleri satıldı. Satıldı da ne oldu? Paralar uçtu uçtu, kül oldu.
ABD ve Avrupa Birliği, AKP için açılan kapatılma davasını etkilemek için elinden geleni yaptı. Neden? Ülkenin milli değerlerini böyle pazarlayacak başka bir iktidar bulamayacakları için...
Akaryakıta, doğalgaza, elektriğe bindirilen ağır zamlar hiç de yenilir yutulur gibi değil. Fakat millet "gık" demeden katlanıyor buna. Böyle kuzu gibi başka bir toplum var mıdır?
Ekmek yüzde 16, yumurta yüzde 69, elektrik yüzde 44, doğalgaz yüzde 24, deterjan yüzde 17, kiralar yüzde 25, ilaç yüzde 18, pirinç yüzde 20, fasulye yüzde 30, dana eti yüzde 14, tavuk eti yüzde 20 arttı, vs... Fakat... Enflasyon aynı oranda artmıyor!
Affedersiniz ama kim inanır buna? Alnımızda enayi mi yazılı?
* * *
Borçlar arttıkça ülkenin kontrolü de elimizden çıkıyor.
Borç alan, emir almaya da alışır!
ABD, AB ve IMF ne derse yapar hale geldik! Adamlar artık yargıya bile talimat verircesine konuşuyor.
Anayasa Mahkemesi, AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna hükmetti ama buna rağmen "Ülkeyi yönetmeye devam et" dedi. Yani şoför aracı uçuruma sürecek olsa da "Kullanmaya devam et" der gibi bir şey. ABD ve AB sonuçtan çok memnun!
* * *
Elektriğe altı ayda toplam yüzde 44 zam gelirken, memura yüzde 3 zammı layık gördüler.
"Halk memnunsa, sana ne zamlardan?" diyenler var. Biz bu kafalar yüzünden batıyoruz zaten!
Peki, şu anda bir seçim olsa kim kazanır? Bence kesinlikle AKP alır seçimi. Neden mi?
22 Temmuz 2007 seçiminden önce Ordu iline gitmiştim. Yer yerinden oynuyordu. Fındık üreticileri mitingler yapıyor, AKP iktidarına lanetler yağdırıyordu. Seçim sonuçları ne oldu? AKP, Ordu’da yüzde 50’nin üstünde oy alarak birinci parti oldu.
Aynı dönemde Aydın iline de gitmiştim. Bütün üreticiler yana yakıla AKP’den şikáyet ediyordu. Bu tabloyu görenler, "AKP, Aydın’da asla seçim kazanamaz" dediler. Ne oldu? AKP yüzde 50’nin üstünde oy oranıyla birinci parti oldu.
Bu yüzden, yapılan zamlar, çekilen sıkıntılar faso fiso... Bugün yeni bir seçim olsa tüm bu acı çekenler kesinlikle AKP’ye oy verir. O halde neden ağlıyorlar?
Yazının Devamını Oku