Abdi İpekçi’yi öldürmüş, silahlı üç gasp eylemi gerçekleştirmiş, askeri cezaevinden kaçmış, Papa’yı vurmuş, yakalanıp içeri atılmıştı...
İtalya’da 19 küsur yıl hapis yattıktan sonra Türkiye’ye gönderildi. Türkiye’de idama mahkûm olmuştu. İdam cezası kaldırıldığı için 40 yıl hapis yatacaktı. Fakat önce Özal’ın, sonra da Rahşan Ecevit’in çıkarttırdığı aflardan yararlandı ve idam cezası 10 yıla indi. Böylece İtalya’dakiyle birlikte toplam 30 yıl hapis yatmış oldu.
30 yıl hayattan uzak kalmak da büyük bir cezadır ama onun cezaevinden çıktıktan sonra bir kahraman gibi karşılanması, utanılacak bir olaydır!
Cezaevi çevresindeki yol üzerinde bekleyen kişilerin, davul zurna eşliğinde sevinç gösterileri yapmaları, onu görebilmek için insanların birbirlerini itip kakmaları üzücüdür.
Ağca, bir tetikçidir, kanlı bir katildir, her şeydir ama bir kahraman değildir!
Silahsız, savunmasız, masum bir gazeteciyi öldürmek yiğitlik midir? Papa’ya kurşun sıkarak Türk insanını yedi düvele kiralık katil gibi tanıtmak kahramanlık mıdır?* * *
Cezaevinden çıktıktan sonra Ağca’nın Türkiye’nin beş yıldızlı Ankara Sheraton Oteli’nde, yabancı büyükelçilerin, diplomatların, bakanların kaldığı ve gecesi 1000 Türk Lirası olan lüks süit odaya yerleşmesine ne demeli? Değirmenin suyu nereden geliyor?
Peşinde yerli ve yabancı medya ordusu, itişip kakışan insanlar, görevliler, lüks otomobiller... Tam bir şov! Adam, tetikçi bir katil değil sanki! Genel Yayın Yönetmeni İpekçi’yi 1979 yılında, Ağca’nın sıktığı kalleş kurşunlarla kaybeden Milliyet Gazetesi, katile gösterilen ilgi üzerine haklı olarak “Abdi İpekçi bir kez daha öldürüldü!” diye manşet attı.
Mehmet Ali Ağca’nın hayatı, bir polisiye roman gibidir. Silah, kan, suikast, cinayet, cezaevinden kaçış... Hepsi var onun yaşam hikâyesinde...
Ağca’nın 1 Şubat 1979’da Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’yi öldürdüğü günü dün gibi hatırlıyorum. O dönemde ben Günaydın Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni idim. Akşam saatlerinde, gazetedeki işleri yeni bitirdiğimiz sırada polis telsizinden Abdi İpekçi’nin vurulduğunu öğrendik.
Muhabirlerimizi derhal olay yerine yolladım. Bizden önce harekete geçen gazete olmamıştı. İpekçi’nin hastane morgunda, vücudunda kurşun delikleri olan cansız resmini sadece Günaydın polis muhabiri çekmeyi başarmış, daha sonra morgun kapısı herkese kapatılmıştı. Siyah-beyaz çekilen o fotoğrafları, Milliyet dahil bütün gazetelere bir meslek dayanışması olarak ben yollamıştım.
* * *
Abdi İpekçi suikastını en iyi bilenlerden biri olduğumu sanıyordum. Değerli dostum Saygı Öztürk’ün kitabını okuyuncaya kadar bu kanıdaydım ama... Onun yeni çıkan “Taşeron Mesih” adlı kitabını okuyunca bilgilerimin eksik olduğunu anladım. (Doğan Kitap)
Saygı Öztürk her zamanki titizliğiyle, tamamı belgelere dayanarak Ağca olayını tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Kitabı okurken, o müthiş olayları yeniden yaşadım sanki...
Üstelik doğru dürüst para da kazanamıyorlar.
Birkaç gün önce Dördüncü Levent’te bindiğim taksinin şoförüyle kısa bir sohbet yaptık. “Abi” dedi “Araç benim değil, binlerce arkadaşım gibi ben de kiralayarak çalışıyorum. Bir buçuk saat sonra sürem bitiyor, aracı gece çalışacak olan şoför arkadaşa teslim edeceğim. Allah inandırsın seni, bugün 130 liralık iş yaptım. Bunun 90 lirasını araç sahibine vereceğim. 40 liralık yakıt harcadım. Bana kalan para şu anda SIFIR. Bir buçuk saat içinde ne kadar iş yapabilirsem, bugünkü kazancım o olacak. Hemen her gün köle gibi araç sahibine sahibine çalışıyoruz!”
* * *
Getirisi fazla olmadığı gibi birçok taksi şoförü saldırıya uğruyor, soyuluyor, bazıları öldürülüyor! Çok sık oluyor bu...
Hırsızların, gaspçıların, soyguncuların başta gelen avları taksici esnafı!
Büyük şehirlerde zaten kimsenin can güvenliği tam değil...
Evinizde uyurken bile, gece yatak odanıza girip sizi soyabilirler... Direnirseniz vururlar da... Onlar kaçar ve siz “Niyazi” olursunuz!
Durum tersine olur da, siz hırsızı ya da soyguncuyu vurursanız büyük ihtimalle hapse girersiniz, şansınız yaver gidip de, hapse atılmaktan kurtulsanız bile yıllarca mahkemelerde sürünürsünüz.
Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922’de TBMM gizli celsesinde milletvekillerine:
“Türkiye’yi yok etmeye teşebbüs edenler, Türkiye’nin imhasında menfaat ve hayat görenler, münferit (tek, kendi başına) olmaktan çıkmışlar, birleşmişler, anlaşmışlardır.
Bizim en önemli savunma aracımız Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, sizlersiniz.
Bu milletin hakiki ve yetki sahibi temsilcilerinden oluşan TBMM’nin ülkeyi savunması göstereceğimiz yiğitliğe ve kahramanlığa bağlıdır” diye seslenmişti.
Bugün de ülkemiz, 1922 yılındaki duruma benzer şartlar yaşıyor. Türkiye, Atatürk’ün uzun yıllar önce sözünü ettiği “dahili ve harici bedhahlar” (kötülük isteyenler) tarafından kuşatılmış durumda...
Bu kötü niyetli kişilere karşı en güçlü savunma aracımız Türkiye Büyük Millet Meclisi olmalıdır.
* * *
Anayasamıza göre, milletimiz egemenliğini “Yetkili kurullar” aracılığıyla kullanır.
İkisi de 1950 sonrası Türkiye’sini anlatıyor. 50’li yıllarda başlayan siyasi kavgalar, demokrasiye geçiş ve ihtilaller...
O yılları yaşadıkları için çok iyi bilen gazeteci arkadaşlarımız Altan Öymen ve Yalçın Toker, olaylara farklı pencerelerden bakıyorlar.
Bu iki kitabı okuyunca nereden nereye geldiğimizi ve nereye gittiğimizi daha iyi değerlendiriyoruz.
* * *
Bir ülkeyi ayakta tutan güç olan devlet bölünmüş durumda...
“Kurumlar arasında çekişme yok” sözleri gerçeği yansıtmıyor.
Kurumların birbirine girmesi tehlikeli... Devlet organları arasında güven kalmazsa bu devlet nasıl yürür?
İktidar, saplandığı paranoyadan, içine düşen kuruntudan, ruhunu saran vesveseden kurtulmalıdır... Panik atak halindeki davranışlar ülkeyi geriyor, huzuru kaçırıyor. Bu gerilim ortamının kime faydası var ki?
* * *
Türkiye’de darbeler yaşandı ama bunlar sessizce ve bir gecede oldu. Böyle bol bol konuşulan, görüşülen, tartışılan, davul zurnalı darbe görüldü mü?
Ne dereceye kadar doğru olduğu bilinmeyen ve henüz yargı safhasında olan iddiaları bahane ederek ordu ile kavga etmek yanlıştır.
Askerin neden böylesine hoyratça yıpratıldığını anlamak zor... Yurdumuzu savunacak başka ordumuz yok ki...
Ben kendi adıma söyleyeyim: AB uyum yasalarını onaylıyorum. Bu çabaların, ülkemizin demokratikleşmesi bakımından yararlı olacağı kesindir. Bunları kendimiz için yapalım. Ancak Avrupa Birliği’ne gireceğimize, ilk günden beri inanmıyorum!
Evet, dost gözünden bellidir. Avrupa Birliği Türkiye’ye, ortaklığa alınacak bir dost gibi değil, sakınılması gereken bir düşman gibi bakıyor.
O zamanki adı Ortak Pazar olan Avrupa Birliği ile antlaşma, 1963 yılında Ankara’da imzalanmıştı. Türkiye o günden beri (47 yıldır) Avrupa kapılarında süründürülüyor!
* * *
Avrupa’nın lideri durumunda iki ülke var: Almanya ve Fransa... (İngiltere kendini biraz uzak tutuyor.)
Bu iki ülkenin yöneticileri Türkiye’yi küçümsüyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy açık ve net olarak “Türkiye bir Asya ülkesidir, Avrupa Birliği’ne üye olamaz. Türkler Avrupa kültürüne ait değil. Onları birliğe alıp, İran ve Irak ile komşu olmak istemiyorum!” diyor.
Almanya Başbakanı Merkel ise “Türkiye Avrupa’ya ait değil. Türklere tam üyelik değil, imtiyazlı ortaklık yeter” diyerek bizi adeta kovuyor!
Turgut Özakman’ın, Bilgi Yayınevi tarafından basılan “Cumhuriyet-Türk Mucizesi” adlı kitabını tüm gençlerin okuması gerekir.
Cumhuriyetimizin, nasıl bin bir güçlük içinde kurulduğunu bilmezsek, bugünlerin değerini de kavrayamayız.
1922’li yıllar... Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman yok, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı’dan, borca batık bir miras kalmış!
Bize cumhuriyeti armağan eden o altın kuşağın iki gücü vardı sadece:
1) Akıl, 2) Yurtseverlik...