Rahmi Turan

Dünyanın sonu değil ama...

20 Temmuz 2008
AGARTA aşağı, Agarta yukarı... Ergenekon davası ile birlikte günlük hayatımıza da, siyaset edebiyatımıza da "Agarta efsanesi" girdi. Günlerdir bu hayal ürününü konuşup duruyoruz. Savcı, neye dayanarak "Agarta"dan söz etti ve "Ergenekon" ile bağlantı kurdu, bunu iddianame mahkemede tam olarak açıklandığı zaman öğreneceğiz.

Aslında "Agarta Efsanesi" ile Türk ulusunun dirilişini anlatan ünlü "Ergenekon Efsanesi" arasında hiçbir ilgi yok.

"Shambala", "Dünyanın Kalbi", "Yüce Ülke", "Bilgiler Ülkesi" gibi çeşitli adlarla ifade edilen Agarta, söylenceye göre, binlerce yıl önce denize batarak yok olduğu ileri sürülen Mu ve Atlantis kıtalarından göç eden "bilim-rahipleri" tarafından kurulmuş bir organizasyonmuş. Düşmanlarından gizlenme gereği görmüş ve ikamet yeri olarak Orta Asya’nın göbeğini seçip, birbirlerine tünellerle bağlanan yeraltı kentlerini inşa etmiş! Gizli mağaraların, büyük şelalelerin, volkanların altından buraya giriş varmış!

Gelelim işin gerçeğine; Agarta "Shambala" adıyla 19’uncu yüzyılda Helena Blavatsky adında bir Rus kadın tarafından uyduruldu. Tabii ki gerçekte, yeraltında böyle şehirler yok! Efsaneyi yaratan Blavatsky, 1880’li yılların başında İstanbul’da at cambazlığı da yapmıştı.

Agarta, eski Tibet ve Hindistan’da mistik ilimlerle uğraşanların kullandığı bir kavramdır.

Atatürk’ün de, özellikle kaybolan kıta Mu’ya ilgi duyduğu, 1933 ve 1936 yıllarında Tibet ve Hindistan’a iki kez heyet gönderdiği, bu heyetlerin, başta "Mu Kıtası Efsanesi" olmak üzere "Agarta Efsanesi"ni de öğrendiği belirtiliyor.

Ergenekon iddianamesini hazırlayan savcı, bu efsanelerle, Türkiye’de kurulduğu iddia edilen "Ergenekon Terör Örgütü" arasında nasıl bir ilişki kurdu, günümüzdeki olayları asırlar öncesine nasıl bağladı? Bunu duruşmalar sırasında öğreneceğiz. Dileriz sadece masal olmaz, mantığı zorlamayan, inandırıcı bir açıklaması olur!

* * *

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin belki de en zor dönemini yaşıyor.

9. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre; Türkiye’de yeni çalkantılar olacak! Ne zaman?

Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin kapatılmasına ilişkin davayı karara bağlamasından önce, türban düzenlemesi konusundaki gerekçeli kararını açıklaması bekleniyor.

İşte Demirel, bu gerekçeli kararın açıklanmasından sonra ülkede ciddi çalkantılar olacağı konusunda herkesi uyarıyor. Peki, bu çalkantı ve kargaşa nasıl önlenebilir?

Tek çarenin seçime gitmek olduğunu belirten Demirel şöyle diyor:

"Türkiye, düzlüğe çıkıncaya kadar seçime gitmeye mecbur. Türkiye’nin seçimden başka elinde çaresi yoktur. Çünkü cumhuriyetin temel niteliklerine yöneldiği iddia edilen tasarruflar vardır. Bu, burada bitmez ve onun için bu bitinceye kadar, kaç tane seçim yapmak gerekiyorsa yapılmalıdır."

Demirel, AKP’nin, siyasi iktidarı, kendisinin her şeyi yapabileceği şeklinde anladığını ve Türkiye’nin bir "kurumlar devleti" olduğunu unuttuğunu belirterek şunları söylüyor:

"İktidar, bu kurumların Anayasa’da yer aldığını, milli iradenin kullanılışında rolleri olacağını unuttu. Kurumlar arasında bir ahenk arayacağı yerde, üniversiteyle, yargı organlarıyla çatışmaya girdi. Yargıya çeşitli eleştirilerde ve suçlamalarda bulundu. Mahkeme ne karar alırsa alsın, Türkiye kabullenmelidir. Bu, dünyanın sonu değildir."

Evet, karar elbette ki, dünyanın sonu olmayacaktır ama toplumda, umutla umutsuzluğun çatıştığı da bir gerçektir! Önümüzdeki ayların, Türkiye’nin geleceğini yaşamsal derecede etkileyeceği kesin!
Yazının Devamını Oku

Doğum sancısı çeken dağ!

17 Temmuz 2008
BAŞI bulutlara erişen yüksek bir dağ, bir gün derin derin sesler çıkarmaya başlamış. Toprak yerinden oynuyor, koca koca kayalar havalara fırlıyormuş.

Koca dağın bir doğum yapmak üzere olduğu anlaşılmış.

İnsanlar, bu dehşet saçan ulu dağın ne yapacağını görmek için emin bir yere gidip merak içinde beklemeye başlamış.

Halk beklemiş, beklemiş, gökyüzü kararmış ve dağın çıkarttığı sesler daha da ürkütücü olmuş.

Sonunda, öncekilerden çok daha şiddetli bir deprem yeri göğü sarsmış. Heybetli dağ, dalgalar üzerindeki devasa bir tekne gibi sallanmış.

Dağın tepesinde kocaman bir yarık açılmış birdenbire.

Halk, dizleri üzerine çöküp dua etmeye başlamış. Bazıları korkudan bayılmışlar!

Gürlemeler, sarsıntılar, sarsılmalar bir süre sonra durmuş. Derin bir sessizlik kaplamış ortalığı...

Ve dağın tepesindeki muazzam yarıktan küçücük bir fare çıkmış!

* * *

Günümüzdeki "Dağ fare doğurdu" deyiminin aslı, Egeli hikáyeci Ezop’un, 2600 yıl önce anlattığı bu hikáyedir. Büyük olarak gösterilen sorunların ve vaatlerin ardından çoğu defa küçük işlerin çıktığını ifade eden klasik bir deyimdir.

Yukarıdaki hikáyeyi bir de, 13 aydır ortalığı kaplayan Ergenekon gürültüsünü düşünerek okuyun. Çok benzerlikler olduğunu göreceksiniz.

Kamuoyunda "Ergenekon" kelimesi ile "Darbe" kelimesi aynı anlamda kullanılıyor. Ergenekon ve darbe denilince akla eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen "Darbe günlükleri" geliyor.

Bir yılı aşkın süredir darbe günlükleriyle yatıp kalkıyoruz. Oysa Başsavcı, darbe günlüklerinin iddianamede yer almadığını açıkladı. Böyle olunca yandaş medyanın mayın gibi patlattığı "Sarıkız", "Ayışığı", "Eldiven" kod adlı darbe senaryolarının palavra olduğu anlaşılıyor.

* * *

İktidar yandaşı medyada, darbecilere darbe indirildiği yazılıp çiziliyor, yorumlar yapılıyor, "Darbeci paşalar" başlıkları atılıyor. Bunları destekleyen, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Partisi üyesi Cem Özdemir de "İdam kalkmasaydı asılırlardı!" diyerek daha yargı başlamadan hüküm veriyor! Oysa hukukun temel ilkelerinden biri şudur:

"Mahkûmiyet kararı olmadıkça herkes suçsuzdur!"

Cem Özdemir’in sözleri, cehalet mi, gaddarlık mı, öfke mi, kin mi, bilinmez! Belki de hepsi!

* * *

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in, iddianamenin kapsadığı suçlamaları açıklamasından sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, "Dağ fare doğurdu" derken Anayasa Mahkemesi’nin önceki başkanlarından Yekta Güngör Özden, "Fare bile değil!" dedi.

Özden’e göre, iktidar yandaşı medya gerçekleri saptırarak, soruşturmayı yürütenleri güç duruma düşürdü. Nitekim Başsavcı da açıklama sırasında, kamuoyunu yanıltan gerçek dışı haber ve yorumlardan şikáyet etti. Peki, bunları AKP medyasına kim sızdırdı, bilgi kirliliğini kim yarattı? Başsavcı’nın bunu da araştırması gerekmiyor mu?

Sonuç olarak, Yekta Güngör Özden görüşlerini şöyle özetliyor:

"Ben bu aşamada büyütüldüğü kadar bir olay bulunmadığı, suçlananların çoğunun aklanacağı kanısındayım. Sanıkları kesin hüküm giymişçesine önyargıyla karalayıp suçlama, hukuk, adalet, kişilik, onur ve güvenlik konularında endişeler yaratmıştır. Adaletin gerçekleşmesiyle gölgesiz bir sonucun sağlanmasını diliyor ve bekliyorum."
Yazının Devamını Oku

Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan

14 Temmuz 2008
BİZ siyasilere, özellikle liderlere; "Size hücum eden düşmanlarınızdan korkmayın, dalkavuklukla size yaranmak isteyen dostlarınızdan sakının!" diyoruz. Dinlemiyorlar tabii... Her insan gibi liderler de pohpohlanmaktan hoşlanıyor, dalkavukları seviyor, yalakaları çevrelerinden eksik etmiyorlar. Bu onların tercihi ama işler sarpa sarınca da sinirlenip öfkelenmemeleri lazım! Önce kendilerine kızmaları gerekiyor!

* * *

Bir davette konuşuyorduk. Gazeteci arkadaşlardan biri:

"Son 30 yılda, tek başına iktidar olan iki başbakan var. Biri rahmetli Turgut Özal, diğeri şimdiki Başbakan Tayyip Erdoğan... İkisinin de güçleri eşit gibi, fakat Turgut Özal ne kadar sakin, soğukkanlı ve hoşgörülüyse, Tayyip Bey onun tam tersi" dedi. Düşündük, belleğimizi yokladık. Öyleydi gerçekten...

Turgut Bey şakacıydı. Tayyip Bey ise şakadan anlamıyor, sert ve haşin davranıyor.

Turgut Bey sakindi. Tayyip Bey ise sinirli!

Turgut Bey, aleyhinde çizilen karikatürlere hoşgörüyle bakardı. Tayyip Bey mahkemeye veriyor.

Turgut Bey her kesimi kucaklardı. Tayyip Bey ise insanlarımızın yarısını dışlıyor.

Turgut Bey duygularına yenilmez, mümkün olduğu kadar tarafsız davranmaya çalışır, toplantılara ve gezilere, muhalif gazeteleri ve yazarları da davet ederdi. Tayyip Bey ise kendisini eleştiren gazeteleri düşman sayıp davet etmiyor, olayları hep tek taraflı görüp hata yapıyor.

* * *

Turgut Bey de her lider gibi yağcılıktan hoşlanırdı ama karşı görüşte olanları da dikkatle dinler, değerlendirir, fikirlerinden yararlanmaya çalışırdı.

Tayyip Bey de şakşakçılıktan hoşlanıyor ve karşı görüşte olanlara yüz vermiyor. Bu nedenle gerçekleri kavrayamıyor, yağdanlıklar onu yanlış yola sürüklüyor.

Ülkenin bugünkü dramatik halinin sebebi buÖ

Bir yıl önce büyük farkla seçim zaferi kazanan partiye bakın. 12 ayda ayakta duramayacak hale geldi. Neden? Hoşgörüsüzlükten, toplumun tüm kesimlerine kucak açmamaktan, karşı görüşte olanları "Bizden olmayanlar" diye ilan edip ülke insanlarını ikiye bölmekten...

Oysa Turgut Özal, dört eğilimi birleştirerek ülkede bütünlüğü sağlamak istiyordu.

Yıl 1987 idi. Günaydın Gazetesi’nde yazıyor, Başbakan Özal’a sert muhalefet yapan gazetecilerin başında geliyordum. Özal’ın, yazılarıma çok kızdığını "Bu adama ne yaptım ki böyle zehir zemberek yazılar yazıyor?" dediğini haber alıyordum.

O tarihte bir Rusya gezisi oldu. Geziye Günaydın Gazetesi adına ben katıldım.

Uçak havalandı. Özal, uçağın içinde dolaşarak bir bir el sıkıp herkese "İyi yolculuklar" dilemeye başladı. O güne kadar hiç yüz yüze gelmemiştik. Herkes, onun bana nasıl davranacağını merak ediyordu. Özal, elimi sıkarken, yanımda duran gazeteci arkadaşım Ertuğrul Akbay gülerek "Sayın Başbakanım, işte sizin canınızı sıkan yazıları yazan Rahmi Turan bu" dedi.

Özal bana uzun uzun baktı "Yazdıklarını okudukça ben seni dev gibi biri sanmıştım, meğerse sen de benim gibi biriymişsin" dedi sonra Akbay’a dönüp "Öyle değil mi Ertuğrul?" diye sordu.

Şakayı seven Ertuğrul Akbay yine gülerek "Evet efendim fakat, sizin göbeğiniz büyük, Rahmi’nin göbeği yok" dedi. Özal da "Evet Ertuğrulcuğum, spor yapıp bu göbeği eritmem lazım" diye hoşgörüyle gülümsedi ve bizi sohbete devam için uçağın ön bölümüne davet etti.

Özal çok şaka kaldıran bir liderdi. Onu 1993 yılında kaybettik. 15 yıl sonra bile hálá hasretle anıyorsak bu onun eşsiz hoşgörüsü ve insan sevgisi nedeniyledir. Allah gani gani rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku

Din ve vicdan

13 Temmuz 2008
ÜLKEMİZDEKİ olaylar, ne yazık ki, din eksenli bir kavga haline dönüştürülüyor.<br><br>Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin! Türkiye’de insanlarımızın dini vecibelerini yerine getirmelerinde zorluk var mı? "Bana ibadetimi yaptırmıyorlar!" diyen kaç kişi var?

Ülkemizin 85 bin camisi açık değil mi? Günde beş vakit ezan okunmuyor mu?

90 bin din görevlisi yok mu? 35 bin cami yaptırma derneği faaliyette değil mi?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi, 8 bakanlık bütçesine eşit değil mi?

Daha ne istiyorsunuz mübarekler?

İlle de türban, ille de şeriat mı lazım?

Türkiye’yi neden bir din devleti haline getirmek istiyorsunuz?

Masum bir başörtüsü gibi tanıtılan türban serbest bırakılsa, bu kafalar kim bilir daha neler isteyecekler?

* * *

Şimdi rakamlara bakalım:

Türkiye’de yaklaşık 70 bin okul, 85 bin cami, 90 bin din görevlisi var. Dünyadaki tüm Müslüman ülkeler arasında en yüksek rakam!

Ülkemizdeki hastane sayısı ise camiden 70 defa daha az... Sadece 1220 sağlık kuruluşumuz var. Uygar ülkelerin en düşüğü!

90 bin din görevlisine karşılık 77 bin doktorumuz bulunuyor. (Ülkemizde 100 kişiye bir din görevlisi, 900 kişiye bir doktor düşüyor.)

Almanya’da 70 bin sağlık kurumu, 8 bin kilise, Fransa’da 60 bin sağlık kurumu, 9 bin kilise bulunuyor ve Avrupa’da artık hiç kilise yapılmıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurtdışında devletten maaşlı görevlisi 1260 kişi...

Çeşitli yerli ve yabancı kuruluşların yaptıkları araştırmalara göre Türkiye’de şeriat isteyenlerin oranı yüzde 22. (Araştırma yapılabilen ülkelerin en yükseği.)

Türkiye’de cuma namazına gidenler 20 milyon kişi. (Nüfusu yaklaşık Türkiye kadar olan ve şeriatla yönetilen İran’da 7 milyon kişi.)

"Dini kitaplara mı, bilimsel kitaplara mı inanırsınız?" sorusuna "Dini kitaplara inanırım" diyenlerin oranı "Bilimsel kitaplara" diyenlerin iki katı. (30 yıl önce tam tersi idi.)

Sonuçların, istatistik yapılmayan Suudi Arabistan, Afganistan, Sudan gibi ülkelerde Türkiye’den daha kötü çıkacağı sanılmıyor!

* * *

Türban üzerinden din ticareti yapan siyasi kadro, söz Türkiye sevgisine gelince mangalda kül bırakmıyor. Ne kadar çok seviyorlar ülkeyi! Sevdikleri için de kadrolaşma sürecini tamamlamaya, "Cumhuriyet ilke ve devrimlerini" birer birer yıkmaya çalışıyorlar.

Shakespeare ne diyor?

"Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun...

Güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun...

Rüzgárı sevdiğini söylüyorsun, rüzgár çıkınca pencereni örtüyorsun...

İşte bundan kokuyorum, çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun!"

* * *

Adam, dini siyasete alet ederek ülkede önemli bir kişi olmuş. Sormuşlar:

"Değiştim, değiştim, diyorsun. Söylesene, hangi açıdan değiştin?"

"Tabii ki maddi açıdan"
demiş önemli kişi:

"Eskiden garibanın tekiydim, şimdiyse, ayıptır söylemesi, trilyonlarla oynuyorum. Oğlum bile parayla dans ediyor!"
Yazının Devamını Oku

Bataklıkta bir umut!

10 Temmuz 2008
ÜRKÜTÜCÜ bir kaos ortamı yaşıyoruz. Hani "At izi it izine karıştı" diye bir tabir vardır ya... O deyim, sanki bugünleri anlatıyor. Kutuplaşmaya dayalı bir siyaset anlayışı sistemi çökme noktasına getirdi. Gerilen ip inceldiği yerden kopar, ipin uçlarına asılan iki taraf da yerlere serilir. Onların yerine başkaları gelir. İnatçı keçiler bu gerçeği bilmiyor olabilir mi?

Doğa boşluk kaldırmaz. Özellikle siyasetteki boşluk hemen doldurulur!

* * *

Yaşanılan kargaşa ortamında, medeni cesaret sahibi bir adamın sesi yükseldi:

"Ben de varım diyorum! Artık, yeni bir siyasi oluşum için kararımı verdim!"

Güçlü bir sesle "Ben de varım!" diyen bu yürekli kişi, eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’dir. Türkiye’nin bir merkez siyasi oluşuma ihtiyacı olduğunu belirterek, yakında bir parti kuracağını açıklayan Şener, kıvırtmadan şöyle diyor:

"Siyasetin çözüm üretme yeteneği kalmadı. Siyasi görüntünün bir an önce yenilenmesi gerek. Mevcut partilerde bu yenilenmeyi yapma iradesi yok. Ülkede kaos ortamının kalkması için bir seçime ihtiyaç var. Sahada ben de varım diyorum!"

* * *

Açık sözlü insanları severim... AKP’li eski Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Abdüllatif Şener de bunlardan biridir.

Zaten doğru söylediği için AKP’den dışlandı, bakanlıktan oldu, üniversite hocalığına dönmek zorunda kaldı. Şener, her zaman düzgün bir siyasetçi portresi çizdi.

Seçimden bir buçuk yıl kadar önce AKP politikalarını eleştirerek gerçekleri dümdüz söylüyor ve "Türkiye’de 19 milyon yoksul var. Bunlardan 926 bini yiyecek bile bulamıyor!" diyordu. Tayyip Erdoğan ise tam tersine, pembe tablolar çizmekteydi.

Şener’in "Şöyle iyiyiz, böyle iyiyiz, milletçe mutluluktan uçuyoruz" gibi lafların arkasına sığınmadan dürüstçe yaptığı bu açıklamalar Başbakan Tayyip Erdoğan’ı sinirlendiriyordu tabii...

Abdüllatif Şener "İktidara yakın medya oluşturmak, iktidara zarar verir. Medya yaptığınız yanlışları gizler, alkış tutarsa, size katkısı olmaz" diye AKP’yi uyarıyordu ama doğruları söylemek onu partide sevimsiz bir kişi yapmıştı. Bu açık sözlülüğünün ödülünü (!) gördü, Tayyip Bey onu dışlayarak aday listesine bile almadı!

* * *

Yoksulluk istatistikleri insanın canını sıkıyor ama ne çare ki, üzerinde durmak zorunda kalıyoruz. Gerçeklerden kaçmak mümkün değil!

19 milyon insanımızın fukara oluşu gurur verici bir şey mi? İktidar makamını ele geçirenler, yarattıkları refahla övünürken, çingene davulu gibi boş ötüyorlar demek ki!

Peki, birçok zengin kaynağa sahip olduğumuz halde neden hálá fakir ülkeyiz?

Yoksulluğun ana kaynağı işsizlik elbette... İşsizlik ise, söylenenin tersine azalmıyor, her geçen gün artıyor. Bu da, iktidarın nasıl boş bir böbürlenme içinde olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de fakirlik olduğu bir gerçek ama fakirliğin boyutunun bu derece ürkütücü olması aklı başında olan her insana kábus gibi geliyor. Darbe söylentilerinin de, terörün de, artan hırsızlık, kapkaç, soygun ve cinayet olaylarının da temelinde yoksulluk gerçeği yatıyor.

Bu kargaşa ortamında Abdüllatif Şener gibi, yalanlara sığınmayan, açık sözlü, düzgün bir siyasetçinin politika arenasına atılması, umut verici bir gelişme olarak görülmelidir.
Yazının Devamını Oku

AKP neden garanti kazanır?

7 Temmuz 2008
DÜNYA bir pencere gibi, her gelen bakıp geçiyor. Zaman o kadar hızlı ilerliyor ki... Belediye seçimleri dün gibiydi. Yıllar aktı, yeni belediye seçimlerine 8 buçuk ay kaldı. Kamuoyu anketlerine ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı rakamlara göre genelde bütün insanlarımız sıkıntıda. Anketler, hayatlarından memnun olmayanların sayısının, memnun olanları ikiye, hatta üçe katladığını gösteriyor. Zamlar hoşnutsuzluğu artırdı.

1 Ocak’ta yüzde 20... 1 Temmuz’da yüzde 21 daha... AKP’nin 2008 için elektriğe yaptığı toplam zam daha yılın ilk yarısında yüzde 44’e ulaştı. Öyle anlaşılıyor ki, ampul partisi vatandaşın ampullerini söndürtecek!

* * *

8 buçuk ay sonra, 2009 yılının mart ayında belediye seçimleri var. Yurdu yine büyük bir seçim heyecanı saracak.

"Dar gelirlinin ve orta direğin feryatları yükselirken yerel seçimlerin sonucu ne olur?" diye konuşuluyordu. Arkadaşlardan biri:

"AKP’nin oyları daha da artar" dedi ve ekledi:

"Oran bu defa yüzde 50’yi geçer. Halkımız halı gibi dövüldükçe tozutuyor, ezilip çığlıklarını arttırdıkça, oyunu gidip AKP’ye veriyor!"

Ücret artışları enflasyonun çok altında kaldı. Yalnız elektrik değil, su, doğalgaz ve akaryakıt fiyatlarındaki yükselişler de bütün mallara yansımaya başladı.

TÜİK’in 4 kişilik bir ailenin günde ortalama 7 liraya beslenebileceğini varsayarak yaptığı hesaplamaya göre bile Türkiye’de 550 bin kişi aç. 13 milyon kişi de yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Türkiye dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkelerinden biri olmaya devam ediyor. Nüfusun en zengin yüzde 5’lik dilimi ile nüfusun en yoksul yüzde 5’lik dilimi arasında tam 23 kat gibi korkunç bir gelir uçurumu var.

* * *

Yılın bir bölümünü Şile’de geçiren gazeteci arkadaşımız Mehmet Türker bir anısını şöyle anlattı:

"22 Temmuz öncesiydi. Halinden şikáyet etmeyen yoktu. Malûm, ’elim kırılsaydı da’ diye başlayan laf, AKP’ye oy verenler için de geçerliydi. İşçi, memur, emekli, AKP iktidarında ezilmiş, çiftçi perişan olmuştu. Şile’de bir köy muhtarı, seçim öncesi ziyarete gelen bir CHP milletvekiline ’açız’ diye dert yanıyor ve ekliyordu:

’Ne yapalım, yol kesip adam mı soyalım?’

22 Temmuz’da seçim oldu. AKP oylarını olağanüstü artırarak yüzde 46,7 ile yine tek başına iktidara geldi. ’Açız’ diye bağıran muhtarın köyünde ise oylar silme AKP’ye çıkmıştı!"

Türker, anısını böyle anlatıyor. Yalnız Şile İlçesi mi? Türkiye’de her yer öyleydi...

* * *

Başbakan Erdoğan "Gölgelerden sonra çok güneşler gördük" gibisinden edebi laflar ediyor, kentleri bu tür afişlerle dolduruyor, belediye seçimlerinde "İstanbul, Ankara yetmez. İzmir’i de istiyorum. Yalnız İzmir de değil. 81 ili de istiyorum!" diye teşkilatına gaz veriyor!

Bu arada, bilindiği gibi, valilere, kaymakamlara da "Vatandaşın gelip istemesini beklemeyin. Siz gidip kapılarını çalın, onlara kömür dağıtın. O zaman Türkiye ne olur biliyor musunuz? Uçar, uçar!" diye talimat yağdırmaya devam ediyor.

Şimdi, geçmişteki deneyimlere bakan sağduyulu insanlarımız:

"Bu sadaka ekonomisi ile AKP yüzde 50’yi aşar. Sebebi... Aziz Nesin’in o ünlü hesabı" diye düşünmeden edemiyor!

Enflasyon hedefi tutturulamadıkça, memur, emekli, işçi, çiftçi feryat ettikçe "Tamam, AKP belediye seçimlerini de garanti kazanır. Hem de yüzde 50’nin üstünde bir oy oranıyla!" diyoruz. Bakalım yanılacak mıyız?

Malum, ünlü sözdür: "Her toplum layık olduğu idareye kavuşur!" Biz de öyle...
Yazının Devamını Oku

Ananı öpen kadı ise!

6 Temmuz 2008
3 Temmuz Perşembe günkü yazımda "Bir de kelepçe ayıbı var!" diye yazmış ve şöyle devam etmiştim: "Tercüman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ufuk Büyükçelebi, elleri kelepçelenerek sorguya götürüldü. Yeri yurdu belli. Çağırsalar hemen gidip ifade verecek. Her gün, ya işinin başında, ya evinde... ’Kaç’ deseniz kaçmaz!

Ona kelepçe takılıyor. Hem de ellerini arkadan kelepçeliyorlar! Teröristlerin bile elleri önden kelepçelenirken, gazeteciye yapılan muamele bu!

Amaç ne? Gözdağı! Gazetecilerin eleştiri görevlerini özgürce yapmalarını engellemek!"

Böyle yazmıştım... Bunu "mesleki dayanışma" olarak niteleyenler oldu. Oysa biz evrensel insan haklarını ve demokrasiyi savunuyoruz. Peki, sonuç ne oldu?

Mahkeme Ufuk Büyükçelebi’yi serbest bıraktı. Şimdi, onun ellerinin bir terörist gibi arkadan kelepçelenerek çiğnenen onurunun hesabını veren olacak mı? Kimse vermeyecek tabii...

Yaratılmak istenen bir korku imparatorluğunun dehşet veren anısı Ufuk’un yanına kár kalacak!

* * *

Aklıma, 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in anlattığı bir fıkra geldi:

Kadının, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde, güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Kadı, fırıncıya "Ben bunu aldım" demiş.

Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin sahibi gelmiş: "Hani bizim ördek?"

Fırıncı boynunu büküp "Uçtu" deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.

Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...

Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi, "Bu adam ördeğimi hiç etti" diye şikáyet etmiş.

Kadı, fırıncıya sormuş: "Ne yaptın bu adamın ördeğini?"

Fırıncı "Uçtu" demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:

"Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar ’Uçar’ anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil" diyerek fırıncının beraatine karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş: "Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla..."

Davacı "Ne olacak?" diye sorunca kadı, "Şimdi" demiş, "Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız."

Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı, "Tamam" demiş, "Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak."

Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi’ye: "Senin şikáyetin ne?"

Yahudi ellerini açmış, "Ne diyeyim kadı efendi" demiş, "Adaletinle bin yaşa sen e mi?"

Kıssadan hisse: Ananı öpen kadı ise kime şikáyet edeceksin? Bugün ülkedeki durum bu!
Yazının Devamını Oku

Bu, daha iyi günlerimiz!

3 Temmuz 2008
MİLİTAN basının etekleri zil çalıyor: "Gözün aydın Türkiye!"<br><br>"Darbeci paşalar gözaltında!"<br><br>"Darbe temizliği!"<br><br>"Geç bile kalındı!" Bu sevinçli ifadeler, iktidar yanlısı gazetelerin dünkü başlıklarından bazıları... Bunlar "Ergenekon Soruşturması" nedeniyle gözaltına alınanları mahkûm ettiler bile... Aralarında iki emekli orgeneral, iki emekli amiral, iki gazete yöneticisi, işadamları, üniversite hocaları ve Ankara Ticaret Odası Başkanı da var. Toplam 23 kişi. Şimdilik tabii...

Dün, iktidar yanlısı bir gazetenin yazarı, "Bence bu işin medya ayağı henüz tamamlanmadı" diye yazıyordu. Bu tür yazarlar falcı gibi önceden haber verir, iktidara yakın oldukları için de kehanetleri genellikle gerçekleşir.

Demek ki, sabaha karşı evinden alınacak daha birçok gazeteci var. Haydi hayırlısı!

Türkiye korku ülkesine dönüştü! Her sabah endişe ile kalkılan, "Polis kapımızı çalar mı?" diye endişe duyulan bir ülke... Fakat "Beterin beteri vardır" derler. Bu belki de iyi günlerimiz!

* * *

Hapiste bulunanlar ve yeni gözaltına alınanlar gerçekten darbeciyse, suç örgütü kurmuşlarsa, kim olursa olsunlar, elbette ki yargılanmalılar! Fakat hálá neyle suçlandıklarını kimse bilmiyor. Yaklaşık bir yıldır cezaevinde yatanlar var. Ortada henüz bir iddianame bile yok.

Ya bütün bunlar fos çıkarsa! Ya iddialar gerçek dışıysa... Ya ortada örgüt filan yoksa? İktidara muhalif olanlara hemen "Darbeci" etiketi yapıştırmak moda oldu. Herkes merak içinde... Ne olup bittiğini öğrenmek milletin hakkı değil mi? Bugüne kadar hiçbir yargı bu kadar gecikmemişti. Adalet tarihinde (dikta rejimleri hariç) iddianamesi bir yılda hazırlanamayan başka bir dava var mı, bilemiyorum!

Yaşadığımız olaylar, bir rövanş, bir misilleme, bir gövde gösterisi havasında...

Gözaltına alınanların ortak bir özelliği var: Atatürk’ü sevmek.

Aman ha! Hiç kimse bugünlerde Atatürk’ün adını ağzına almasın! Tedbirli olmakta fayda var! ATO Başkanı Sinan Aygün’ün polisler arasında götürülürken, "Atatürk’ü, cumhuriyeti sevmekle suçlanıyorum!" diye haykıran sesi hálá kulaklarımda çınlıyor.

* * *

Bir de "kelepçe ayıbı" var.

Tercüman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ufuk Büyükçelebi, elleri kelepçelenerek sorguya götürüldü. Yeri yurdu belli... Çağırsalar hemen gidip ifade verecek. Her gün ya işinin başında, ya evinde... "Kaç" deseniz kaçmaz!

On-on beş metrelik yol için kelepçe takıyorlar. Hem de ellerini arkadan kelepçeliyorlar! Teröristlerin bile elleri önden kelepçelenirken, gazeteciye yapılan muamele bu!

Amaç ne? Gözdağı! Endişe ve kuşku yaratmak! Gazetecilerin eleştiri görevlerini özgürce yapmalarını engellemek! Bir de demokrasiden söz ediyorlar!

* * *

Aynı gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi’nde AKP’nin kapatılma davasında yaptığı sözlü açıklamada, "AKP şeriat istiyor! Açık, yakın ve somut tehlike var! AKP mutlaka kapatılmalıdır!" diyordu.

Bu iddiaya "Ergenekon Soruşturması" ile cevap verildi sanki: "Madem öyle, işte böyle!"

Ülke, dönüşü olmayan bir yola girdi, sonu hayırlı olur inşallah!
Yazının Devamını Oku