Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Sel Allah’ın, sel afeti ise insanların eseridir

20 Eylül 2004
Dünyanın herhangi bir yerinden sel haberinin gelmediği bir gün yok gibi... Sürekli yaşadığınız bir şehirle ilgili sel haberlerini dünyanın öbür tarafındaki bir ülkeden izlemek ise çok farklı bir duygu.

15-16 Ağustos 2004 tarihlerinde İstanbul’da seller olurken ABD’nin Ulusal Acil Durum Merkezi’nde Federal Acil Durum Kurumu (FEMA) uzmanlarıyla birlikte katıldığım bir kursta hem modern ‘Sel Yataklarının Yönetimi’ni öğreniyor, hem de benim şehrimde yaşanan trajikomik durumları takip ediyorum. Kulağım hocada, gözüm teneffüste internete girip Türk gazetelerinden çıkış aldığım haberlerdeki, ‘Doğaya saygısızlığın sonu, perişanlık, büyük hasar, azgın suda can pazarı, 200 milyarlık cipler suya gömüldü, trajikomik, yağışlar rekor değil, yağış gece etkili olacak, radara yıldırım düşmesi, dere yataklarını terk edin’ gibi klasikleşen başlıklar ve olaylarda...

Aslında, ‘Daha önce burada hiç sel olmadı’ denmemeli. Dünya üzerinde yağmurlar yağmaya başladığından beri (çöller, el değmemiş ormanlar dahil) dünyanın her tarafında seller olmaktadır. Örneğin, M.Ö. 3200 yılında Fırat Nehri taşarak bugün Irak olarak adlandırılan Ur şehrini 2.4 metrelik bir çamurla kaplamıştı. 27 Temmuz 1301 tarihinde Sakarya Nehri taşmıştı. 20 Eylül 1563 yılında İstanbul’da büyük su baskını yaşanmıştı. Rahmetli dedem Trabzon’un Sürmene İlçesi Köprübaşı nahiyesinden 1920’lerdeki sellerden dolayı Maçka’ya göç etmişti...

NUH TUFANINI OKUYUNCA BİR GARİP OLUYORUM

Türkiye’de meteorolojinin ve yerel yönetimlerin sahip çıkmadığı sellerin adı ’taşkın’ olmuş çıkmış. Ama her sel bir taşkın değildir! Yani sel olması için mutlaka bir derenin taşması gerekmez. Seller oluşma süreleri bakımından ikiye ayrılır: 1. Sel (floods), bir hafta veya daha uzun bir süre içinde oluşabilir ve 2. Ani Seller (flash floods), 6 saat içinde oluşabilir. Ani seller, çöller dahil, dünyanın her yerinde görülür. Oluşma yerleri bakımından seller beşe ayrılır: 1. Dere ve Nehir Selleri (taşkınlar), 2. Dağlık Alan (Kuru Vadi) Selleri, 3. Şehir Selleri, 4. Kıyı Selleri ve 5. Baraj Selleri...

İstanbul, ‘Nuh Tufanı’ veya ‘Son 10 yılın en şiddetli’ yağışlarıyla boğuşmuş ama teslim olmamış, şeklinde bize mahsus ifade ve sözde uzman açıklamalarını haberlerden okurken yüzüm yarı güler yarı ağlar bir ifade alıyor. Yanımdaki Amerikalı bendeki tuhaflığı fark edince ‘hálá jetlag’in etkisinden, sersemliğimden kurtulamadım’ deyip hem onu, hem de kendimi kandırıyorum.

Acil Durum Enstitüsü (EMI) Hocası, ABD’deki selle ilgili reformların tarihçesini anlatıyor: ‘1890 yılında ABD Kongresi Sel Tahmini ve Uyarısı için Federal Sorumlulukları belirledi’ deyince yüreğim yine cız ediyor. Şu işe bak, benim ülkemde yıl 2004 olmasına rağmen sel tahmini ve uyarısı yapmakla resmen görevlendirilmiş hiçbir kurum veya kuruluş hálá yok! Daha da kötüsü geçmiş yılların bu yanlışını düzeltmek için iktidara gelenlerin hiçbiri bu gerçekle yüzleşmek bile istemedi.

Böylece benim ülkemde birileri çıkıp sanki bir marifetmiş ve meteorolojik uyarı gerçekten böyle yapılırmış gibi hálá ‘yağışlar etkili olacak’ diyor; yağış miktarıyla birlikte ‘sel gözetlemesi’ ve ‘sel alarmı’ şeklinde iki aşamalı sel uyarısı veremiyor. DSİ, 1954 yılında yürürlüğe giren 6200 sayılı kanunla sadece akarsu sellerine, yani ‘Taşkınlara karşı koruma yapıları inşa etmek’le görevlendirilmiş. Atatürk’ün 1937’de kurduğu DMİ’nin ise 1986 yılında çok yanlış bir şekilde değiştirilen ve 3254 sayılı kanunda belirlenen, amaç ve görevleri arasında selle birlikte fırtına, kuraklık, don, dolu, vb. gibi 28 adet meteorolojik afetle ilgili tek bir kelime bile yok!

Amerikalı hoca, ‘1917 ve 1936’da çıkartılan Sel Kontrol Kanunları sellerle sadece (baraj, set vb. inşa ederek) yapısal önlemlerle mücadele edildiğini; bunun da (sel yataklarına yerleşim-sel-sel kurbanlarına yardım-baraj inşası-sel yataklarına daha fazla yerleşim şeklinde) bir yıkım-yara sarma sarmalına girildiğini anlatıyor. Bu çevrimi kırmak için Romalılardan beri sellerle mücadele edebilmek için sadece barajlar ve su bentleri inşa edilme anlayışının 1940’lı yıllardan sonra ‘selden korunma’ kavramına dönüştürüldüğünü söylüyor. Çünkü büyük-küçük her nehre bir baraj yapılamayacağı gibi artık sellerin sadece nehirlerle ilişkili olmadığı da görüldü. Böylece, 1966 ağustos ayında ABD Meclisi 465 Sayılı Yasa ile ‘Sel, Allah’ın; Sel Afeti ise insanların eseridir’ (Flooding is an act of God; Flood damages are act of man) anlayışıyla sel zararlarını azaltabilmek için ‘Sel Yataklarının Yönetimi’ gibi yeni bir yöntemi yürürlüğe koymuş, uyguluyor.

Bir haberde de Meteorolojinin ‘Zaten geçmiş 100 yılın done olarak bizde bilgisi yok. İstanbul’un en eski istasyonu Göztepe’dir. Onun da bilgileri 1929 yılından beri elimizde. Onlar yanlış ifadeler, bize ait değil’ diyerek neden şikayet ettiğini anlayamadım. Halbuki hidro-meteorolojik çalışmalarda, yağış istasyonlarına ait şiddet-süre-tekerrür eğrilerinden 2, 5, 10, 25, 50, 100, 500 yıllık en büyük günlük yağış değerleri bulunur. Havza için bu yıllar için sel hidrograflarıyla birlikte sel su seviyeleri hesaplanır. Ama bunlar için 100 ya da 500 yıllık verinin elde olması gerekmez. Halk arasındaki kafa karışıklığı ‘100-yıllık sel’in, 100 yılda bir olan sel olarak düşünülmesinden kaynaklanır. Bunun doğrusu, ‘bir yılda sel oluşma ihtimali yüzde 1 veya daha büyük olan sel’dir.

Burada yazımı bitirmeden yerel yönetimlere bir çağrıda bulunmak istiyorum. George Santayana’nın ‘Geçmişini hatırlamayanların yazgılarında geçmişi yeniden yaşamak vardır’ sözünü hatırlayalım ve birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi şehir içinde görülür yerlere ‘Sellerin en yüksek su seviyesi’ni gösteren tabela, vb işaretleri koyup bu sellerin de halk tarafından unutulmamasını sağlayalım.

Unutmadan: 15 Ağustos 2004’te İstanbul’daki ‘tufan’ tehlikesi nedeniyle DMİ, üç meteoroloji radarının görüntülerini web sayfasından halka sunmaya başladı. ‘Gizlidir, paralıdır’ vb bahanelerle 30 yıl oyalanıp geciktikten sonra da olsa bir ilk böylece gerçekleştirilmiş oldu. Artık yağışlar aniden bastıramayacak! Bunu gerçekleştirenlere çok teşekkür ederim, Allah tamamına erdirsin.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül’den sonra ABD ve Atatürk Havalimanı

13 Eylül 2004
<B>İTÜ</B> Afet Yönetim Merkezi öğretim üyesi olarak son dört yıldır her yaz ABD’ye gidip Afet Yönetimi konusunda eğitimlere katılıyoruz. Bu eğitimlerin birinden yeni döndüm. ABD’de 11 Eylül terör saldırılarından sonra bazı şeyler değişti. 11 Eylül’den sonra ABD’ye gidiş gelişlerin zorlaştığı ve Müslümanlar’a bakışın kötüleştiği konusunda çok şeyler söylenmekte. İşte benim gözlemlerim.

Yaz aylarında ABD’ye gitmek için uçak bileti bulmak çok zor. Genellikle öğrencilerin ABD’ye dönüş tarihine rastlayan ağustos ayında uçabilmek için 1.5 ay öncesinden yedek olarak bekledim. Sonra da İtalya’nın Milano şehrinden aktarmalı olarak Washington Dulles Havalimanı’na bilet buldum (Teşekkürler Arife Hanım.) İtalyan Havayolları ile ilk defa uçtum. Ne Milano’da, ne de ABD’ye inmekte olan uçakta kimseye sormadan yerel saati öğrenmek mümkün oldu. Amerika kıtasına varana dek, THY’den alışık olduğumuz narin hostesler yerine, uçaklarda kaslı ve yaşlı, esmer ve uzun saçlı hostların kahve servisi yapması da bana biraz tuhaf geldi...

Neyse ABD’ye vardık ama şehir üzerinde birkaç tur atmadan önce alana inmek mümkün değildi. Cam kenarında olmanın verdiği avantajla ve yapacak başka bir şey olmamasından dolayı aşağıyı seyrettim durdum. Ormanların içinde birçok yeni evin inşa ediliyor olması dikkat çekiciydi.

Uçaktayken doldurmuş olduğum iki formu pasaportumla birlikte polise verdim. Adımı bilgisayara girince kayıtlarında parmak izimin ve fotoğrafımın olmadığı anlaşıldı. İşaret parmaklarımı tek tek kırmızı ışığın olduğu yere koyup mini kameraya baktım. Parmak izi verdikten sonra parmaklarımdaki mürekkebi silmek için hazırladığım kağıt mendillere gerek yoktu. Kayıtlara geçtik ve bilgisayarın yaptığı taramada bu parmaklar ve yüzle yanlış bir şey yapmadığım birkaç saniyede malum oldu. Kaç gün kalacaksınız diye soruldu; ‘10 gün’ dedim, üç aylık damga vuruldu. Daha geç çıkanın bir daha ABD’ye girmesi mümkün değil. Geçen sene yaşlı bir Türk anne-babayla havaalanında karşılaşmıştım. Oğulları bir keresinde yılbaşını da ABD’de geçirip Türkiye’ye öyle gideyim demiş ve ABD’ye tekrar geldiğinde iki gün içeride tutulup Türkiye’ye geri gönderilmişti.

KYOTO PROTOKOLÜ’NÜ ZOR İMZALARLAR

Şimdi sıra uzun bir beklemeden sonra gelen bavulu, gümrük ve tarım müfettişi gibi çalışan görevlilere fazla kurcalatmadan çıkartmaya gelmişti. 1985’te ABD’ye ilk defa öğrenci olarak giderken Almanya’ya ailemin yanına uğramıştım. Haberim yokken annem bavuluma yarım ekmekle beraber bir kangal sucuk koymuş! New York JFK Havaalanı’ndan çıkarken, ‘Et, ot, tohum filan var mı?’ gibi bir soruya ‘yok’ demiş olmanın verdiği korkuyu sonradan o sucuğu yerken hissettim. Bu sefer et filan olmadığından emindim. Ortalıkta dolanan bir görevli ‘Nereden geliyorsun?’ diye sorup elinizdeki gümrük formunun üzerine bir ‘A’ harfi yazıyor. Böylece tarımsal kontrole tabi oluyorsunuz. Kimseyle de göz göze gelmemeye dikkat edip gümrük memurundan kolayca geçtim.

Beni bir buçuk saatlik Emmistburg yolculuğuna çıkartacak olan FEMA’nın otobüsünü beklemek için çıkış kapısında oturup Jack London’un Deniz Kurdu kitabını okumaya devam ettim. Geçen sene gibi havalimanının etrafı dev beton bloklarla çevrilmiş, sivil ve üniformalı polisler devriye geziyor, araçla beklemek ve park etmek yasak, anonslarla sahipsiz çantaların imha edileceği ve ulaşım için kimsenin yapacağı teklifi kabul etmemen İngilizce ve İspanyolca söylenip duruyor.

Otobüsteki klimadan yarı donmuş bir şekilde kırsal kesimde olan FEMA’nın Acil Durum Eğitim Enstitüsü’ne vardım. Bizdeki gibi ABD’de okulların etrafını beton duvarlar veya çitlerle çevirmek gibi bir uygulama yoktu. Bu sene enstitünün etrafı yüksek demir parmaklıklarla çevrilmiş. Ve silahlı güvenlik görevlileri otobüste kimlik kontrolü yapıp varsa silah ve uyuşturucularımızı hemen teslim etmemizi otoriter bir şekilde söylüyor. Derslerde klimanın soğuğundan dolayı sürekli olarak montla oturuyor, geceleri de dev klimaların sesinden dolayı uyumakta zorlanıyordum.

Şu an ABD’de büyük bir konut yapma faaliyeti var. Bunu kurstan sonra gittiğim, Columbia şehrinde de gördüm. 14 yıl önce çulsuz ve pulsuz olarak bırakıp Türkiye’ye döndüğüm arkadaşlarımın hepsi şimdi yepyeni evlerin sahibi olmuş. ABD’de bankaların ev için verdiği kredinin faizi çok düşürülmüş; neredeyse tüm kiracılar ev sahibi oluyor. 30 yıl kira öder gibi bankaya kredi borcu ödüyorlar. Bu arada kiralar düşmüştür diye düşünebilirsiniz ama 14 yıl önce kaldığım öğrenci evlerinin kirasının 180 dolardan 300 dolara çıktığını duyunca ben bu düşünceden hemen vazgeçtim.

TUHAF BİR ARAMA VE SORGULAMA

‘Irak’ta işler iyi gitmeyince benzinin galonu da 1.8 dolar oldu’ diyorlar. Ben burada öğrenciyken benzin fiyatı bunun tam yarısıydı. Buna rağmen, ikinci el otomobil kullanan arkadaşlarımın her birinde şimdi en azından iki yeni otomobil olduğunu gördüm. Biri mini van, biri de normal binek otomobil. Yeni yerleşimlerin yeni açılan ormanlara yapılması, otomobil sayılarının ikiye katlanması, her yerde dev klimaların gece gündüz çalışması vb. nedeniyle ABD’nin, karbon emisyonunda dünya birincisi olmasına şaşırmamak gerekiyor. Bu durumda ABD, Kyoto Protokolü’nü biraz zor imzalar.

Dönüşte İstanbul’da beni şoke eden bir şey oldu. Yabancı havalimanlarında şüpheli muamelesi gördükten sonra kendi ülkesinde böyle tuhaf bir şeyle karşılacağı insanın aklına bile gelmez. Bavulumu alır almaz gümrükten ve yolcuları karşılayanların meraklı bakışları arasından geçip otobüse doğru yol alırken birisi kibarca önüme atlayıp kimlik gibi bir şeylerini gösterdi! Çantalarım x-reyden geçirildikten sonra, ne oldukları zaten görünüşünden belli olan şeylerin ne olduğu teker teker soruldu... Polisten ve gümrükten geçmiştim, peki bunlar kimdi? Şoke olmuş, gösterdiği kimliğe doğru dürüst bakmamıştım bile! Dünyanın neresinde yolcuları karşılayanların arasında böyle arama bir yapılıyor? Polisten ve gümrükten geçerken bunların aklı neredeydi? Düşünün sevdiklerinize tam kavuştuğunuzu düşünürken sizi onların ve milletin ortasında bir kenara çekip tekrar arayıp sorguluyorlar. İçeride bu işin yapılması gereken yerlerde ise ne arayan, ne de bir şey soran var. Ne diyeyim, bu uygulamayı icat edene Allah biraz merhamet ve akıl versin!
Yazının Devamını Oku

Orman yangınlarıyla mücadele için Mikdat’ça sorular ve tavsiyeler

6 Eylül 2004
26 Ağustos 2004 tarihinde ülkemizin en önemli turizm bölgesi Antalya’nın Gündoğmuş ilçesinde meydana gelen orman yangınındaki şehitlerimiz için çok üzüldüm. Bu konuda ‘orman işletmelerinin yeterli donanımı olmadığı, rüzgarın tersten esip yangını körüklediği, helikopterin havalanırken türbülans yaptığı’ gibi çok şeyler yazılıp söylendi. Bir meteoroloji mühendisi ve afet yönetimi uzmanı olarak bu konuda üzerinde düşünülmesini istediğim bazı sorularım var.

Konu ile ilgili olarak 27 Ağustos’ta Hürriyet gazetesinde ‘Tabelalı önlem’ başlıklı bir haberi vardı. Habere göre Antalya Orman Bölge Müdürlüğü binası girişine dikilen tabelayla vatandaşların orman yangınlarına karşı dikkati çekiliyor. Sıcaklık ve nem oranlarının gösterildiği tabela, nemin düşük olduğu günlerde sabah akşam yanıp sönerek yangın tehlikesi olduğuna dikkat çekiyormuş.

İŞİN GÖSTERİŞ TARAFI

Son yıllarda başta benzin istasyonları olmak üzere bu tür hava sıcaklığı ve bağıl nemi gösteren tabelalar çok yaygın bir şekilde kullanılır oldu. Fakat, aynı yerde, yolun iki tarafında bulunan tabelaların farklı hava sıcaklıkları gösterdiğine kimsenin aldırdığı da yok! Bunların gösterdikleri hava sıcaklıkları çoğu kez doğru değil. Öyle ki bu tabelalar güneş havalarda hava sıcaklığını olduğundan daha yüksek; bulutlu havalarda ise daha düşük gösteriyor. Halbuki yasaya göre meteorolojik gözlemlerin halka sunulmadan önce DMİ’nin kontrolünden geçmesi gerekir. DMİ’nin hava tahminindeki tekelini doğru bulmuyorum ama bu konudaki başı bozukluğu da onaylayamayız. Şüphesiz meteorolojik gözlemlerin ve istasyon kurmanın da kuralları var. Bu aletlerin imalatında uyulması gereken TSE standartları yürürlüğe konulmalı ve monte edilip işletilmesi meteoroloji mühendislerini onayı ve gözetiminde yapılmalıdır.

Antalya Orman Bölge Müdürlüğü’ndeki tabelanın yüksekliği resimdeki adamın boyunu aşıyordu. Anakara Gazi Orduevi’nin bahçesinde gördüğüm başka bir tabelanın yüksekliği ise neredeyse belim hizasındaydı. Oradakilere ‘bu istasyon yere çok yakın, çalı yangınlarına mahsus meteoroloji istasyonu gibi olmuş’ diyerek yanlış monte edilmiş olduğunu anlatmaya çalıştım...

Bu tabelalar işin gösteriş tarafı! Aslında ormanlarımızda toprağın üzerindeki bitki kalıntılarından ağaçların tepesine kadar hava sıcaklığı, bağıl nem ve rüzgar hızı gibi orman yangınlarını tespit etmek ve orman yangınlarıyla mücadele etmek için hayati önem taşıyan gözlemlerin yapılması gerekir. Orman yangınlarının tespiti ve onlarla mücadele için gerekli olan meteoroloji istasyonlarının taşınabilir olanları, orman yangını olduğunda yangın bölgesine de götürülüp kurulmalı...

Meteorolojimiz yıllardır orman yangınlarına yönelik hava tahminleri yaptığını söyler durur. ‘Antalya civarında, yer yer, zaman zaman’ gibi muğlak tahminlerle aslında böyle bir şey gerçek anlamda yapılamaz. Geçtiğimiz haziran ayında da ‘orman yangınlarını tahmin edeceğiz’ demişlerdi. Şimdi altı şehit verdikten sonra ‘Meteoroloji, hava tahmini gibi ‘orman yangını tahmini’ yapmaya başlıyor’ diye tekrar haberler çıkıyor. Ülkemizin nokta nokta hava sıcaklığı, nem, yağış vb.’nin miktarı rakam olarak belirlenemedikçe böyle bir şeyin yapılması mümkün değil. Normalde meteorolojinin, 1. gözlem, 2. rakamlarla ifade edilebilen miktarları içeren noktasal hava tahminleri ve uyarıları, 3. veri bankası kurmak ve işletmek gibi üç asli görevi vardır. Diğer bir deyişle, yerel arazinin çok ayrıntılı temsil edildiği modellerle ‘rüzgarın ters dönmesi’ gibi kısa süreli rüzgar tahminleri ve meteorolojinin doppler radarlarından rüzgar değişimlerinin anlık takip ederek orman yangınıyla mücadeleyi desteklemek meteorolojinin asli görevidir.

Orman yangınları indekslerini hesaplayıp yangın risklerini belirlemek ise Orman Genel Müdürlüğü’nün görevi olmalıdır. Ayrıca meteorolojiden alınan ayrıntılı hava tahminlerinin ormanlar için yorumu ve orman yangınlarının hava tahmini bu kurumda çalışan ve bu konuda uzmanlaşmış olan meteoroloji mühendislerinin görevi olmalıdır. Sonuçta her şeyi yapmaya çalışıp hiçbir şeyi yapamamak var...

YANGIN SIĞINAĞI

ABD Federal Acil Durum Kurumu’nun Ulusal Acil Durum Eğitim Merkezi’nde her yıl Amerikan itfaiyecileriyle birlikte eğitimlere katılıyoruz. Orada tanıdığım itfaiyeciler sadece çok iyi bilardo oynayıp yemek yapmıyor, aynı zamanda teknolojik yeniliklere de açıklar. Bir keresinde bahçede ipek böceği kozasına benzer bir şeylerin içine neşeyle girip çıktıklarını gördüm. Bunlar orman yangınlara uçaklardan paraşütle atlayan uçan itfaiyecilerdi. Ateşe dayanıklı miğferleri, maskeleri ve özel giysileriyle birlikte bir de 2.5 kilogram ağırlığında paket taşıyorlardı. Bu, alüminyum gibi parlak renkli yanmaz malzemeden yapılmış bir ‘yangın sığınağı’ (fire shelter) dedikleri bir şeydi. 1949 Mann Gulch trajedisinde 13 genç itfaiyeci Montana yamaçlarında alevler arasında kalmıştı. İtfaiye şefi hemen kendisinin yaktığı küçük bir alana yatıp üstünü toprak serperek alevlerden kurtulmuştu. Diğerleri ona katılmayı reddedince diri diri yandı. Bundan sonra toprağa gömülmek, yanmaz çadıra girmek gibi birçok yöntem geliştirildi. Şimdi uyku tulumuna benzeyen bir şeye açık tarafından girip kapalı taraf yukarı gelecek şekilde yerde yuvarlanarak yeni yangın sığınağını deniyorlardı.

ABD’de itfaiyeciler afet yönetiminin de bel kemiğidir. Almanya’nın S.S. subaylarından alıp Kaliforniya Orman yangınlarına başarıyla uyguladıkları ‘Olay Komuta Sistemi’ (OKS), şu an afetlere müdahalede kullanılan bir yöntemdir. 11 Eylül’den sonra mahalle ve kasaba ölçeğinde terörle mücadele için de emekli itfaiye şefleri OKS kurslarına alınıp eğitmen olarak yetiştiriliyor... OKS’de Olay Komutanı, olaya hakim bir yere karargahını kurup birimleri sevk ve koordine eder.

Yangınlara müdahalede ormancılarımız nasıl organize olur, bu yangında olay komutanı yangını nereden sevk ve idare ediyordu, o anda meteorolojiden yerel rüzgar tahmini alınıyor muydu, ormanlarımızda sabit ve portatif meteoroloji istasyonları var mıdır, ormancılarımız yangın sığınağı gibi bir şey kullanılıyor mu, orman personeline hangi seviyede ve sıklıkta eğitimler veriliyor? Bu soruların cevaplarını birileri verir veya biraz olsun bunların da üzerlerinde düşünürlerse sevinirim.
Yazının Devamını Oku

Yağmurcu geldi hanım!

30 Ağustos 2004
‘Çin’de iki kent, yağmur hırsızlığı iddiasıyla birbirine girdi’ gibi ‘yağmur bombası’ haberlerini duymuşsunuzdur. Ülkemizde de kuraklıkla mücadele için zaman zaman, böyle ‘yağmurcu geldi hanım!’ türünden çözümler ortaya konulmakta...

Aslında havayı da kontrol altına almak ve istenildiğinde yağmur yağdırmak insanlığın en büyük hayallerinden biridir. Red Kit okuyanlar bilir! Yağmur yağdırdığını veya havayı kontrol edebildiğini iddia eden kişiler kurak günlerde sık sık ortaya çıkar. Bunlar ellerindeki teknolojiyle fırtınaları önlemekle birlikte havalimanlarındaki kötü hava şartlarını da ortadan kaldırabileceklerini, yağışı arttırabileceklerini ve hatta yağışı istenilen bölgeye yönlendirebileceklerini iddia ederler. Bu kişiler bu işin gerçekten uzmanı olan şahıslarla temasa geçmez, daha çok konunun uzmanı olmayan bürokratları etkilemeye çalışırlar. Bunda başarılı olanlar da bulut tohumlama gibi işlemleri, başarıları veya başarısızlıkları yoğun bir şekilde tartışılan bir ortam içinde, çok yüksek meblağlar kazanana kadar devam ettirirler.

Orta Asya’daki Türk boylarında yağmur yağdırma, bu konuda özel bir güce sahip olduğuna inanılan ve ‘yağmurcu’ denilen Şamanlar’ın ‘yada taşı’ denilen özel taşlarla yaptığı bir işti. Günümüzün yağmurcularına göre herhangi bir anda dünya atmosferinin 10 trilyon ton su içerdiği hesaplanmakta ve bu ‘nehirlerdeki suyu’ yeryüzeyine indirmenin yolu bulutları tohumlamaktır!

BULUTLARDA DELİK AÇMAK MÜMKÜN

Aslında her şey 1946’nın sıcak bir temmuz gününde başladı. Vincent Schaefer, GE buzdolabı geliştirme laboratuvarında çalışırken, soğuk ve sisli bir havayla dolu olan buzdolabının içine kuru buz atınca su buharının buza dönüştüğünü tesadüfen gördü. Evet, insan böylece ilk kar fırtınasını yaratmıştı! Eğer bu olay buzdolabında olabiliyorsa, bulutta da olabilir ve yağmur yağdırılabilirdi. Bulut tohumlanmasındaki ilk uygulamalarda, Vincent Schaefer ve Irving Langmuir bulutları tohumlamak için uçaktan, çöl tozu, ezilmiş kuru buz (katı CO2) parçacıkları vb. maddeler attılar. 1947’de Bernard Vonnegut ise gümüş iyodürü bulut tohumlamada kullandı. Gümüş iyodür, buz kristaline en çok benzeyen kristal yapısına sahip olduğu için -4 derece ve daha düşük sıcaklıklarda da etkilidir. Günümüzde bulut tohumlama deneylerinde artık sadece gümüş iyodür kullanılmaktadır.

Bu fikir bir yıl içinde ABD Deniz Kuvvetleri tarafından tayfunların gözüne uygulandı. Florida eyaletine yönelmiş olan dev tropikal fırtına (belki de kendiliğinden) ani bir dönüşle kuzeydoğuya yöneldi ve insanları hazırlıksız yakaladı. Askerler büyük eleştiri aldıkları bu deneyi bir daha 1960’ların başında ama bu sefer okyanusun ortasında denediler. Maalesef, yok etmek istedikleri fırtına bu kez de deneyden güçlenerek çıktı. Bünyesinde binlerce meteoroloji mühendisi çalıştıran ABD silahlı kuvvetleri, günümüzde de havaya hakim olmak ve gerektiğinde de onu silah olarak kullanabilmek için bu deneylere devam ediyor. (http://www.au.af.mil/au/2025/volume3/chap15/v3c15-1.htm)

Uçakla tohumlama, nispeten ucuz fakat çoğu kez başarısızdır. Ayrıca uçakların yoğun hava trafiği yaşanan havalimanlarından zamanında kalkıp uçuşunu gerçekleştirmesi de bir problemdir. Yerden tohumlamada, Ruslar’ın yaygın olarak kullandığı havan topları ve roketlerle beraber Kızılderililer’in etrafında yağmur dansı ettikleri renkli dumanlar çıkartan ateşe bezer bir işlevi olan yer jeneratörleri kullanılır. Bütün bunlardan roketler, en pahalı fakat en isabetli olanıdır.

Gelişmiş ülkelerde hava modifikasyonu çalışmaları uzun yıllardır başka amaçlar için de yapılmakta. Bazı gelişmiş ülkelerde havaalanı pistlerindeki sisi kaldırmak için II. Dünya, Kore ve Vietnam savaşlarında ortaya çıkan teknolojilerin ve bilginin geliştirilerek kullanıldığı bilinmekte. ABD’de özellikle askeri alanda havayı silah olarak kullanabilmek için de bu tür çalışmalara hızla devam edilmekte. Uzun yıllardan beri Rusya’da da roketlerle bulutlara aşırı miktarda gümüş iyodür enjekte etmek suretiyle, dolu önlemeye yönelik bilimsel çalışmaların hidrometeoroloji birimleri tarafından yapıldığı bilinmekte. Örneğin, Arjantin Tarım Bakanlığı da dolu yağışını önlemek için bu teknolojiyi satın almış. Aşırı tohumlamayla bulutların dağıtılması sonucunda yağış ve sisi küçük alanlar üzerinde önlemek, bulutlarda delik açmak da şu an mümkün...

YAĞMUR BOMBASI ÇÖZÜM DEĞİL

Fakat bulut tohumlama teknolojisi, Rusya dahil henüz hiçbir ülkede günlük hayatta yağmur yağdırmak için rutin olarak kullanılmamakta. Özellikle meteorolojinin en ileri olduğu ABD’de yararı somut olarak ispatlanamayan bu işlemler, artık eyaletlerinin büyük bir çoğunluğunda resmen yasaktır. ABD’de her yıl ekonomiye 40 milyar dolar zarar veren kuraklıktan dolayı binlerce hektar orman da yangınlarda yok olurken, magazin gazetelerinde bile artık ‘yağmur bombası’ bir çözüm olarak önerilmemekte. ABD’de bulut tohumlaması deney ve uygulamaları yapılan sayılı yerlerde de kuraklık izleme, kuraklık planını uygulama gibi kuraklıkla mücadele için bilimin ortaya koyduğu tüm geçer ve işler yöntemler öncelikle uygulanmaktadır.

Aynı zamanda, bu tür radikal projeler uygulandığında yapılması gereken rasyonel işler yapılamayacak ve bir dahaki kuraklıkta da yine bulut tohumlaması işlemine mecbur kalacağız. Bu da çok pahalı, her seferinde yabancı firmalara bağımlılık gerektiren çıkmaz bir yoldur. Böylece bu tür projelerin tüm harcamaları ve bu proje nedeniyle uygulanamayan gerçek çözümler, uzun yıllar katlanarak artacak olan Türkiye’nin zararı olarak kabul edilmelidir.

Dünyada kuraklıkla nasıl mücadele edildiğini öğrenmek isterseniz bir de http://www.drought.unl.edu/index.htm sayfasına bakınız. Aslında, yarı kurak iklim kuşağında yer alan ülkemizde de kuraklığa karşı kısa ve uzun vadeli çözümler üretebilecek bir ‘Ulusal Kuraklık Merkezi’nin çoktan oluşturulması gerekirdi... Artık ülkemizde de risk yönetimine geçilmeli ve meteoroloji mühendisliğinin önündeki tüm bilimdışı engeller kaldırılmalıdır...
Yazının Devamını Oku

Normal hava şartları diye bir şey yoktur suyun azı da çoğu da ölümcüldür

23 Ağustos 2004
<B>T</B>ürkiye’nin bazı yerleri geçen hafta sellerle boğuşurken, başka yerlerinde, pek haberimiz olmasa da kuraklık var ‘Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü‘ çoktan geldi geçti ama konunun önemi hálá gündemde. Ülkemizde yıllardan beri dikkati kuraklık tehlikesine ve kuraklıkla akılcı mücadele yöntemlerine çekmeye çalışıyorum. Çünkü kuraklık, en kapsamlı sosyo-ekonomik zararlara neden olan, sinsi bir şekilde gelişen, insanlığın yüzleştiği en büyük doğal afet.

Toplumun çok geniş bir kısmını ilgilendiren bu afet için yıllardır, ‘Normal hava şartları diye bir şey yoktur. Suyun azı da (kuraklık) çoğu da (sel) ölümcüldür. Meteorolojik kuraklık, normal ve bilinen atmosferik sistemler tarafından geçmişte hep oluşturulmuş ve gelecekte de oluşturulmaya devam edecektir. Kuraklığın etkileri, suya talebin en çok olduğu zamanlarda en fazla hissedilir ama o zaman da herhangi bir önlem almak için artık çok geçtir. Türkiye’de köy, kasaba, şehir ve ülke bazında da artık bu günden itibaren kuraklıkla mücadele için acilen Kuraklıkla Mücadele Planları geliştirilip uygulanmalıdır’ vb. şeyler diyoruz.

Her türlü olayda olduğu gibi, maalesef ülkemizde kuraklık konusunda da birçok sözde uzman görüşü ortalığa atılıp kafalar karıştırılmakta. Bu nedenle, her duyduğunuza inanmayın. Örneğin, ‘New York Şehrinin Kuraklık Yönetim Planı’nı, http://www.ci.nyc.ny.us/html/dep/html/droughtplan.html adresine girip inceleyin. Ya da internette ‘drought’ kelimesini girip bir arama yaparak dünyadaki kuraklık gerçeğine bir göz atın.

Hazır araştırmaya başlamışken bir de bakın bakalım dünyada bizden başka yağan yağışı bir kamu kurumu, akışa geçen yağışı ise bir başka kamu kurumu tarafından ölçülen kaç ülke var? Maalesef Türkiye’de hava ve su ölçüm, gözlem vb. hizmetler (DMİ, DSİ, EİEİ, Köy Hizmetleri vb. gibi) farklı farklı kurumlar tarafından çok dağınık bir şekilde yapılmaya çalışılmaktadır. Halbuki bunlar su döngüsünün ayrılmaz parçalarıdır; bir elden ve bir arada değerlendirilmelidirler.

SAHİPSİZ AFET

Örneğin, hidroelektrik barajların işletilmesinde de baraj göllerinin mümkün olduğu kadar dolu tutulması esastır. Kurak yaz aylarını düşünmeden, iki gün yağış aldık diye tam kapasite enerji üretimine geçilmemeli. Bu da ancak kuraklığa karşı önceden planlar hazırlama, kuraklığın sürekli takibi ve zamanında hidro-meteorolojik ayarlamalar yapmakla mümkündür. Bunun için Türkiye’de de hidrolojik ve meteorolojik hizmetler, bağımsız ve kurumlar üstü bir ‘Hidrometeoroloji Enstitüsü’nde toplanmalıdır. Ya da artık Devlet Meteoroloji İşleri çağın gereğine ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde kuraklık ve diğer meteorolojik karakterli afetler konusunda da görevlendirilip yeter sayıda meteoroloji mühendisiyle donatılabilmelidir.

Neden kuraklık yaşıyoruz? ‘İklimler değişti, Türkiye yeşile hasret kaldı, Arabistan çölünden kum gelmedi diye mi Türkiye’de kuraklık var?’ gibi sorular, bana da her yerde soruluyor. Medyamızda bu çeşit yanlış açıklamalar, radikal çözüm önerileri ve iddialar, çok sık bir şekilde yer alması nedeniyle artık neredeyse, genel kabul görme noktasına geldi. Halbuki yetkililerimiz bu ülkede kuraklık gibi en büyük ve tehlikeli bir afetin sahipsiz olduğunun farkında bile değil!

Ayrıca, her kuraklığı iklim değişikliğine bağlamak ve ‘iklim’ ile ‘günlük hava şartları’ arasında bağlantı kurmak da doğru değil. Aynı zamanda, bu tür meteorolojik afetler sanki sadece ‘iklim değişince’ oluşurmuş gibi kamuoyunda yanlış bir kanı uyandırmamak da gerekir. Bugün üzerinde çokça konuştuğumuz küresel ısınma ve iklim değişimi problemi 1980’li yıllarda ortaya çıktığına göre, günümüzdeki her kuraklık gibi tüm kuraklıkları da bu probleme bağlarsak, 1980 öncesinde oluşan kuraklıkları nasıl açıklayabiliriz?

Kuraklığı sadece betonlaşmaya ve/veya yeşilin yok edilmesine bağlamak da popülist bir yaklaşımdır. Artık şehirleşmeden dolayı yerleşim bölgelerinin yüzeylerinde oluşan pürüzlülüğün ve artan sosyo-ekonomik etkinlikler sonucu atmosfere salınan kirleticilerin, şehirlerin içinde ve şehirlerin hakim rüzgar yönündeki kırsallarda yağış artışına neden olduğu da bilinmektedir. Kuraklığın nedeni, ‘Türkiye yeşile hasret, bu yüzden yağmur yağmıyor’ gibi kulağa hoş ama bilimsel temeli olmayan demeç ve nutuklar ile de açıklanamaz. Şüphesiz doğal varlıklarımızı korumalıyız ama sadece doğayı koruyarak kuraklıkla mücadele edilemez. (Ağaçların yağmur yağdırdığı iddiası, çok eski fakat yararlı bir yalandır!) Ayrıca kışın Türkiye’de görülen yağışların kaynağı Türkiye değildir... Türkiye’de ‘betonlaşmanın’ 1950’lilerden sonra başladığını kabul edersek örneğin, büyük önder Atatürk’ün de bir konuşmasında bahsettiği 1928-30 kuraklığını nasıl açıklayabiliriz?

DAHA DA ARTACAK

‘Periyodik bir kuraklık dönemi var’ veya ‘Türkiye’de 10-15 yılda bir kuraklık yaşanır’ gibi açıklamalar da bilimsel temelden yoksundur. Dünyanın hiçbir yeri için böyle bir periyodiklik, bilimsel bulgu ve tahminden söz edilmiyor. Sonuç olarak meteorolojik kuraklığın tek nedeni, belli bir zaman dilimi içinde yeterli miktarda ya da hiç yağış olmamasıdır.

Yağmur yağmamasının nedeni ise genellikle kışın Türkiye’de yağışlara neden olan siklonik cephe sistemlerinin yüksek basınç merkezleri nedeniyle Türkiye’ye sokulamamasıdır.

Yarı kurak bir iklim bölgesinde yer alan Türkiye’de de kuraklık normal ve bilinen atmosferik sistemler tarafından geçmişte hep oluşturulmuş ve gelecekte de (küresel iklim değişimiyle birlikte sayı ve şiddet bakımından artarak) oluşturulmaya devam edilecektir. Normal olmayan şey, Kuraklık Mücadele Planlarımızın da olmayışıdır!
Yazının Devamını Oku

Japonya’daki gibi güvenli yaşamı öğrenme merkezleri istiyorum

16 Ağustos 2004
<B>Y</B>arın 17 Ağustos 1999’un beşinci yıldönümü. Beş sene sonra sizce yeni bir yıkıcı deprem için yeterince hazır mıyız? Üzgünüm ama bu sevimsiz soruyu kendi kendimize sormamız gerekiyor!

Aslında bu soru ‘Birey, aile, mahalle, ilçe, şehir ve ülke olarak depreme tümüyle hazır mıyız?’ diye farklı farklı seviyelerde sorulmalı. Depreme karşı hazırlanamamamızın nedenini sadece ekonomik durumumuz veya eğitim seviyemizle açıklamak mümkün mü? Bence değil. Çünkü birçok kamuoyu araştırmasının gösterdiği gibi çok farklı sosyo ekonomik seviyedeki insanlarımızın depreme karşı tepkilerinde önemli farklılıklar yok. Peki bu durumumuz nereden kaynaklanıyor?

Ben de bu sorunun cevabını arıyorum. Neden afetlere hazırlanırken para ve mevzuat gerektirmeyen en basit şeyleri bile yapmıyoruz? Şu an ABD’nin Federal Acil Durum Ajansı Ulusal Acil Durum Yönetim Merkezi’nde bunu düşünüyorum. Benzer şekilde geçen yıl Japonya’da katıldığım JICA programında da zihnimde bu soruyla dolaşmış durmuştum...

Bu soruya verilebilecek yanıtlarından biri belki de ‘Biz daha çok akut bir milletiz, ama pek kronik değiliz!’ Bunu Erdemir Demir Çelik Fabrikası’nın duvarında bulunan bir afişi okuyunca fark ettim. Afişte anlatıldığına göre: Bazı tehlikeli maddelere vücudumuz hemen tepki gösterir. Öksürme, hapşırma, baş dönmesi ve mide bulantısı gibi hızlı ve belirgin olarak görülen bu etkilere ‘Hemen görülen’ veya ‘Akut’ etkiler denir. Fakat bazı tehlikeli maddelerin hemen görülebilen etkileri yoktur ve bu nedenle sigara gibi zararlı maddeleri soluduğumuzu fark etmeyebilir ve/veya onlara pek aldırmayız bile. Onlardan kaynaklanan hastalığın belirtileri zamanla ortaya çıkar. Böyle etkilere ‘sonradan ortaya çıkan’ veya ‘kronik’ etkiler denir.

İnsan doğası gereği akut etkilere refleksle hemen tepki gösteririz. Fakat, duyarlılık seviyemiz doğru bir şekilde yükseltilmediği sürece, kronik etkilere karşı tepkisiz kalırız. Böylece, kronik sigara içme alışkanlığı, kadrolaşma, ormansızlaşma, kuraklık, çölleşme, küresel iklim değişimi veya gelecekte olması beklenen büyük bir depremin risklerine karşı millet olarak yeterince tepki göstermediğimiz bir gerçektir. Halbuki, 17 Ağustos’ta depremin ortaya koyduğu akut etkileri yok etmek için milletçe gösterdiğimiz refleksle dünyanın hayranlığını kazanmıştık.

İNKAR EDİYOR, YOK SAYIYORUZ

Şimdi burnumuzun dibindeki faylarda yıllardır birikmekte olan enerjinin kronik etkisi, bir gün deprem şeklinde, (yani akut etki olarak) karşımıza çıkacak. Bunu çok iyi bilmemize rağmen şu an ‘yara savmak’ için ‘yara sarma’da gösterdiğimiz gayretin çok azını bile gösteremiyoruz; çünkü biz akut etkilere tepki gösteren bir toplumuz! Öyle ki insanlarımızın bir kısmı deprem kelimesini artık duymak bile istemiyor. Böyle bir durumda, depremi yok sayıp fayların kronik etkilerini inkar etme yolunu seçiyoruz. Halbuki çözüm, kronik etkileri akut etki gibi hayal edebilmekte yatıyor!

Özet olarak, afetleri ne kadar çok hatırlar ve iyi bir şekilde hayal edebilirsek onlara karşı o kadar iyi bir şekilde hazırlanabiliriz. Bunun için Japonya’nın Kobe şehrinde olduğu gibi deprem müzelerine ve Tokyo’da olduğu gibi ‘güvenli yaşamı öğrenme merkezleri’ne acilen ihtiyacımız var. Bunlar olmazsa bari sarsma tablası monte edilmiş birkaç tane kamyonetle halkın ayağına gidelim. Afetlere hazırlık zihinlerde başlamalı. Bunu, işi üçgenlere indirgeyen basma kalıp broşürlerle değil; dokunup hissederek, yaparak ve yaşayarak öğrenme yöntemlerini kullanarak başarabiliriz.

DEPREMİ İLİKLERİNE KADAR HİSSETMEK...

İTÜ, İçişleri Bakanlığı ve ODTÜ mensupları olarak Kobe’deki Deprem Müzesi’nin salonunda bir an önce depremin oluşmasını bekliyoruz. Depremle beraber oturduğumuz koltuk sallanırken depremin korkunç uğultusu da kulaklarımızı tırmalıyor. Üç boyutlu gözlüklerle ekranda gösterilen mutfak, alışveriş merkezi, metro vb. yerlerde depremi yaşayanların sanki yanındaymışız gibi kendimizi depremin tam ortasında buluyor ve depremi iliklerimize kadar hissediyoruz.

MAHALLE MAHALLE MUTFAKTA DEPREM DERSİ

Kobe İtfaiyesi, 1995 Kobe depreminde mutfaklardan şehre yayılan yangınların tekrarlanmaması için çalışıyor. Mutfak şeklinde tasarlanmış sarsma tablası mahalle mahalle dolaştırılıyor. Tablaya çıkanlara, depremi hisseder hissetmez mutfakta yanan ocakların ateşlerini kapatıp hemen mutfak masasının altına girerek çök-kapan-tutun hareketini yapmaları anlatılıyor. Sonra da sarsma tablası çalıştırılarak mutfakta depremi yaşattırıyorlar. Fotoğrafta, çocuklardan fırsat bulup, şu an JICA’nın Ankara Ofisi yetkililerinden biri olan Sakamoto San ile birlikte bize anlatılanları yapmaya çalışıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Küresel iklim değişimini, deveye çöle ya da asfalta indirgemeyin

9 Ağustos 2004
‘Telefonunuz çalıyor. Bir gazeteci, bazı sorular sormak için sizi aradığını söylüyor. Peki şimdi ne yapacaksınız? Acaba gazeteciye cevap vermek, şirketinizde yükselmenize mi sebep olacak? Yoksa yapacağınız bu röportaj kariyerinizin sonunu mu getirecek?’

Yıllar önce Burak Mergen’in Milliyet Gazetesi’nde çıkan bu yazısını kesip saklamıştım ama bir gün gelip de ‘Eyvah gazeteciler arıyor!’ diyeceğim hiç aklıma gelmemişti...

Havalar azıcık serin ya da sıcak gitmesin, hemen gazetecilerden telefonla röportaj teklifleri geliyor. Burak Mergen yazısında böyle bir durum için; ’Doğru bir üslupla gerçekleştirilecek röportaj hem muhabir ve haber açısından, hem de şirketiniz ve sizin açınızdan iyi sonuçlar verecektir. Çünkü iyi bir haber, kişiler tarafından tanınmanıza, son zamanların moda deyimiyle kredibilitenizin artmasına neden olacaktır. Bu yüzden şirketinizi ve hatta kendinizi tanıtma olanağını yakalayacağınız böyle bir teklifi hiçbir zaman geri çevirmemeniz gerekir’ diyor.

UYDURUK HABER VE TAHMİNLER

Ama durum hiç de öyle olmuyor! Bir kere telefon eden muhabir ne istediğini söylemeden önce lafı uzattıkça uzatıyor. O anda etraftakilerin kötü bakışları altında bir yerde numarası belli olmayan bir telefona meraktan ‘alo’ mu demişsiniz; bir işi yetiştirmek için koşuşturuyor musunuz ya da öğrencilerinize derste cep telefonlarının kapalı olması konusunda uzun bir nutuk çektikten sonra cep telefonunuz mu çalmış, bazılarının umurunda değil. ‘Tam teşekküllü kameramanınız Cevat Kelle gibi’ her an bütün sorular için hazır ve nazır bir şekilde soruları bekliyor olmalısınız...

Böyle zor bir ortamda bir de şöyle bir soru gelmiyor mu: ‘Efendim önümüzdeki günlerde çöl sıcakları geliyor, havanın ısısında önemli artışlar olacakmış. Dikkat ediyorum da daha önceki yıllarda ben de böyle havaları hiç görmemiştim. Bu global ısınmanın bir nedenidir değil mi?’ Arada bir de olsa bu ve buna benzer sorular iklim yerine beni çıldırtıyor! Bazen neresini düzeltsem dediğim bu tür soruları hemen ‘bilmiyorum’ diye yanıtlayıp sıyrılmaya çalışıyorum.

Bu tür sorularda, ne ortak olmak, ne de bulaşmak istediğim bir sürü yanlış ve kötü bilim örneği var. Hava sıcaklıklarını ‘deve bayıltan, asfalt eriten, çöl sıcağı vb’ gibi sınıflandırmayı ve sıcaklığa ısı demeyi magazin haberleri yazanların bazıları pek seviyor ama bizim kitabımızda böyle şeyler yok! Küresel iklim değişimi, sıcak hava dalgaları vb yaşamsal sorunları magazin boyutunda ele alıp deveye, çöle ya da asfalta indirgeme lüksümüz de yok! Ayrıca bu sıcak havanın nereye, ne zaman geleceği de çoğu zaman belli değil. Böyle uyduruk haberler ya da tahminler ülkemizde sürekli yapılıyor. Bizde (26-28 Temmuz İstanbul’da olduğu gibi) yağmayan yağmurun hesabı sorulmadığı gibi gelmeyen ‘çöl, deve, asfalt, vb’ sıcaklarının da hesabı sorulmaz. Ya tutarsa misali atış serbest!

Böyle haberleri duyanlar normal olarak bulunduğu bölgede bu olayın yaşanacağını düşünür. Ama gerçekte hava sıcaklıklarındaki artış tüm ülkede değil de Güneydoğu Anadolu gibi bir bölgemizde gerçekleşebiliyor. Böyle genelleştirilen başlık ve haberler, belki daha fazla okuyucunun dikkatini çeker ama insanları da yanıltır; bazen zekalarına da hakaret eder. Sırf bu mecazi başlıkları yüzünden yıllardır her gün alıp okuduğum bir gazeteyi bıraktım.

Bir de ‘daha önce böyle sıcak hava görmedim’ hükmüne sinir oluyorum. Bilimsel bir yargıya varırken zihinsel kayıtlara göre hareket edilmez. Hafızamız ne kadar kuvvetli olursa olsun, ‘bana göre, sana göre’ demeden bu sıcaklıkları daha önce görüp görmediğimize karar verebilmemiz için uzun yıllardan beri yapılan meteorolojik gözlemlerin kayıtlarına bakmamız gerekir.

Bazı muhabir arkadaşlar bırakın meteorolojik kayıtları incelemeyi, kendi gazetesinin internetteki arşivine bile bakmıyor. ‘Efendim daha önce ülkemizde hortum olmuş muydu?’ gibi her şeyi sorup sizden öğrenmeye çalışıyor... Herhalde araştırmacı gazetecilik, bu ya da sadece restoran mutfaklarındaki hamam böceklerini görüntülemek değildir.

Burak Mergen’e göre: ‘Ancak hazırlıksız olduğunuz konularda da görüş bildirmek tabii ki yanlış olacaktır. Böyle bir durumla karşılaştığınızda karşınızdaki gazeteciye en kısa zamanda kendisine yardımcı olacağınızı belirtmeniz gerekmektedir.’

Uygun ya da hazırlıklı olup olmadığınızı pek soran yok ki! İçeriden bu haber hemen isteniyor, muhabire öyle ‘bugün git yarın gel’ demek olmaz. Hazır olmak da yetmez; aynı zamanda gazeteciyle aynı fikirde olacaksınız! Aslında bazen bana telefon ettiğinde muhabirin haberini kafasında büyük ölçüde yazmış olduğunu hissediyorum. Sadece 5N+1K’daki K, yani habere kaynak aranıyor. Bu durumda eğer ‘siz yok bu bir hava olayıdır, hava ile iklimi birbirine karıştırmayalım; hava, havai bir şeydir; normali yoktur; yaz mevsimi resmen 21 haziranda başlıyor, mayısın başında bu yıl yazın neden gelmediğini nasıl açıklayabilirim’ vb gibi şeyler söylerseniz, hemen ‘hocam bu konuda başka kiminle konuşabilirim?’ diye sorup haberi için kaynak arayışına devam ediyorlar.

Burak Mergen yazısına şöyle devam ediyor: ‘Aksi takdirde gazeteci şirketiniz içerisinde başka kaynaklara veya sektördeki rakibiniz olan bir firmaya ulaşmakta pek de gecikmeyecektir. Bu da istemeyeceğiniz sonuçlar doğuracaktır.’ Bunun da tam tersi tecrübeyle sabit! Gazetecilerin sorularına verdiğim yanıtlar yüzünden de bana kızanlar oluyor. Ama hiç kimse bir gazetecinin sorusuna cevap vermedim diye beni mahkemeye vermiyor. Başka kaynakların konuşması ise kimin ne olup olmadığının ortaya çıkması bakımından da çok iyi ve hayırlı sonuçlar doğuruyor!
Yazının Devamını Oku

Neden ülkemizde çekirge adını taşıyan bu kadar çok mevki, şarkı ve oyun var?

2 Ağustos 2004
Anadolu defalarca çekirge istilasına uğramıştır. Tarım alanlarına yayılan milyonlarca çekirge yüzünden, büyük kıtlık ve açlık dalgaları patlak vermiştir. Bulut gibi tarlaların üzerine çöken çekirgeler, bütün ekinleri yiyip bitirir. Belki de sırf bu yüzden, ülkemizde birçok ‘çekirge’ adlı mevkii, şarkı ve oyun bulunmaktadır.


Bugün üzerinde pek durmadığımız, boyu küçük ama binlercesi bir araya geldiğinde etkisi çok büyük ve yıkıcı olabilen çekirgelerden bahsedeceğim. Çekirgeler, geçtiğimiz temmuz ayında Konya’nın Seydişehir ilçesinde tarlaları istila etmek ve Ermenistan’daki nükleer santralın batısındaki bir bölgeden fırtınayla Iğdır’a taşınmasıyla gündeme gelmişti.

Anadolu defalarca çekirge istilasına uğramıştır. Tarım alanlarına yayılan milyonlarca çekirge yüzünden, büyük kıtlık ve açlık dalgaları patlak vermiştir. Bulut gibi tarlaların üzerine çöken çekirgeler, bütün ekinleri yiyip bitirir. Belki de sırf bu yüzden, ülkemizde birçok ‘çekirge’ adlı mevki, şarkı ve oyun bulunmaktadır. Örneğin, Çorum’un en ilginç halk oyunlarından birinin adı çekirgedir. Davul-zurna eşliğinde altı kız, altı erkekle oynanan bu oyunda koro halinde şu mısra tekrarlanır durur:

Eğri butlu, sivri butlu çekirge,

Malımın ortağı mısın çekirge?

Canımın ortağı mısın çekirge?

Görüldüğü gibi, ekili ve dikili alanlarında zarar ve olumsuzluklara sebep olup malımıza ortak olduklarında adları artık ‘bıdıbıdı bıdıbıdı çekirge!’değil; daha çok ‘canavar çekirge’dir.

Benzer şekilde, 1711 yılında tüm Musul ve Kerkük bölgesinde yaşanan çekirge istilası bölgeden büyük göçe neden olmuştu. Balıkesir’de 1525’te yaşanan çekirge felaketi, halkı perişan etmişti. Ayrıca; Bilecik, Balıkesir, İzmir, Manisa ve Aydın’da Çanakkale Savaşı’ndan sonra gerçekleşen çekirge istilası tüm ekili alanları mahvetmişti. Bu açlık zamanlarında insanlarımız kayısı çekirdeklerini un haline getirerek ekmek yapmış ve pek çok insan zerdaliden zehirlenerek ölmüştü. Kıbrıs’ın 1845-1869 tarihleri arasında uğradığı çekirge istilası ise birçok bilimsel çalışmaya konu edilmiştir.

SÜRÜDE KAÇ ÇEKİRGE VARDI?

Ayrıca, 15 Nisan 1958’de Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’nde, çekirge sürüleri ile yapılan mücadele sonunda, tonlarca böcek ölüsünün ortaya çıktığı bildirilmişti! Nisan ayı başlarında, güney sınırından ülkeye saldıran Afrika kaynaklı çekirge sürüleri, sıcak güney rüzgarlarının yardımıyla kilometrelerce geniş alanlara yayılmış. Urfa, Viranşehir, Cizre ve Harran çevresindeki her türlü yeşil bitki, bu iştahlı saldırganlardan nasibini almıştı. Zirai mücadele kuruluşunun sağladığı zehirli ilaçlar, çekirgeleri yok etmede etkili olmuş, yalnızca üç köyde toplanan böcek ölüleri 23 tona ulaşmıştı’ (Mümtaz Arıkan, ‘Tarihte Bugün’, 15.4.2000 Cumhuriyet Gazetesi).

‘Sürüde kaç çekirge vardı?’ sorusu, ‘Havaya cemre düştü, fotoğrafı var mıdır?’ ‘Kaçıp ortalığı birbirine katan kurbanlık dananın vesikalık fotoğrafı nerede’ gibi genç stajyer gazetecilere sorulabilecek klasik sorulardandır. Ama çekirge sayısıyla ilgili çok meşhur ve gerçek bir de hikaye vardır: Bir gün Akdeniz taraflarını çekirge istila etmiş, ekinlere büyük zarar veriyor... Yazıişleri müdürü haber ajansına talimat vermiş hemen: ‘Çekirge sürüsü deyip çıkmışsınız işin içinden kardeşim, sayısı belli değil mi bunların... Söyleyin hemen saysınlar!’ Bu olaydan sonra müdürün adı ‘Çekirge’ye çıkmış.

Çöl çekirgeleri Asya ve Afrika çöllerinin kıyısında yetişiyor. Büyük bir çekirge sürüsü 100 milyar çekirgeden oluşabiliyor ve 1000 kilometre karelik bir alanı kaplayabiliyorlar. Bir ay içinde 3500 kilometre yol da alabilirler. Her bir çekirge bir günde kendi ağırlığı kadar ot yediğine göre, büyük bir çekirge sürüsü bir günde 100 bin ton bitki tüketebilir. Her bir dişi çekirge 100 adet yumurta bırakabiliyor; yani bugün bir tane olan çekirge seneye yüz taneye çıkıyor.

Çöl çekirgeleri yıllık toplam yağışı 80 ile 400 kg. arasında olan çöllerin kıyı bölgesindeki kumların üzerine yumurtalarını bırakır. Daha fazla yağış alan yerlerde çekirgelerin düşmanı olan diğer böcekler çok fazla sayıda görüldüğü için çekirgeler oralarda büyük sürüler oluşturabilecek sayıya ulaşamazlar. Hava şartlarının kuru geçtiği dönemlerde çekirge düşmanlarının sayısında büyük azalmalar olur. Bu nedenle, kuru bir yıldan sonra yağmur yağınca çekirge nüfusunda bir patlama olabilir.

ÇÖL ÇEKİRGESİ TAHMİNLERİ

Kurak bir periyodu takip eden yağmurlarla ortaya çıkabilen çekirge sürüleri bir yerden başka bir yere rüzgarlarla taşınırlar. Böylece meteorologlar çekirge sürülerinin oluşumu ve hareketlerini günler ve haftalar öncesinden tahmin ederek onlara karşı erken müdahaleyle mücadele edilmesine önemli katkılarda bulunabilirler.

İlkbahar, yaz ve kış yağmurlarını takip eden üç farklı çekirge üreme mevsimi var. Örneğin, Adana civarına yerleşen bir alçak basınç merkezi bazen çöllerden toz ve kum bazen de çekirgeleri Güneydoğu Anadolu’ya getirebilir. Temmuzdan itibaren Hamsin ve Sam Yeli olarak adlandırılan güneyli rüzgarlar ülkemizde esmeye başlar. Yani çöl çekirgelerinin Türkiye’ye taşınma ihtimali temmuz ve ağustos aylarında daha da artmaktadır.

Yılladır Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Türkiye dahil birçok ülke için hava şartlarına bağlı olarak aylık ‘Çöl Çekirgesi Tahminleri’ yayınlıyor. Ama benzer şekilde ülkemiz için bu tehlikeyi izlemek ve tahmin yapmak ile yükümlü hiçbir kurum ve kuruluşumuz yoktur.

Ülkemizdeki bu tür meteorolojik yanlışları ve eksiklikleri yılladır söylüyorum ama ilk defa bu yıl ‘yargı’ ile korkutup beni susturmak isteyen birileriyle karşılaştım! Aslında beni bırakıp kuraklık yerine ‘kaya düşmesi’ni afet sayan, meteorolojik ve teknolojik afetleri sahipsiz bırakan antika afet, meteoroloji vb. mevzuatımızla biraz olsun ilgilenebilselerdi daha hayırlı bir iş yapmış olurlardı...
Yazının Devamını Oku