12 Nisan 2004
İster seyahate, ister işe, ister okula gidiyor olalım, bugünlerde ‘nasıl giyineyim?’ sorusu, çözülmesi zor bir probleme dönüştü. Örneğin, bana monttan ve hatta ceketten bıkkınlık geldi. Artık onları taşımak değil, görmek bile istemiyorum. Bir de hava tahminlerinde verilen günün en yüksek hava sıcaklığı on derecenin üstündeyse kafam iyice karışıyor.
Geçen bir-iki hafta boyunca hava sıcaklıkları 15 derece civarında dolaşıp durdu. Hava durumu raporlarından bir sonraki günün en yüksek hava sıcaklığının, örneğin, 18 derece olacağını öğrenince veya azıcık bir güneş görünce artık giymekten usandığım kazakları, ceket ve paltoyu bir tarafa atıp sokağa çıkmaya başladım. Bu nedenle de, birçok kişi gibi grip ve soğuk algınlıklarından bir türlü kurtulamadım...
Dış ortam sıcaklığı ne olursa olsun, vücut sıcaklığımızı 36.5 derece civarında tutmamız gerektiğini herkes bilir. Ama hava durumu raporlarında verilen günün en yüksek sıcaklıklarının sadece öğlenden sonra kısa bir süre için gerçekleştiğini hep unuturuz.
Böylece hava sıcaklığı 18 derece diye, sabah evden ve akşam saatlerinde de işten veya okuldan çıkınca dışarıda bizi karşılayan soğuk havaya karşı hazırlıksız yakalanırız. Sonuçta, vücudumuzun direnci düşer, hasta oluruz.
Bu günler sadece bu nedenle, sık sık hasta oluyorsak demek ki ‘bahar havalarında nasıl giyinmeli?’ sorusunun yanıtını bilmiyoruz. Bu sorunun yanıtını öğrenmek için internette küçük bir araştırma yaptım. Meğer benden önce de benzer sorular soranlar çok olmuşmuş. Ama onların soruları biraz farklı. Şöyle ki:
‘Aday nasıl giyinmeli?
Kadın nasıl giyinmeli?
İşyerinde nasıl giyinmeli?
Mühim insanlar nasıl giyinmeli?
Sizce başarılı insan nasıl giyinmeli?
Popstar elemelerinde nasıl giyinmeli?
Profesyonel iş yaşamında nasıl giyinmeli?
İş görüşmesine giderken nasıl giyinmeli?
Paintball oynamaya gelirken nasıl giyinmeli?’
DELİKANLININ GİYİMİ YAZ AYLARI İÇİN İDEAL
İnternette nasıl giyinmeli konusunda ilginç tavsiyeler de var:
‘Misafir güzel giyinmeli.
Erkek, erkek gibi giyinmeli.
Kadın şık fakat sade giyinmeli.
Kişiler işiyle uyumlu giyinmeli.
Durumuna uygun şekilde giyinmeli.
Özellikle iş kadınları şık ve temiz giyinmeli.
Herkes toplumda dilediği şekilde yaşamalı ve dilediği şekilde giyinmeli.’
Görüldüğü gibi ne bu soruların, ne de verilen tavsiyelerin sağlıkla veya bugünkü hava şartları ile bir ilgisi yok. Pardon! Bir tanesinin var gibi: Birisi ‘ Delikanlılığın kitabını yazan biri olarak sence bir erkek nasıl giyinmeli?’ sorusuna, ‘Dar pantolonlar, kotlar giymemeli. Erkek, erkek adam gibi giyinmeli’ şeklinde bir yanıt vermiş. ‘Dar pantolonlar giymemeli’, doğrusu yazın bunaltıcı havalarında hatırlanması gereken çok iyi bir tavsiye.
Özetlersek, ‘güzel, erkek gibi, şık fakat sade, işimizle uyumlu, temiz ve biraz da özgür’ giyinmeliymişiz. Ben de zaten şimdiye kadar hep ‘öyle veya böyle özgür’ giyindiğim için sık sık hasta oluyorum ya! Teşekkür ederim, ama bu tavsiyelere uyabilmemiz için önce sağlığımızı koruyabilmemiz gerekiyor.
YAZ DİYE YOLA ÇIKARSAN KIŞI GÖZE ALMALISIN
Aslında hava ile sağlığımız arasındaki ilişki binlerce yıl öncesinden biliniyor. Örneğin, MÖ 5. yüzyılda İstanköylü Hipokrat, insan sağlığını etkileyen en önemli faktörlerin su, hava, yiyecek, arazi ve rüzgar olduğunu açıklamıştı. Daha sonra İbn-i Sina, hastalıkların yenilen ve içilen şeyler, yaştan, şehir ve iklimden kaynaklandığını belirtmişti. Benzer şekilde, İbn Haldun da dünyayı yedi iklim bölgesine ayırmıştı. Nedense 2500 yıl sonra hálá sağlığımızı koruyabilmek için hava ile giyimimiz arasında doğru bir ilişki kurup karar vermekte zorlanıyoruz.
Konforumuz için ideal olan hava sıcaklığı 20 derece civarıdır. Bundan daha düşük veya yüksek hava sıcaklıklarının vücudumuzu zora sokabildiğini unutmayıp hasta olmamak için gerektiği kadar giyinmeye özen göstermeliyiz. Sabahki giysimiz çoksa, gerektiğinde gün içinde fazlasını çıkartabiliriz; ama yanımızda olmayanı giyemeyiz. Atalarımız bu durumu şöyle açıklamış: ‘Yaz diye yola çıkarsan, kışı göze al.’
Bir hava durumu sunucusu olsaydım ‘Bugün nasıl giyinelim?’ sorusuna her sabah hava durumu programında Türkiye haritası üzerine şemsiye, ceket, palto, kazak, tişört vb. şeylerin ikonlarını koyup göstererek yanıt verirdim.
Anlaşılan ‘havalı giyinmeyi’ pek seviyoruz, ama ‘havaya uygun giyinmeyi’ düşünmüyoruz. Sonra da ‘bizi bu güzel havalar hasta etti’ diye şikayet edip suçu yine günah keçimiz olan havaya atıyoruz. Atalarımız ‘(Havada) Güzellik ondur, dokuzu dondur’ diyerek güneşli havalarda bile donabileceğimizi söylemişler ama dinleyen kim.
Yazının Devamını Oku 
5 Nisan 2004
Şu an siz bu satırı okurken geçen her saniyede dünyada yaklaşık olarak 1.800 gökgürültülü fırtına oluyor. Bu da yılda yaklaşık 16 milyon adet yıldırımlı fırtına demek! Bu durumda yıldırım tarafından çarpılma şansımız 600.000’de 1. Böylece her gün en az bir kişiye yıldırım çarpmakta. Yıldırım çarpan insanların çoğu yaşıyor ama ölenler de var.
Maalesef yıldırımdan ölenlerden biri de 27 yaşındaki merhum Evren Sarp Işık. 10 Ağustos 2003’te Çamlıdere’deki bir piknik alanına gitmiş. Yağmur başlayınca, bir ağaç altındaki banka oturmuşlar. Kısa süre sonra düşen yıldırımın kurbanı olmuş.
Yıldırım, kurbanlarını perakende öldürür; yani toplu ölümlere neden olmaz. Bu yüzden şimdiye kadar ‘yıldırım manşet olmuyor ve yetkililerimizin dikkatini çekmiyor’ diyordum. Lamia Ayhan’ın 26 Mart 2004 Akşam Gazetesi’ndeki ‘Yıldırımın suçu yok’ başlıklı haberi manşete çıkana kadar durum böyleydi. Şimdi sıra yetkililerimizin hem yıldırımı, hem de yanlış kadrolaşmayı birer afet olarak görebilmesinde.
8’DE 8 MAĞDUR KUSURLU!
Yıldırımın ilk defa manşete çıkmasının nedeni evlat acısı yaşayan ailenin başlattığı ilginç hukuk savaşıydı. Bölgede paratoner kurmayan bir bakanlık ile üniversiteye mahkemeye verip her iki kuruma 52 milyar liralık tazminat davası açmışlar. Bilirkişi çok doğru bir şekilde, ‘Standartlara uygun yıldırımdan korunma tesisi olsaydı ölmezdi’ raporu vermiş.
Dava sürürken, Işık’ın ailesi, sorumluların belirlenmesi için suç duyurusunda bulunmuş. Ancak savcılık ikinci bilirkişi raporuna dayanarak suç duyurusu hakkında takipsizlik kararı vermiş. Raporda, orman alanında, piknik yerlerinde, paratoner tesisi bulundurulmasına yönelik yasal bir zorunluluk bulunmadığı vurgulanmış. Ölen ve yaralanan kişilerin önlem almadıkları da belirtilmiş. Böylece savcılık, ‘Anılan kurum ve kuruluşlar olayda kusursuzdur’ diyerek, olayda 8’de 8 kusurun mağdurlarda olduğunu bildirmiş. Sonuç olarak ailenin dava açma talebi ‘Yağmurda ağaç altında oturmasaydı’ diyerek reddedilmiş.
Burada ki ‘yasal’ kelimesini içeren ifade beni aşağıdakileri yazmaya sevk etti. Öncelikle bu kararın ‘yasal’, ama ‘hukuksal’ olmadığına inanıyorum. Devletin asli görevi vatandaşın can ve mal emniyetini sağlamaktır. Bunun için hiç kimse, eksik ve yanlış hazırlanan yönetmeliklerin arkasına saklanamaz. Bu eksik ve yanlış yönetmelikleri hazırlayıp duran veya şimdi onları düzeltmek için hiçbir girişimde bulunmayan bürokratlar genellikle liyakate göre seçilmemiştir. Bu durumda ülkemizde vicdan muhasebesi yapması gerekenler var. Titreyin de kendinize gelinÖ Çünkü önemli olan evrensel hukuk ve vicdanlar önünde suçlu olmamaktır!..
Bu tür bir ‘yasal’lığa dayanılarak bir zamanlar bana gönderilen bir tekzip yazısını hatırladım. Amacım kişilerle uğraşmak değil; yanlış işleri düzeltmek olduğu için yine isim vermeden metninin son cümlesini sizinle paylaşacağım: ‘Ö Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu olup, 1978 yılından itibaren yaklaşık 26 yıldır aynı genel müdürlük bünyesinde mühendis, daire başkanı, genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulunduktan sonra yasaların öngördüğü çerçevede Genel Müdürlük görevine tercihen getirildim.’
Maalesef görüldüğü gibi mevcut mevzuat, kurumlarımıza yasal ama politik ve yanlış atamalar yapılabilmesi için uygun. Meteorolojiyle ilgili yasalarda nasıl ki sel, kuraklık, yıldırım vb. ile ilgili tek bir kelime bile yoksa, meteoroloji mesleğinin standartlarına da hiç yer verilmemiş.
Ülkemizde bir partiyle olan ilişkinizi veya bir bakanla olan arkadaşlığınızı kullanarak yasal yollardan yükselemeyeceğiniz bir makam yok. Böylece ülkemizde bir kuruma yön verebilmek ve ülkemizi uluslararası ortamlarda temsil edebilmek için modern bilim ve uygulamalardaki gelişmeleri takip edebilecek kadar kurumun asıl konusu üzerinde eğitim, bilgi birikimi ve vizyon sahibi olmak hiç gerekmiyor. Durum böyle olunca da ülkemizde birçok iş sahipsiz kalıyor ve olması gereken birçok yasal bir zorunluluk da yerli yerinde bulunmuyorÖ
İNSAN KAYNAKLI AFET
Ayrıca ikinci bilirkişi raporunda ‘ölen ve yaralanan kişilerin önlem almadıkları’ şeklinde de bir ifade var. Sanırsınız ki ülkemizin güzide eğitim sistemi ya da konuyla ilgili kurumumuz vatandaşlarımıza bu tür olaylara karşın nasıl ‘önlem alacaklarını’ gerektiği gibi öğretip durmuş, ama onlar bildikleri bu önlemleri almamışlar! (Hayat Bilgisi kitaplarına bakınız)
Sadece emniyet güçleri ve silahlı kuvvetlerle vatandaşın can güvenliği sağlanabilir mi? Neden ülkemizde bireysel afet bilinci ve güvenli yaşam kültürü verilemiyor? Neden meteoroloji en geç mart ayında ‘yıldırım ve ani sellerden nasıl korunulur?’ şeklinde bir kampanya gerçekleştiremiyor? Neden afet takvimleri hazırlayıp mevsimsel afetlerin öncesinde bilinçlendirme kampanyaları açmayı hayal bile edemiyoruz? Çünkü yıllardır teknik kurumlarımızda süren gelen ve artık bir ‘insan kaynaklı afet’ halini almış olan kötü kadrolaşmayla teknik kurumlarımız perişan edilmiştir. Bunu artık görmeli ve reklamlarına inanmamalıyız.
Parklarda insanları yıldırım çarpması, turizmimiz adına da kötü bir şey. Lütfen dikkat edin de önümüzdeki günler yıldırıma kurban olmayın. Gökgürültüsünü duyduğunuzda hemen sığınacak kapalı bir yer bulun. Unutmayın; gerçekte bizi bilgisizlik ve ilgisizlik öldürüyor!
Maalesef görüldüğü gibi bazılarının bilgisizliği sadece kendini; bazılarının (yasalara uygun olsa da) bilgisizliği ise bizi öldürebilir. Bu nedenle kurumlarımıza da sahip çıkmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 
29 Mart 2004
Ağrı Dağı’nın tepesindeki bu tuhaf bulut ne ola ki?
Gökyüzü ilginç ışık oyunlarıyla doludur. Bazen dağları daha heybetli, bazen yolları ıslakmış gibi, bazen de geceleyin gözümüzü diktiğimiz Aydede’nin bizimle birlikte hareket edip peşimize takıldığını görürüz.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Hava Yolları Pilotları Derneği (TALPA) Antalya Şubesi’yle TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin (TUG) birlikte düzenlediği ‘Yer Atmosferinde Işımalar’ konulu panelde bütün bunlardan bahsetme imkanını buldum. Fakat şimdi fark ediyorum ki Ağrı Dağı’nın tepesini örten tuhaf bulutun ne olduğundan bahsetmemişim.
Atmosferdeki telaşın bir göstergesi olan bulutlar resimde görüldüğü gibi genellikle hoş görünümlüdür. Onlarsız, ne yağmur yağar; ne yıldırım, ne de gökkuşağı olurdu. Bazıları sadece çok yükseklerde gezinirken, bazıları neredeyse yere dokunur. Bulutlar, minik su damlacıkları ve minik buz kristallerinden oluşur. Gökyüzünde yaygın olarak bilinen şekillerinden başka bulutlarda böyle ilginç oluşumlar ve şaşkınlık verici değişiklikler de olur.
HİÇBİR BULUT DİĞERİNE BENZEMEZ
Her bulut kendini oluşturan rüzgarın da bir habercisidir. Yükselen hava, bulutları çoğaltır. Oluşan bulut şekilleri, hava iniş ve çıkışlarından meydana gelen yolu takip eder. Hiçbir bulutun şekli, bir diğerininkine benzemez. Birkaç temel hava hareketinin oluşturduğu birkaç temel bulut tipi vardır. Bazılarımızın bulut tipi ve görünüşünden habersiz olmasının yanısıra genel kanı bulutların sadece günlerimizi serin ve yağışlı geçirmemize sebep olan şeyler olmasıdır. Sürekli olarak gökyüzünü inceleyen meteorologlar ise bulutların bazı korkutucu ve karanlık yüzlerinin yanısıra inanılmaz güzellikte şekiller oluşturduklarını da görür.
Bazen tuhaf bulutlar da oluşabilir. Mesela, bir dağ engelini geçmekte olan nemli hava, dağın rüzgar altı kısmında akış yönünde birkaç kilometre dalgalanabilir. Bu dağ dalgalarının tepesinde oluşan bulutlar genellikle mercek şeklindedir. Bu yüzden ‘lenticular clouds’ veya ‘dağ dalgası bulutu’ adını da alan bu bulutlara ‘mercek bulutları’ denir. Bu bulutlar, genellikle kısa bir süre içinde havada bir değişiklik olmayacağını, havanın güneşli geçeceğini gösterir.
Mercek bulutları bazen ‘gözleme’ gibi birbirlerinin üstünde oluşur ve belli bir mesafeden bakıldığında uçmakta olan ‘uzay gemileri’ne benzetilebilir. Mercek bulutları oluştuğunda, çok fazla sayıda UFO (Uzaylı Filan Olabilir!) gördüğünü sananlara şaşmamak gerekir. Bunlar, genellikle hareket etmezler; hava bunların içinden gelip geçer.
Bu, size gizemli ve paradoksal mı göründü? Bulutların rüzgarlarla hareket etmesi mi gerekir? Bu paradoks, bu bulutların anlaşılmasını zorlaştırır. Fakat bu yazıyı okumaya devam ederseniz bunun kolay olduğunu anlarsınız. Eğer bir su akıntısı veya şelale gördüyseniz suyun bir engelle karşılaştığında, örneğin bir kayanın üzerinde yol alırken, köpürdüğünü fark edersiniz. Akıntı varken köpük orada sabittir, hep orada duruyormuş gibi görünürler. Köpük, dalgaların kırılmasıyla oluşan kabarcıklardan oluşur. Kabarcıklar, hareket edip akıntıya karıştığı anda yok olur. Bu da onların hareket etmiyormuş gibi bir görüntü oluşmasına sebep olur.
Bulut dalgaları, dağlardan uzakta da oluşabilir. Tıpkı rüzgarın suların üzerinde oluşturdukları dalgalar gibi bulutlar da dalga dalga yayılır. Nemli bir katmanda oluştuğunda dalgaların tepelerinde mercek bulutları ve dalgaların aralarında boşluklar oluşabilir. Zor ve sallantılı bir uçuş olacağından pilotlar bu dalgaları pek sevmezler. Bazen dağ dalgaları atmosferin bulut oluşturmayan kuru bölgelerinde de oluşup uçakların (hava boşluğu değil!) açık hava türbülansına (CAT) kapılmasına sebep olurlar.
DAĞA ÖZEL BULUTLAR
Ağrı dağı gibi tek başına duran etrafı açık dağlara özel bulutlar da vardır. Böyle dağların tepesinden aşağıya esmekte olan rüzgarın içinde oluşan ve yayılan buluta ‘bayrak bulut’ adı verilir. Mercek bulutlarına benzeyen ve yeni oluşan ‘kep’ veya ‘mantar’ bulutları da dağın üzerinde duran ipeksi bir eşarba benzer. Güneşli bir günde yeryüzünden ısınan hava yükselmeye ve dağın tepesine doğru esmeye başlar. Nemli hava yükselme ile yoğuşma seviyesine ulaşınca bulut oluşur. Böylece, resimde Ağrı Dağı’nın tepesinde gördüğünüz mantarın şemsiye şeklindeki başını (pileus) andıran, ‘mantar bulut’ oluşur.
TALPA ve TUG’un Antalya’da düzenlediği panelden sonra İstanbul’a dönmek için üç saatlik bir uykudan sonra 06.00 uçağına yetişebilmek için sabah erkenden uyanmak pek hoşuma gitmedi. Buna sebep olduğu için, Oğuz Gündoğdu ile birlikte panele katıldığımız, Berk Üstündağ’a biraz kızıp söylenmedik de değil. Neyse ‘her şeyde bir hayır vardır’ deyip biletimizi değiştirmeyip sabahın köründe uçağa bindik.
Sırf doğanın uyanışını görebilmek için arkadaşlarımdan ayrılıp özellikle uçağın sağındaki bir pencerenin kıyısına oturdum. Uçak havalandıktan sonra güneşin dağlar üzerinde doğuşu, dağların tepesini tüy gibi örten bulutlardaki kıpırdanmalar, dağların tepesindeki karların birer yalancı güneş gibi parıldaması... İstanbul’a yaklaşınca alçalan uçağın Marmara Denizi’yle buluşmasından belli bir süre sonra adını bilmediğim bir dağın tepesinde duran mercek bulutları. Bir ara uçağın hafif bir dönüşle denize doğru eğilmesi ve ufukta denizin üzerinden yükselmekte olan güneşin su üzerindeki kızıl ve dalgalı görüntüsünün önüme serilivermesi... Bütün bunlar bir bir yaşanılması gereken anlatılamaz güzelliklerdi.
Sırf bunlar için her sabah güzellik uykumdan vazgeçebilirim.
Yazının Devamını Oku 
29 Mart 2004
Ağrı Dağı’nın tepesindeki bu tuhaf bulut ne ola ki?
Gökyüzü ilginç ışık oyunlarıyla doludur. Bazen dağları daha heybetli, bazen yolları ıslakmış gibi, bazen de geceleyin gözümüzü diktiğimiz Aydede’nin bizimle birlikte hareket edip peşimize takıldığını görürüz.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Hava Yolları Pilotları Derneği (TALPA) Antalya Şubesi’yle TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin (TUG) birlikte düzenlediği ‘Yer Atmosferinde Işımalar’ konulu panelde bütün bunlardan bahsetme imkanını buldum. Fakat şimdi fark ediyorum ki Ağrı Dağı’nın tepesini örten tuhaf bulutun ne olduğundan bahsetmemişim.
Atmosferdeki telaşın bir göstergesi olan bulutlar resimde görüldüğü gibi genellikle hoş görünümlüdür. Onlarsız, ne yağmur yağar; ne yıldırım, ne de gökkuşağı olurdu. Bazıları sadece çok yükseklerde gezinirken, bazıları neredeyse yere dokunur. Bulutlar, minik su damlacıkları ve minik buz kristallerinden oluşur. Gökyüzünde yaygın olarak bilinen şekillerinden başka bulutlarda böyle ilginç oluşumlar ve şaşkınlık verici değişiklikler de olur.
HİÇBİR BULUT DİĞERİNE BENZEMEZ
Her bulut kendini oluşturan rüzgarın da bir habercisidir. Yükselen hava, bulutları çoğaltır. Oluşan bulut şekilleri, hava iniş ve çıkışlarından meydana gelen yolu takip eder. Hiçbir bulutun şekli, bir diğerininkine benzemez. Birkaç temel hava hareketinin oluşturduğu birkaç temel bulut tipi vardır. Bazılarımızın bulut tipi ve görünüşünden habersiz olmasının yanısıra genel kanı bulutların sadece günlerimizi serin ve yağışlı geçirmemize sebep olan şeyler olmasıdır. Sürekli olarak gökyüzünü inceleyen meteorologlar ise bulutların bazı korkutucu ve karanlık yüzlerinin yanısıra inanılmaz güzellikte şekiller oluşturduklarını da görür.
Bazen tuhaf bulutlar da oluşabilir. Mesela, bir dağ engelini geçmekte olan nemli hava, dağın rüzgar altı kısmında akış yönünde birkaç kilometre dalgalanabilir. Bu dağ dalgalarının tepesinde oluşan bulutlar genellikle mercek şeklindedir. Bu yüzden ‘lenticular clouds’ veya ‘dağ dalgası bulutu’ adını da alan bu bulutlara ‘mercek bulutları’ denir. Bu bulutlar, genellikle kısa bir süre içinde havada bir değişiklik olmayacağını, havanın güneşli geçeceğini gösterir.
Mercek bulutları bazen ‘gözleme’ gibi birbirlerinin üstünde oluşur ve belli bir mesafeden bakıldığında uçmakta olan ‘uzay gemileri’ne benzetilebilir. Mercek bulutları oluştuğunda, çok fazla sayıda UFO (Uzaylı Filan Olabilir!) gördüğünü sananlara şaşmamak gerekir. Bunlar, genellikle hareket etmezler; hava bunların içinden gelip geçer.
Bu, size gizemli ve paradoksal mı göründü? Bulutların rüzgarlarla hareket etmesi mi gerekir? Bu paradoks, bu bulutların anlaşılmasını zorlaştırır. Fakat bu yazıyı okumaya devam ederseniz bunun kolay olduğunu anlarsınız. Eğer bir su akıntısı veya şelale gördüyseniz suyun bir engelle karşılaştığında, örneğin bir kayanın üzerinde yol alırken, köpürdüğünü fark edersiniz. Akıntı varken köpük orada sabittir, hep orada duruyormuş gibi görünürler. Köpük, dalgaların kırılmasıyla oluşan kabarcıklardan oluşur. Kabarcıklar, hareket edip akıntıya karıştığı anda yok olur. Bu da onların hareket etmiyormuş gibi bir görüntü oluşmasına sebep olur.
Bulut dalgaları, dağlardan uzakta da oluşabilir. Tıpkı rüzgarın suların üzerinde oluşturdukları dalgalar gibi bulutlar da dalga dalga yayılır. Nemli bir katmanda oluştuğunda dalgaların tepelerinde mercek bulutları ve dalgaların aralarında boşluklar oluşabilir. Zor ve sallantılı bir uçuş olacağından pilotlar bu dalgaları pek sevmezler. Bazen dağ dalgaları atmosferin bulut oluşturmayan kuru bölgelerinde de oluşup uçakların (hava boşluğu değil!) açık hava türbülansına (CAT) kapılmasına sebep olurlar.
DAĞA ÖZEL BULUTLAR
Ağrı dağı gibi tek başına duran etrafı açık dağlara özel bulutlar da vardır. Böyle dağların tepesinden aşağıya esmekte olan rüzgarın içinde oluşan ve yayılan buluta ‘bayrak bulut’ adı verilir. Mercek bulutlarına benzeyen ve yeni oluşan ‘kep’ veya ‘mantar’ bulutları da dağın üzerinde duran ipeksi bir eşarba benzer. Güneşli bir günde yeryüzünden ısınan hava yükselmeye ve dağın tepesine doğru esmeye başlar. Nemli hava yükselme ile yoğuşma seviyesine ulaşınca bulut oluşur. Böylece, resimde Ağrı Dağı’nın tepesinde gördüğünüz mantarın şemsiye şeklindeki başını (pileus) andıran, ‘mantar bulut’ oluşur.
TALPA ve TUG’un Antalya’da düzenlediği panelden sonra İstanbul’a dönmek için üç saatlik bir uykudan sonra 06.00 uçağına yetişebilmek için sabah erkenden uyanmak pek hoşuma gitmedi. Buna sebep olduğu için, Oğuz Gündoğdu ile birlikte panele katıldığımız, Berk Üstündağ’a biraz kızıp söylenmedik de değil. Neyse ‘her şeyde bir hayır vardır’ deyip biletimizi değiştirmeyip sabahın köründe uçağa bindik.
Sırf doğanın uyanışını görebilmek için arkadaşlarımdan ayrılıp özellikle uçağın sağındaki bir pencerenin kıyısına oturdum. Uçak havalandıktan sonra güneşin dağlar üzerinde doğuşu, dağların tepesini tüy gibi örten bulutlardaki kıpırdanmalar, dağların tepesindeki karların birer yalancı güneş gibi parıldaması... İstanbul’a yaklaşınca alçalan uçağın Marmara Denizi’yle buluşmasından belli bir süre sonra adını bilmediğim bir dağın tepesinde duran mercek bulutları. Bir ara uçağın hafif bir dönüşle denize doğru eğilmesi ve ufukta denizin üzerinden yükselmekte olan güneşin su üzerindeki kızıl ve dalgalı görüntüsünün önüme serilivermesi... Bütün bunlar bir bir yaşanılması gereken anlatılamaz güzelliklerdi.
Sırf bunlar için her sabah güzellik uykumdan vazgeçebilirim.
Yazının Devamını Oku 
22 Mart 2004
‘Dikkat! Barajdan su bırakılacaktır. Çocuklarınıza ve hayvanlarınıza dikkat ediniz.’
Fırat Nehri’ne yakın bölgelerde hayvancılık yapan köylüler geçtiğimiz günlerde cami hoparlörlerinden bu şekilde uyarıldı. Karların erken erimesiyle Fırat Nehri üzerindeki barajların su seviyesinde hızlı yükselmeler oldu. Bölgede ortaya çıkan sel tehlikesi nedeniyle verilen 10 günlük alarm, havaların soğumasıyla son buldu.
Görüldüğü gibi ülkemizde kar hem yağarken, hem de erirken birer afete dönüşebiliyor! Her nedense ülkemizde her şey hep ‘aniden’ oluşuyor. Peki Keban Barajı’nın aniden taşmasının nedeni küresel ısınma mıdır? Bu sorunun yanıtını hiç önemsemiyorum. Çok yersiz bir soru!
Bilindiği gibi artık insan iklimi, iklim de insanı etkiliyor. Senaryolar küresel iklim değişikliğinden ülke olarak olumsuz bir şekilde etkileneceğimizi gösteriyor. Bu olumsuzluklar da daha çok kuraklık, ani seller ve deniz suyu seviyesindeki yükselmeyle beraber Türkiye’nin, tarım, enerji ve turizm sektörlerinde hissedilebilecek.
ABD’YE İLKBAHAR ARTIK 3 HAFTA ÖNCE GELİYOR
Bazı gözlemlere göre son yıllarda iklim değişikliğinin işaretleri daha da belirginleşti. Böylece, ‘mevsimler kaydı mı?’ gibi sorular da çok sık gündeme geliyor. Şu ana kadar tespit edilen ‘mevsim kaymaları’na yönelik bulguların bazıları şöyle:
ABD’ye ilkbahar üç hafta daha erken geliyor.
20 kuş türü, daha önceki yıllara göre yuvalarını dokuz gün önce yapmaya başladı.
İngiltere’nin güneyinde Marsham ailesi 1736’dan beri ilkbaharın işaretlerini kayıt etmektedir. Bu kayıtlara göre meşe ağacının yaprak açmasında en erken davrandığı yıllar 1990’larda oldu.
Geçen 30 yılın her 10 yılında sonbaharın iki gün geciktiği görülmüştür. İlkbaharın ilerlemesi ise her on yılda altı gün olmuştur.
Aslında kar yağışını önemli yapan şey onun sadece miktarı değil; ne zaman ve nasıl eridiğidir. Kışın ve ilkbaharın ilk yarısında dağlara yağan kar, aslında suyun doğal olarak doğada depolanmasıdır. Böylece dağlarda biriken karlar, kurak geçen yaz aylarında nehirlere ve göllere su sağlayan doğal bir baraj gölünün suları gibi görev görür. Fakat karların kışın veya ilkbaharın başında hızla erimesinin ne çiftçiye, ne de enerji üretimine yararı vardır.
Beklendiği gibi küresel ısınmadan dolayı, kışın nehirlerdeki akışta önemli bir artış olurken, yazın akış değerlerinde çok önemli düşüşler oluyor. Diğer bir deyişle, karların erken erimesi baraj göllerinin sıcak yaz aylarında gerekli olan suyu barındıramaması anlamına da gelir.
Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli’ne (IPCC) göre 1990 iklim şartlarına göre Türkiye’de bir yılda kişi başına düşen su miktarı 3.070 metreküptür. Fakat bu suyun büyük bir kısmı suya ihtiyaç olan yerlerde bulunmamakta. İklim şartlarının hiç değişmeyeceğini kabul etsek bile, sadece nüfusu artışı nedeniyle 2050 yılında Türkiye’de bir yılda kişi başına düşen su miktarının yarı yarıya azalarak 1.240 metreküp olması bekleniyor.
Barajlardaki su miktarında azalmalarla birlikte, ülkemizde gelişen yaz turizmi ve çoğalan nüfusa bağlı olarak su ve enerji gereksinimi artıyor. Böylece, su kaynaklarımızın üzerinde artan baskılar ve küresel iklim değişimi göz önüne alındığında 2050 yılında Türkiye’de bir yılda kişi başına düşen su miktarı 700 ila 1.910 metreküp arasında olacak. Diğer bir deyişle, değişen iklimi ve artan nüfusu ile Türkiye 2050 yılında iyice su fakiri bir ülke olabilecek.
RİSK YÖNETİMİNE AĞIRLIK VERMELİ
Fırat Nehri üzerindeki barajlardan su tahliyesi Suriye sınırındaki Karkamış Barajı’ndan başlamıştı. 10 günlük sürede Fırat Nehri yatağına saniyede 2300 metreküp su bırakılacaktı. Bilindiği gibi bu miktar, Suriye’ye söz verilen saniyede 500 metreküp suyun yaklaşık olarak beş katıdır. Bu durumda Dışişleri Bakanımız Suriye’yi olası su baskınları için uyarmak zorunda kaldı.
Bu olay, aynı zamanda neden komşu ülkelerle sınırı aşan suların paylaşımında iklim faktörünü de mutlaka göz önünde bulundurmamız gerektiğini gösteriyor. Benzer şekilde, ABD’den doğup Meksika’dan denize dökülen Colorado Nehri’nin sularının paylaşımı üzerine yapılan antlaşmada ABD, Meksika’ya vereceği suyun miktarını iklim şartlarına bağlamıştır. Kuraklığın şiddetine göre Colorado Nehri’yle Meksika’ya verilecek su miktarı azaltılacak; aşırı yağışlarda ise artırılabilecektir.
Peki Keban Barajı’nın tahliye kapaklarının 1985’ten sonra ilk defa açılmasının nedeni küresel ısınma mıdır?.. Mevsimlerin kaymasıyla Fırat Nehri’nin taşması arasındaki ilişkiyi karların erken erimesinde arayabilir miyiz? Bu tür sorularla artık vaktimizi boşa harcamayalım. Bu tür soruların cevabını şimdi tam olarak bilemeyebiliriz. Ama artık olaylara uzun vadeli bakabilmeli, her şeyi siyah (var) ya da beyaz (yok) şeklinde sınıflandırmayıp, ihtimallere önem vererek risk yönetimine ağırlık verip gerekli tedbirleri zamanında almalıyız.
Gelecekte etkisini daha da arttıracak olan küresel iklim değişimi vb. meteorolojik afetlere karşı artık duyarsız kalmamalıyız. Yoksa başımıza gelecekleri yine ‘aniden’ şeklinde açıklamaya kalkarak bütün dünyayı kendimize güldürmeye devam ederiz.
Yazının Devamını Oku 