Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Büyük ekrandan, fen ve meteoroloji bilginizi bir kenara koyarak izleyeceğiniz bir film

7 Haziran 2004
Roland Emmerich’in imzasıyla gösterime giren ‘Yarından Sonra’ adlı afet film, bu günlerde hem gişe rekorlarını, hem de beni zorluyor! 125 milyon dolar harcayıp gerçekten ilginç bir gerilim filmi ortaya çıkartmışlar. Ama konu iklim ve hava olunca bana da filmdeki yanlışları bulma görevi düştü!

Böylece Radikal Gazetesi muhabiri Evrim Altuğ’dan, geçen hafta sonu Açık Radyo’dan Ömer Madra ile birlikte filmi seyretmek için davet aldım. Buzulların kırılması, devasa ama ismi konulmamış tayfunlar, New York’un önce sele kapılıp sonra da donması; Los Angeles’ın bir hortum ailesi tarafından yerle bir edilmesi, iri dolu tanelerinin Tokyo’da her şeyi kırıp dökmesi gibi sahneler ilk yarıda filimin en başarılı yönleriydi. Filmin ikinci yarısında ise yönetmen vakit geçirmek isteyen bir futbolcu gibi topu çevirmiş durmuş...

FİLMİN ADI ‘ETME BULMA DÜNYASI’ OLMALIYDI

Hollywood’un bu bilim kurgu afet filmi aslında gerçeğe çok yakın bir tablo çiziyor. 2002 yılında Montreal’de film çekilirken okyanus akıntılarının yavaşlaması gibi olaylar dünyanın değişik yerlerinde gerçekleşmişti. Küresel iklim değişimi nedeniyle bu tür ekstrem hava şartlarıyla daha sık karşılaşacağımız da bilimsel bir gerçektir. Filmin küresel iklim değişimi problemine dikkat çekmesi çok güzel bir şey, umarım bu film Jurasic Park’ın dinozorlara yaptığını iklim bilimi, bilimcisi ve problemleri için yapar.

Ben önce filmin ismine kafayı taktım: Filmin ‘Yarından Sonra Siz Nerede Olacaksınız?’ şeklindeki adı, filmin pazarlanmasına yönelik olmalı. ABD’de gazilerin anıldığı bir tatil günü vizyona giren bu film için, film adıyla önceden, ‘yarından sonra sinema salonunda olun’ gibi bir yönlendirme yapılıyor diye düşünüyorum. Bu konuda Atıf Hoca ne der acaba?

Biliyorsunuz, dünya atmosferindeki karbondioksidin yaklaşık yüzde 50’sinden ABD sorumlu. Ama Kyoto Protokolü’nü, yok Hindistan’daki inekler yellenirken metan gazı çıkartmasın diye yemlerine ilaç katmak, yok Afrika’da dikeceğimiz ağaçlar kadar havayı kirletelim vb. gibi palyatif çözümlere yer vermediği için imzalamıyor. Hatta başkan ve başkan yardımcısı ‘küresel iklim değişimi yok’ diyor. Belki de sırf bu yüzden filmde Amerikalılar Meksika’ya sığınmak zorunda kalıyor, ABD Başkanı fırtınada ölüyor ve ABD Başkan yardımcısı bu problemini daha önce kabul etmedikleri için özür diliyor. Yani, bir çeşit ilahi adaletin tecelli ettiğini gösteren filmin adı ‘Etme Bulma Dünyası’ olmalıydı.

Filmde ‘küresel’ bir problemi ele almışlar, ama yine ülke sınırları içinde kalmışlar. Böylece film, iki-üç sahne hariç, tümüyle ABD’de geçiyor. Mesela Kyoto Protokolü’nü imzalamak için bugünlerde nazlanıp duran, ‘ne güzel bu pahalı kürklerden kurtulacağız işte’ diye espriler de yapabilen Putin’in Kremlin Sarayı’nın da New York’taki Özgürlük Anıtı gibi çatır çutur donduğunu gösterselerdi, fena mı olurdu? Bu durumda filmin adını, ‘Etme Bulma Amerika Dünyası’ olarak tekrar değiştiriyorum.

Filmde sanki gelecek zaman içinde hızlı bir seyahate çıkmış gibi oluyor insan. En azından birkaç yüz yıllık bir zaman içinde gerçekleşebilecek iklim olayları sadece on gün içinde oluyor. Geçmişte çok ani iklim değişiklikleri olmuş ama birkaç bin yıl içinde. Bir yanardağ patlaması nedeniyle 1816 yılında dünya yazsız bir yıl yaşadığı gibi, hadi diyelim birkaç yıl olsun... Filmde ise yedi gün içinde Trakya’ya kadar kuzey yarım küre donuyor.

Filmdeki deniz, bina, duvar, kapı, bayrak vb. şeylerin de o kadar hızlı bir şekilde donup kaskatı kesilmesi de gerçekçi değil. Hele havada dalgalanır bir şekilde donup kalan bayrak! Donan her şeyin bir sır tabakası ya da kabuk bağlaması da Hollywood tarafından donmanın resmini yapmanın bir yolu olarak icat edilmiş olmalı. Doğa Tarihi Müzesi’nde ağzındaki otla bir anda donduğu söylenen mamut ile kurulan bağlantı ise çok güzel düşünülmüş.

MERAK ETMEYİN, BU YIL YAZ KESİNKES GELECEK

Stratosferden soğuk havanın yere inip dünyayı dondurması gibi bir fırtına oluşumu yok aslında. Ama bakıyorsunuz tayfunun ‘gözüne’ girilince rüzgar sakinleşiyor, hemen ardından bilgisayar ekranında stratoposferden aşağıya doğru havanın çöktüğü gösteriliyor. Sonra da her şey çatır çutur donmaya başlıyor. Sanki yukarı seviyelerdeki soğuk hava, tayfunların gözünden aşağıya doğru böyle çöker de buzul çağı oluşur; yok böyle bir şey!

Filmde sadece Kuzey Atlantik Akıntısı ele alınmış. Güneye inmeyip Meksika’ya, Amerikalılar göçmen olarak sığınır diye dokunulmamış. Tokyo’daki dolu yağışında gök gürültüsü unutulmuş. TV muhabirleri, dev hortumlara çok yakın durabiliyor ve etraflarında helikopterlerle uçabiliyor. Filmdeki en büyük hata ise okyanusun o kadar çok ve hızlı bir tusunami dalgası gibi yükselmesiydi. Her yer donarken o kadar su nereden geldi! Ayrıca herkes güneye kaçarken, filmin başında kuş sürülerini kuzeye göndererek de ayıp ettiler!

Tabii ki bu bir belgesel değil. Bu nedenle, filmdeki sıkıştırılmış zaman ve olay sıralamasıyla gerçek yaşam arasında büyük farklar var. Filmin en önemli eksiği ise petrol ve petrokimya şirketleri gibi kirleticilerden hiç bahsedilmemesiydi! Yine de filmin hatalar içermemesi ve bazı noktaları atlamaması tercih edilirdi. Çünkü, bilimsel kavramların öğretilmesinde yanlış bilgi, örnekler ve çizimlerin kullanılması, artık günümüzde ‘kötü bilim’ olarak kabul edilip üzerinde durulan önemli bir eğitim ve öğretim konusudur...

Bu filmi bulduğunuz en büyük ekrandan, fen ve meteoroloji bilginizi bir kenara koyarak keyifle seyredin. Ayrıca merak etmeyin bu yıl yaz kesinkes gelecek, ama temmuz ayında!
Yazının Devamını Oku

Marifet orman yangınlarının nasıl söndürüldüğünde değil, nasıl önlendiğinde

31 Mayıs 2004
Ülkemiz sıcak ve kurak olan bir iklim kuşağında yer alması nedeniyle ormanlarımız yazın büyük bir yangın tehlikesindedir. Özellikle Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerimizdeki ormanlarımızda, yaz aylarında günde ortalama olarak 20-30 adet orman yangını meydana gelebilmektedir. Aynı zamanda buralardaki önemli turizm tesisleri de risk altındadır.

Orman Genel Müdürlüğü’ne göre ülkemizde çıkan orman ve fundalık yangınlarının çıkış sebepleri büyük ölçüde insan kaynaklıdır. Bu nedenle, sonuçları son derece yıkıcı olan orman yangınlarının önüne geçebilmek için özellikle ihmal ve kasıttan kaynaklanan nedenleri ortadan kaldırmalıyız. Diğer bir deyişle, ormanlarda yangın çıkmasına engel olabilmek veya çıkabilecek yangınların sayısını olabildiğince azaltabilmek için bilgilenmek ve etrafımızdakileri bilgilendirmek zorundayız.

AFET TAKVİMİ HAZIRLANMALI

Bunun için de afete hazırlığın sözde kalmadığı ülkelerde her kent için bir afet takvimi hazırlanır. Orman yangını gibi mevsimsel özellikler gösteren afetler de bu takvim üzerinde ay ay işaretlenir. Sonra da bu takvime göre yıl içinde arttığı belirlenen tehlikelerin hemen öncesinde, o tehlike için büyük bir eğitim ve bilinçlendirme kampanyaları düzenlenir.

Orman yangınları yılın herhangi bir zamanında oluşabilir fakat ülkemizde yazın sıcak ve kuru havalarda daha sık görülürler. Örneğin ülkemiz geneli için böyle bir takvim hazırlansa haziran-ekim ayları orman yangını tehlikesi için işaretlenmiş ve mayıs ayında da orman yangınlarının önlenmesine karşı halk eğitimi kampanyası başlatılıp sürdürülmüş olması gerekirdi. Bu tür kampanyalar her yıl değerlendirilip geliştirilerek tekrarlanmalıdır.

Bu bakımdan bu yıl henüz bir musibetle karşılaşmadan mayısın ilk haftasında ‘İstanbul’da dört ay süresince ormanlara giriş yasak’ başlığıyla çıkan haber önemliydi. Önemi bakımından haberi burada tekrarlamak istiyorum:

‘İstanbul Valiliği, orman yangınlarının en yoğun olduğu 1 Haziran-31 Ekim 2004 tarihleri arasında koruma altına alınan orman ve ağaçlandırma sahalarına her ne sebeple olursa olsun girilmesini yasakladı. Orman sınırları içinden geçen devlet karayolu, köy yolu ve orman yolları kenarlarında piknik yapılmasını da yasaklayan valilik kararına göre, vatandaşlar yalnızca kendilerine tahsis edilmiş piknik alanlarından gerekli tedbirleri alarak faydalanacaklar.’

ANIZ YAKMAK EN KÖTÜ VE EN İLKEL YÖNTEM

Yine Orman Genel Müdürlüğü’ne göre ülkemizde ihmalden doğan yangınların başlıca nedeni ‘anız yakma’dır. Hasattan sonra tarlada kalan kesik saplı ekin köklere, vb. atıklara anız denilir. Yaz aylarında ve sonbaharın başlarında anızlar yakılarak temizlenmek istenir. Diğer bir deyişle, ekin biçildikten sonra tarlayı temizlemek için çiftçilerin başvurduğu en ucuz, en kötü ve en ilkel yöntem anız yakmaktır. Böylece ormanlık alanların yakınında bulunan tarlalarda başlatılan anız yangını ihmal sonucu yakınındaki ormana sıçramaktadır.

Halbuki anız birçok nedenden dolayı yakılmamalıdır. Anız yakmak sadece orman yangınlarına ve bu yangınların söndürülmesi için canı pahasına orman köylüsünün, memurlarının, işçisinin, itfaiyenin ve askerlerin harcadığı emeğe ve maddi kayıplara neden olmuyor: Aynı zamanda topraktaki yararlı tüm canlıları öldürüyor, çevredeki görüş mesafesini düşürerek yollarda trafik kazalarına ve bulutlara aşır miktarda yoğuşma çekirdeği taşıyarak yağışların azalmasına da neden olabiliyor.

Peki, ekin biçildikten sonra toprağın temizlenmesi için tarlanın anız bozanla ya da normal sürüm pulluklarıyla toprağa gömülmesi gerektiği bilindiği halde neden uygulanmıyor? Çünkü bunun için bir traktör; traktör için mazot; mazot için de para gerekli. Örneğin, orman içi ve tarım alanlarında anız yakmanın cezası 2000 yılında 289 milyondu. Ancak anız yakmanın çevreye verdiği zarar gözönünde tutularak altı aydan başlayan hapis cezası da istenilebiliyordu. Verilen hapis cezaları da cüzi miktarlardaki para cezalarına çevrildiğinde anız yakmanın cezası, traktör ile tarlanın sürülmesinden daha ucuza gelebiliyordu.

ORMANCILAR HANGİ TÜRKÜYÜ SEVMEZ

Bazı ülkelerde açık havada bir şeylerin zorunlu olarak yakılması gerektiğinde uygun hava şartlarının beklenmesi ve meteorolojiden de olur alınması gerekir. Orman yangını mevsiminde her gün ‘beş değişik yangın tehlikesi ve hazırlıklı olma seviyesini’ belirleyen ‘orman yangını tehlike öngörü haritaları’ da hazırlanır. Böylece yangına müdahale edecek olan birimlerin yangın potansiyeli olan ormanlarda zamanında devriye gezmesi sağlanır, yerel yönetimler alarma geçirilir, ormanlara giden yollar trafiğe kapatılır ve ormanlara girişler yasaklanabilir. Şimdiye kadar yasaklar, komik cezalar veya ‘Çiftçi arkadaş anız yakma tarlanı sür, medeni ol’ demekle bu işi çözemiyorsak; biz de hava durumu programlarında artık ‘yarın hava anız yakmak için uygun veya değil’ desek nasıl olur?

Orman yangınları evlerimiz ve ormanlarımızla birlikte insan ve hayvanların can güvenliğini de tümüyle tehdit eder. Örneğin, ‘Aman ormancı, canım ormancı’ diye başlayan türkü de bir orman yangını nedeniyle yaşanmış hüzünlü bir olayı anlatır. Bu yüzden başta sayın hocam Prof. Dr. Doğan Kantarcı olmak üzere ormancılar bu türküyü pek sevmezler.

Öncelikle yangın çıkmaması için kurallara uymalı, başta çocuklar olmak üzere herkes eğitilmeli, görülen her türlü ateş ve duman 177 nolu telefon aranarak ilgililere hemen haber verilmelidir.

Marifet yangınların nasıl söndürüldüğü değil, nasıl önlendiğindedir!
Yazının Devamını Oku

Başında kavak yelleri esenlerin kavak takıntısı

24 Mayıs 2004
Eyvah, etrafta yine kavak ağaçlarının pamukçukları uçuşuyor! Yere atılan sigara izmaritleri ve benzeri çöpler, hatta çöp dağları için kimseye küçük bir ceza bile kesilmezken, bir doğa harikası olan pamukçukları nedeniyle koça kavak ağaçları kökünden bilgisizce kesilebiliyor. Güngör Uras Hocamın 25 Ocak 2003 tarihinde Milliyet’te yazdığına göre kavak ağacı, bin yıldır bu topraklarda yetiştirilmekte. Fakat neden bir anda ‘tu kaka’ oldu diye de soruyor. ‘Kavak ağacı gibi ne yemişi var, ne gölgesi. Kavak ağacından odun, halayıktan kadın olmaz!’ gibi atasözlerinden de anlaşılabileceği gibi aslında kavak ağaçlarını hiç sevmezmişiz...

TEK SUÇLARI GÖZLE GÖRÜNÜR OLMALARI

Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’nden Zuhal Mutlu’ya göre, ülkemizde özellikle kavak ve salkım söğütler ağaç kıyımından en çok payını alan çaresizlerdir. Salkımsöğütler, bulunduğu yerden geçsin ya da geçmesin kanalizasyonları tıkıyor diye kesiliyor. Kavaklara gelince durum daha acıklı ve onlara resmen haksızlık yapılıyor.

Örneğin, Ankara Valiliği İl Çevre Müdürlüğü’nün, 12 Haziran 2002 tarihli yazısı ekinde, ‘Kavak ağaçlarından kaynaklanan polenlerin, astım krizi, saman nezlesi, ürtiker gibi alerjik tepkiler oluşturması nedeniyle il sınırları içerisinde kavak ağacı yetiştirilmemesi; yaşlı ağaçların kesilerek yerlerine toprak ve iklim koşullarına uygun akasya, huş, dişbudak, gladiçya, badem türü ağaçlarının dikilmesi...’ gibi bir kararı var.

Benzer şekilde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de 2002 Haziranı’nda beş yıl içinde bir milyon kavak ağacının kesilmesine karar vermişti. Sonra da yurdun her tarafından kesim haberleri gelmişti... Dikkat edin bu kararlar ‘kent sınırları’ yerine ‘il sınırları içinde’ biçiminde olduğundan, tarla ve su kenarlarındaki kavaklar bile hedef alınmış durumda... Peki; kararlar ne derece doğrudur?

Bilindiği gibi polenler, bitkilerin üreme organıdır. Gül gibi parlak renkli çiçeklerin polenleri alerjiye neden olmazken birçok ağaç, çimen ve yabani ot rüzgarla taşınabilen alerjik polenleri üretir. Daha çok kavak ağaçlarının havada uçuşan beyaz pamukçukları dikkatimizi çekmekte. Halbuki ilkbaharda mevsimin alerjik burun nezlesi gibi alerjik rahatsızlıklara çıplak gözle göremediğimiz polenler neden olur. Polenler, insan saçının kalınlığından çok daha küçüktür.

Aslında kavak ağaçlarının havada süzülen pamukçukları polen bile değildir. Bunlara dişi kavak ağacının tohumlarının rüzgarla uzak mesafelere yayılmasını sağlayan doğal paraşütler olarak bakılabilir. Kısa süreli bir görsel kirlilikten başka bir zararı olmayan pamukçukların tek suçu gözle görünür olmaktır! (Bir keresinde biri gözüme bile girdi ama olsun; biz de kazayla az mı çiçek, böcek eziyoruz!)

‘Türk’ün aklı gözündedir’ ya, kafayı takmışız onlara bir kere...

Polenlerin havadaki yoğunlukları ve zamanları bitki türlerine göre değişebilmektedir. Polenlerini ilkbaharın ilk aylarında ve görece olarak çok kısa bir dönemde saçan söğüt, kavak, dişbudak, fındık, çınar gibi ağaç cinsleri görece olarak daha az olumsuz etkiye sahiptir. Polenleri alerjik hastalıklara yol açan bitki türleri sıralandığında, yüzde 16,2 ile buğdaygiller; yüzde 9,1 ile ayçiçeğigiller; yüzde 8,7 ile kazayağıgiller; yüzde 5,5 ile gülgiller; yüzde 4,3 ile akçaağaçgiller; yüzde 3,9 ile çamgiller; yüzde 3,5 ile söğütgiller, baklagiller ve servigiller öne çıkmaktadır. ‘Katli vaciptir’ denilen kavaklar bu sıralamada bile yedinci sırada gelmektedir!

Yine Zuhal Mutlu’ya göre kavağın bilinmeyen işlevsel özellikleri onlar hakkındaki önyargının yanlışlığını açıkça ortaya koymakta: Kavak diğer yeşil olan her şey gibi bol oksijen üretimi, yapışkan özelliği, diğerlerinden daha fazla hava filtresi görevi görmesi özellikleriyle şehirde açık ortamlara göre çok daha fazla olan zararlı tanecikleri süzmekte; astım, alerji, amfizem gibi hastalıklarda solunumu kolaylaştırıcı etki yapmaktadır.

Kök yapısı gelişmiş olan kavak, uygun yerlere dikilirse zemini sağlamlaştırıcı, su toplayıcı etkileri göz ardı edilmemeli. Üstelik çok hızlı büyümesi diğer pek çok ağaçta olmayan bir özellik. Zuhal Mutlu’ya göre kavak bir kültür, bir değer, bir dosttur. Belediyelerce yapılan en büyük yanlışlardan biri de ağaç sevgisi bilinci yerine, örnek olarak halka kesme alışkanlığının aşılanmasıdır. Çevremizde polen üreten başka bitki türleri varken, dişi ya da erkek olsun kavak ağaçlarını kesmek ne doğrudur, ne de gerçekten alerji için bir çözümdür.

POLEN TAHMİNLERİ YAPILMALI

Her bitkinin polen ürettiği dönemler yıldan yıla pek değişmez. Bununla birlikte, hava şartları herhangi bir zamanda havada bulunan polen miktarlarını kontrol eder. Sıcak, kuru ve rüzgarlı havalarda, havadaki polen ve küf sporlarıyla birlikte, saman nezlesi ve astım krizlerinde büyük artışlar gözlenir. Bu nedenle, alerjik bünyeli kişilerin, bulunduğu veya gideceği yerdeki polen durumunu günü gününe bilmesi gerekir. Bunun için, örneğin ABD ve AB’de, meteoroloji bültenlerinde polen tahminleri ve miktarları verilir.

Örneğin. Amerikan Alerji, Astım Aerolojik-Alerjen ve İmmünoloji Akademisi’nin (AAAAI), gönüllülerden oluşan 65 polen gözlem istasyonu var (www.aaaai.org/nab/). Böylece AAAAI ve antihistaminik vb. türdeki ilaçları üreten bazı ilaç firmaları, 100 Amerikan şehri için günlük polen tahminlerini halka ulaştırmaktadır (www.allegra.com/pollen.html). Aynı ilaç firmalarının ürünleri ülkemizde satılmakta ama buna benzer çalışmaları hiç yapmamaktadırlar!

Polenlerin kayıt dışı olduğu ülkemizde günlük polen sayımı yapılmasa bile, ‘polen yağışlarına’ uygun havalara göre, hava durumu programlarında gerekli uyarılar yapılabilir. Gördüğünüz gibi iş yine döndü dolaştı pek kıymet verilmeyen biz meteorologlara kaldı!
Yazının Devamını Oku

Hava tahmininde kavram kargaşası ve körlük

17 Mayıs 2004
Modern toplumların doğru hava tahminine olan gereksinimi giderek artmakta. Bu nedenle, hava tahminleri herhalde en çok sorulan, merak edilen ve tartışılan konulardan biridir. Ama ülkemizde hava tahmini nedir, nasıl yapılır, nasıl değerlendirilir konuları da çok kaotik.

Bu nedenle ‘Hava tahminini dışarıdan satın alıyoruz, tahminlerimiz başarılı değil, meteorolojide yeterli meteoroloji mühendisi çalıştırılmıyor’ diyebildiğim için, birileri bana kızdı, hatta hızını alamayıp çamur bile atabildi! Böylece meteorolojide çalışan meteoroloji mühendislerinin oranının, yüzde 3 olması gibi bir yanlışın sürüp gitmesi için gündem değişsin istendi. İşin aslını arayıp soran da çıkmadı. Bir Japon deyişine göre, ‘Yalan atla gider, gerçek yürür. Fakat yine de tam zamanında yetişir.’ Bu yüzden şu an bazı bilimsel gerçekleri yetiştirmemiz gerekiyor.

Bunun için mevcut kaosu yararlı bir kaosa dönüştürecek bazı kavramlara açıklık getirmek istiyorum: Önce, ‘Hava tahmini, bir andaki hava durumundan faydalanarak, atmosferin ilerideki durumunu belirlemektir.’ Yazının bundan sonraki kısmını bu tanımı hatırlayarak okuyun lütfen.

GERÇEKLER ÖĞRENİLİNCE ZANNETMELER BİTER

Hava tahmini yapmak için önce meteoroloji istasyonlarında aynı anda yapılan gözlemler, hızla bölgesel ve küresel merkezlere gönderilir. Buralardan bütün ülkelere dağıtılan meteorolojik gözlemler, mevcut hava durumunun doğru olarak tespit edilebilmesi için analiz (diaognastik) edilir. Sonra da belli bir sistem dahilinde derlenerek analiz (asimile) edilmiş olan gözlemlerden faydalanılarak, atmosferin ileriki durumunu gösteren hava tahmin haritaları (prognastik kartları) hazırlanır. Daha sonra bu tahmin haritalarını oluşturan sayısal bilgiler, birçok ülkede olduğu gibi (ne zaman, nereye, ne kadar, ne olasılıkla yağış düşecek gibi) daha kesin ve noktasal hava tahminine dönüştürülür; ya da bizde olduğu gibi bu tahmin haritaları doğrudan yorumlanarak ‘yer yer’, ‘zaman zaman’ gibi muğlak ifadelerle dolu ‘hava tahminleri’ hazırlanır.

Ülkemizde prognastik kartlar hazırlanamadığı için, yıllardır başka ülkeler tarafından birkaç gün sonrası için hazırlanan hava tahmin haritalarını olduğu gibi kullanarak sadece yorum yapabiliyoruz. Diğer bir deyişle, ‘hava tahmini, başkalarının hazırladığı hava tahmin haritalarına bakıp yorum yapmak’ değildir. Ülkemizde ben dahil olmak üzere herkes bu işi yıllardır böyle yapıyor. Huzeyl’e göre ‘Gerçekler öğrenilince, zannetmeler biter’miş...

Şimdi meteorolojiden yapılan yazılı açıklamayı okuyup benden daha farklı bir şey söyleyip söylemediklerine siz karar verin lütfen: ‘Meteoroloji Genel Müdürlüğü, hava raporlarının satın alınmadığını, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Orta Vadeli Hava Tahmini Merkezi’nden (ECMWF) gelen raporların kullanıldığını açıkladı. Açıklamada, ECMWF’e aidat ödendiği belirtildi. Başka bir anlatımla, satın alındığı iddia edilen sayısal tahminler son birkaç yıldan beri değil yaklaşık 30 yıldır kurumumuzca kullanılmaktadır.’ (Zaman, 9/5/04)

Yıllardır dile getirdiğim başka bir eleştiri ise: ‘Şimdiye kadar DMİ doğru yöneltilip kalifiye elemanlarla donatılabilseydi, dışarıdan aldığımız meteorolojik verilerle kendi sayısal tahmin modelimizi çalıştırıp ülkemiz için çoktan noktasal hava tahminleri üretebilirdik. Sonra biz de modelimizin ürettiği hava tahmin haritalarını web’e koyup halkımızın kullanımına sunabilirdik. (Örneğin, bkz. http://www.noa.gr/~telefleu/bolam/index.htm)Şimdi bu konuda yapılan bir özel açıklamada şöyle deniyor: ‘Sayısal Hava Tahmini Şube Müdürlüğü’nde şu an için altı meteoroloji mühendisi, iki matematikçi ve bir makine mühendisi çalışmakta. Bu meteoroloji mühendislerinden biri İngiltere’den doktoralı. Süper bilgisayarın işletilmesinde de şu an için karşılaşılan bir sorun bulunmamakta. Şu ana kadar edinilen tecrübede ise MM5 model tahminlerinde önemli bir tutarsızlığa rastlanılmamıştır. Hatta ECMWF tahminlerinden, çözünürlüğünün yüksekliği sayesinde çok daha başarılı olduğu görülmekte. Ama MM5 tahminleri sadece meteorolojinin intranetinde yayımlanmaktadır.’

Görüldüğü gibi iş ehline verildiğinde 30 yıl sonra da olsa son 5 yıldır olumlu yönde bazı gelişmeler var. İnşallah meteoroloji yetkilileri veya Sayın Bakanımız teveccüh gösterir de MM5 tahminlerinin internette halkın kullanımına sunulması için bir 30 yıl daha beklemeyiz.

YAĞIŞ TAHMİNİ NE ZAMAN YAPILMAMIŞ OLUR

Hava tahmininde başarı konusuna gelince... Tahminleri değerlendirmek için kullanılan metotların birinde, golf oyunundaki gibi, düşük kötü puanlar daha iyidir. Eğer sıcaklık tahmininiz 10 derece, fakat gözlenen 7 derece ise, tahmininizden 3 kötü puan alırsınız. Yağışta puanlama, verilen yağış miktarı ve olasılığına dayanır. Eğer tahmininiz doğru yağış miktarı kategorisinde ise kötü puan almazsınız. Farklı her bir kategori için 5 kötü puan alırsınız. Tüm başarı değerlendirme yöntemlerinde, yağış tahminindeki başarı tahmin edilen yağış miktarına göre hesaplanır. Bu durumda belli bir zaman içinde metrekareye düşecek olan yağış miktarı tahmin edilip verilmezse, yağış tahmini yapılmamış demektir!

Bazılarımız Türkiye’de yapılan hava tahminlerini çok başarılı bulabilir. Ama bu konuda eğitim görmüş, dünyadaki uygulamaları bilen insanların bakışı çok farklıdır. Bu durumda ‘Türkiye’de günlük tahminlerde yüzde 100, 3 günlük tahminlerde yüzde 98, haftalık tahminlerde ise yüzde 95 başarı yakalandı’ gibi açıklamaları doğru bulmuyorum. Hatta bu tür açıklamaların, ülkemizde meteorolojinin gelişmesine engel olduğuna inanıyorum.

Şahıslar ve iktidarlarla ilgisi olmayan bu tür eleştirilere, bir akademisyen olarak görevim olduğu gibi, bir vatandaş olarak da hakkım olduğuna inanıyorum. Bu yüzden bunların, bir kere de herhangi bir menfaat beklenmeden, samimi olarak yıllardır söylenegelen uzman görüşleri olarak ülke yararı için değerlendirilmesini hassaten arz ve rica ederim.
Yazının Devamını Oku

Karadeniz Ereğli’de Türkiye’nin hiç sönmeyen ateşleri var

10 Mayıs 2004
<B>T</B>anrılarınkine eş bir ateş görmek ister misiniz? Lykia kentlerinden biri olan Himera’ya (Yanartaş) gidenler mitolojik tanrıların hiç sönmeyen ateşini görebilirler. Karadeniz Ereğli’ye gidenler ise Erdemir’in Ayşe ve Zübeyde adlı hiç sönmeyen ateşlerini görebilir.

Türkiye’de yaşayabileceğiniz en yüksek hava sıcaklığı, 48.8 derece olarak 14 Ağustos 1993 tarihinde Mardin’de ölçülmüştü. 13 Eylül 1922 tarihinde Libya’nın Aziza çöllerine gitseydiniz, dünyanın en yüksek hava sıcaklığı olan 57.7 dereceyle karşılaşabilirdiniz. Bunlardan daha fazlasına tanık olmak isterseniz Zübeyde’yi ziyaret etmeniz gerekiyor. Çünkü sadece Zübeyde’nin karın bölgesinde sıcaklık 2300 derece!

Bu sıcaklık Terminatör’ü bile yok eder. Arnold Schwarzenegger, 1984’te çekilen filminde insana benzeyen ama duygusuz, korkusuz ve durdurulamaz, ‘yok edici’ bir cyborg’du. Sonuçta, cyborg içindeki insanlık için çok tehlikeli olan çiplerle birlikte dev bir çelik potasına atılarak yok edilebilmişti.

ADI GİBİ MUHTEŞEM

Terminatör 1’i de eriten bu ateşi görüp, müthiş sıcaklığı hissederken aynı anda dünyanın merkezindekine benzer bir magmanın akışını kim izlemek istemez! Siz de Zübeyde’yle tanışsaydınız, belki ‘sanayi turizmi’ diye bir kavram ortaya atar, sönmeyen ateşleri ve bu ateşlere hükmeden insanları gidip yerinde görmek isterdiniz. Sıcaklığa bakarak bu fırınlara yanlış bir şekilde cehennem demek, çalışanlara da ‘zebani’ demekle eşanlamlıdır. Kasım ve İlhan Beyler gibi tümü, gerçek anlamda taşın suyunu sıkıp çelik elde eden, seçkin insanlar...

Gündüz saatlerinde belli belirsiz olan bu ateşlerin alevlerini sadece geceleyin gökyüzünde seyredebilirsiniz. Bu nedenle, arkadaşlarım Karadeniz Ereğli’den İstanbul’a yamru yumru yoldan, hoplaya zıplaya dönerken otobüste Zübeyde’yi size tanıtmak için şunları yazdı:

Mahmut Bitiren: Zübeyde, kimi zaman hırçın haliyle kıyametleri koparan, kimi zaman hüzünlü bakışlarıyla yürekleri sızlatan, kimi zamanda alev alev parlayan güleç yüzüyle insanlara neşe katan Karadeniz’in çilekeş anası. Alev alev bereket dağıtan sevginin, dostluğun, barışın ta kendisi. Çilek kokan, kömür karası çelik gibi elleriyle gerçek ve karşılıksız seven anneler gibi dimdik semaya yönelmiş; etrafına sevgi ve bereket dağıtıyor.

Alper Ünlü: Zübeyde, adı gibi muhteşem. Teknoloji harikası. Türkiye için cevherleri işleyen, doğurgan yüksek fırın, emektar ‘Ayşe’ ile yan yana. Biri emektar Kurtuluş Savaşımızın simgesi Ayşe, diğer Türkiye’nin cevheri Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi ‘Zübeyde.’ Kadınlarımıza ve laik düşünceye atfedilmesi dileğiyle...

Nilgün Okay: Devasa çelik potaların 24 saat hareket ettiği Çelikhane ve Zübeyde adeta büyüleyici. 50’li yılların ilerici Türk mühendisliğinin eseri karşısında gurur duymamak elde değil. Bir mühendis olarak gözyaşlarımı tutamadım, çok duygulandım. Tamamen otomasyonla idare edilen onlarca tonluk potaların özellikle boşaltımı sırasında güvenliğin önemini, acil durumları düşünmeden edemiyorsunuz.

Levent Trabzon: Defalarca kitaplarda resmini gördüğüm, derste anlattığım Zübeyde’yi görünce ilk izlenim çok güçlü ve büyük olmasıydı. Yaşam felsefesi olarak; durmadan çalışması etkileyiciydi. Bundan hiç rahatsızlık duymuyor. Huzur ve etrafındakilerle uyum içinde olduğunu anlıyorsunuz. Her söylenene harfiyen uyması ve 1800 derece eriyik demirin bir nehir gibi akması belgesellerde gördüğüm lav akıntılarını hatırlatıyor. Zübeyde cüssesi, ağırlığı, 90 metre boyu ve üretkenliğiyle makro dünyanın önemli bir parçası. Tozun, sıcağın ve pasın içinde Zübeyde’nin mutlu yüzünü her zaman hatırlayacağım.

Sinan M. Şener: Hepsi Ereğli’de! Bütün güçler 10 bin beygir, bütün ağırlıklar 20 tonun üzerinde ateş ile dans eden adamların evinde. Bir ateş düşünün tıpkı Xantos’un (özgürlük) ateşi gibi 1961’de yanmış asla sönmemeli yüksek fırın Zübeyde’de. Herkes işin farkında ve ciddiyetinde ne yaptıklarını biliyorlar, becerileri dünyanın liginde. Çağdaş Türkiye’nin lokomotifi Ereğli’de tevazu içinde bağrında her gün demir dövülüyor. Bilinmiyor son viraja giresiye, içten gülümseme hepsinin demir tozu kömür ile kavrulmuş yüzlerinde. Dönerken devasa kentime çantamda çilek reçeli ve Ereğli bezi, güzel dostluklar belleğimde.

KİMSENİN GELİP SENİ KORUMASINI BEKLEME

Filiz Piroğlu: Çeliğe form verebilmek için demirin eritildiği Zübeyde adlı yüksek fırından bu kadar etkileneceğimiz aklıma gelmemişti. Benzetmek gerekirse, sanki bir krateri ve akan lavları izliyorduk. Sıcaklığın yüksekliği, eriyen demirin kızıllığı insanı ürpertiyordu. Öte yandan üretimin güçlüğü, kavramların boyutu her aşamada insanı şaşırtıyordu. Bunun yanı sıra, kontrol odasında bir günlük üretimde ulaşılan 5 bin 648 tonluk Zübeyde’nin rekoru çalışanların bir gurur kaynağı olarak dijital ekranda duruyordu.

11 Mayıs 1960’ta Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın klasik bir kamu kuruluşu gibi değil de, Anonim Şirket olarak kurulmuş olması ne kadar doğru bir kararmış! Yoksa bugün metalürji mühendislerinin hali de meteoroloji mühendislerininki gibi olabilirdi. Politik bir istismara maruz kalmadan gelişip büyüyor ve çağdaş dünyada kendine saygın bir yer bulabiliyor.

Böylece, yılda 1.5 milyon ton çelik üretebilmek için 10 Eylül 1978’de Erdemir’de ateşlenen Zübeyde bugün verim bakımından Avrupa’da 5. sıraya yükselmiş!

Zübeyde’nin duvarlarında İstanbul’da depremi bekleyenler için de bir mesaj var: ‘Kimsenin seni korumasını bekleme, kendi tedbirini al...’
Yazının Devamını Oku

Antalya’yı sel aldı, bir meslek seçtik el aldı aman...

3 Mayıs 2004
‘Antalya yine sele teslim...

Antalya’da fırtına ve yağış afete dönüşüyor...

Hortum, Antalya Havalimanı’nda zarara yol açtı...

Antalya’yı sel aldı: Birçok yer su baskınına uğradı, uçak seferleri aksadı...’

Bunlar, Antalya ile ilgili birkaç haberin sadece başlığı. Gelin bir de 22 Nisan 2004 tarihinde Radikal Gazetesi’nde çıkan haberden bir cümle okuyalım: ‘Beş ayda üçüncü sel felaketini yaşayan kentte çok sayıda araç yolda kaldı.’ Artık Antalya’dan bu tür bir haberin gelmediği neredeyse ay geçmiyor. Antalya gibi uluslararası bir turizm merkezinin, sürekli olarak afetlerde uğradığı zararlarla anılması güzel bir şey değildir.

Aynı haberde, ‘Son 24 saatte metrekareye düşen yağış miktarının 150 kilogramı geçtiği Antalya’da yüzlerce ev, işyeri ve serayı su bastı’ şeklinde bir ifade var. Sel olup zarar verdikten sonra ölçülen yağış miktarını, bir marifetmiş gibi, halka bildirmenin hiçbir anlamı ve önemi yoktur!

Başka bir ‘komiklik’ ise ‘İstanbul’dan Antalya’ya giden THY’ye ait iki uçak, olumsuz hava koşulları nedeniyle İstanbul’a geri döndü’ ifadesinde bulunuyor. Sanırsınız ki uçaklar dünyanın öbür tarafından bir yerden kalktı ama Antalya’ya gelene kadar geçen uzun süre içinde hava şartları değişiverdi. Gördüğünüz gibi, ülkemizde bir saatlik yola giden uçak bile, varacağı noktanın hava şartlarını doğru dürüst öğrenemiyor!

YIKIM VE YARA SARMA SARMALI

Benzer bir şekilde yıllar önce Başbakan Bülent Ecevit’i taşıyan uçak da Trabzon Havalimanı’nın üzerinden geri dönmüştü. Diğer bir deyişle, yıllardır durumumuz böyle ama ne hesap soran, ne de kafasını kaldırıp da dünyada ‘neler oluyor?’ diye bir bakan var...

Gökgürültülü sağanak yağışlardan dolayı, ani sel ve heyelan riskinin arttığı bu günlerde, birçok yerden sel haberlerinin gelmesi normaldir. Fakat yıllardır ülkemizdeki bu tür haberlerin içeriğinin önemli ölçüde değişmemesi normal değil. Sel haberlerinde, kriz masalarının kurulması, devlet erkánının halkın acısını paylaşması ve sellerin birer afete dönüşmesini birbirine karıştıran popülist söylemler hep tekrarlanıp duruyor...

Ülkemizde, Pentagon’un küresel iklim değişimi raporu manşetlere çıkartılırken, ‘Antalya neden çevresine göre daha fazla yağış alıyor, bu kadar sık sele uğruyor?’ vb. diye soru sormak bile kimsenin aklına gelmiyor. Halbuki Türkiye’nin bir türlü içinden çıkamadığı bu yıkım-yara sarma sarmalını kırabilmesi için, artık bu olayları daha gerçekçi bir şekilde ve evrensel bilimin belirlediği ölçütlerde ele alıp, sorgulayabilmemiz gerekiyor.

Örneğin, bugün ülkemizde sel tahmini ve ihbarı yapmakla resmen görevli herhangi bir kurum veya kuruluş olmadığını biliyor muydunuz? Peki, yarın metrekareye kaç kilogram yağmur düşeceğinin söylenemediği dünyadaki bir-iki ülkeden birinde yaşadığınızın farkında mısınız? Ya da çağdaş ülkelerde sel ihbarlarının, sel gözetleme ve sel uyarısı şeklinde iki aşamada verildiğini biliyor muydunuz? Kurulduğundan beri başına meteoroloji konusunda eğitim görmüş biri getirilmeyen dünyadaki tek meteorolojinin bizde olduğunu da biliyor muydunuz?..

‘Bu ne biçim meteoroloji, sadece afetten sonra ölçtüğü yağışın miktarını söyleyebiliyor’ diye soran da yok. Hatta ‘öğleden sonra etkili kar yağışı bekliyoruz’ şeklinde güya tahmin yapanları, kar yağışının sabah 10.30’da başlamasına karşın, büyük başarılarından dolayı alnından öpenler var. Zaman ve tahmin kavramlarını bilmeden övgü düzenlere ne demeli?

Marifet en azından bir gün öncesinden tahmin edip metrekareye düşecek olan yağışın miktarını ve zamanını halka bildirebilmektir. Örneğin, Antalya’da ‘yarın etkili yağış bekleniyor’ diyebilmek için 3-4 bin kişilik bir teşkilata gerek yoktur! Bu, artık internete girebilen herkesin birkaç gün öncesinden elde edebileceği türden basit bir bilgidir...

Maalesef meteorolojimiz için bir damla yağmur ile 100 kg. yağmur arasında hiç fark yoktur. Her iki durumda da meteoroloji, ‘Tahminim tuttu ve yağışı bildim’ der! Halbuki tüm dünyada meteorolojinin yağış tahminindeki başarısı tahmin ettiği yağış miktarıyla ölçülen yağış miktarı arasındaki farka göre hesaplanır.

BARİ TÜRKÜMÜZE KATILIN

Sürekli olarak (doğru vizyon ve hedefle birlikte, kalifiye eleman, bilgi birikimi vb. oluşturulmadan) dışarıdan empoze edilen en pahalı meteorolojik aletler alınıp ülkemize getirilmektedir. Sonuçta ülkemizde, sel yataklarına bilinçsizce yerleşilmekte, halkın can ve malını koruyabilmesi için uyması gereken meteorolojik sel gözetleme ve uyarıları da doğru dürüst yapılamamaktadır.

Durumumuz böyle olmasına rağmen, DMİ Genel Müdürlüğü için 2004 KPSS Sınavı için ilan edilen 63 kadro arasında tek bir meteoroloji mühendisi yok! Yüzde 90’ı işsiz olan meteoroloji mühendisleri için ‘Antalya’yı sel aldı, bir meslek seçtik el aldı, aman...’ şeklinde türkü söylemekten başka çare kalmıyor.

Ey millet, bari el çırparak türkümüze katılın...
Yazının Devamını Oku

Çileğin kırmızısı çeliğin parıltısı Karadeniz’in Ereğlisi

26 Nisan 2004
<B>H</B>erkül, en zor görevini orada yaptı. İlk Hıristiyanlar Romalılar’dan kaçıp ibadetlerini onun mağaralarında sürdürdü. Uzun Mehmet, kömürü orada buldu. Kurtuluş Savaşı’nın tek deniz çarpışması ve zaferi onun kıyısında yaşandı. Ülkemizin en büyük ve lider sanayi tesislerinden biri orada. İnsanıyla ve 4500 yıllık tarihiyle hep ilklerin yaşandığı ve asırlardır çağdaş kalan bir kent var orada (http://www.kdzeregli.bel.tr/). Burada özetle tanıtmaya çalışılan yer, aslında gidip görülmesi ve yaşanması gereken bir kent olan, Karadeniz Ereğlisi’dir.

Bu ilçemizin adını, başarılı belediye başkanı, voleybolda kazandığı başarılar, demir-çelik sanayiinde ulaştığı üretim ve kár rekorları nedeniyle hep duyardım. Ama gündelik yaşam telaşı arasında orayı gidip görmek aklımdan bile geçmezdi. Ve nisan ayının ortasında İTÜ Afet Yönetim Merkezi’nden (AYM) sekiz kişi bir geceyarısı oradaydık. Karanlık da olsa, Ayşe’nin bacasından çıkan alevi görebiliyor; havasındaki nemle birlikte şehre özgü uğultu ve aromayı fark edebiliyordum. Gündüz şehri tanımak için sahilde kısa bir gezinti yapma şansını bulunca çok şaşırdım. Yeşile bürünmüş sahilindeki sevgi, barış, dostluk anıtı; Avrupa Birliği’nin logosu, anıt ağaçlar, temiz ve düzgün kaldırımlar bana kömür ve demir tozları altında kararıp sararmış klasik bir sanayi ve liman kentinde olmadığımızı gösteriyordu...

SEKİZ ANIT ÇINARI YILDIRIMDAN KORUMALI

Bu tarihi kentin bir zamanlar büyük plajlar bulunan sahili dolmuş. Böylece, yolun kara tarafında tarihi duvarlar ve bu duvarların üzerinde de ‘yalı’lar var. Arayıp bulmaya vakti olmayanlar için yöreye özgü Elpek Bezi ve Osmanlı Çileği gibi birçok güzellikler de sahilde. Sait Halim Paşa’nın İstanbul’dan getirdiği Arnavut çileği yöreye özgü bir çeşide dönüşmüş. Böylece, Ereğli Belediyesi’nce her yıl haziranın ikinci haftasında yapılan festival adını bölgenin kestane toprağında yetişen hoş kokulu özel çileğinden alıyor. Festivalde işlenen, evrensel bir konu: Sevgi, Barış, Dostluk... Mevsiminde gidemezseniz her zaman reçeli ile çileğin lezzetini tatmanız mümkün ama ülkemizdeki en büyük uluslararası festivali kaçırmamalı.

Antik çağlarda ketenden ürettiği yelken bezi ve dokumalarıyla da ünlü Karadeniz Ereğli’de, havadaki nem miktarı diğer bölgelerimize göre biraz yüksek. Bu nedenle, vücudun nemden etkilenmesini önlediği bilinen ketenden elde edilen Elpek Bezi, tarihten bu yana giyim malzemesi olarak kullanılıyor. Gelişen tekstil teknolojisiyle rekabet edemeyen Elpek Bezi, bir zamanlar kaybolmaya yüz tutmuş ama Belediye’nin girişimiyle yeniden canlanmış.

Kentte Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından tescillenmiş sekiz adet anıt çınar bulunmakta. Sahildeki çınarlar, Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla İstanbul’un fethinin ardından dikildiği için, ‘Fetih Çınarları’ olarak da anılmakta. Çınarlar dikildikten 550 yıl sonra altlarında çay içebilen mekanlar, halk ve ziyaretçilerin gözde dinlenme alanlarından. Çınar ağaçları, çevre kirliliğinden ve değişimlerden etkilenen nazik bir ağaç türü olduğu için, bir ara hastalanmış ve kurumaya başlamışlar. Şu an belediye yıllardır çınarların ihtiyacı olan bakımları yapmakta ve kurumalarını engellemek için çalışmakta. Benden de acizane bir tavsiye; yönetmelik ve yasalarda yok demeden, bu ağaçlar yıldırımdan ve rüzgardan da korunmalı.

Akşam kenti kuşbakışı görebilmek için ‘radar’ denilen tepeye doğru yola koyulduk. ‘Ölüler Ülkesi’ne giriş yollarından biri olan Cehennemağzı Mağaraları’na da buradan gidiliyor. İçinde dev bir madenci feneri olan Uzun Mehmet için düzenlenmiş park da burada. Ülkemizde taşkömürünün bulunuş hikayesini hatırlarsınız: Bir zamanlar terhis olacak erlere subaylarımız taşkömürünü memleketlerinde görürlerse tanısınlar diye gösterirlermiş. Uzun Mehmet bulduğu siyah taşları, köydeki değirmenin ocağına yanıp yanmayacaklarını kontrol etmek için atıp denemiş. İşte Uzun Mehmet’in kömürü bulduğunu anladığı Ereğli’nin Kestaneci Mahallesi’ndeki değirmen de tarihe saygısız biri tarafından yıkıldığı için, artık yok!

Kendine, başkalarına ve doğaya saygısız bazı insanlar da Kestaneci Mahallesi civarındaki tepelerde kartvizitleri olan çer-çöpleri etrafa saçmışlar. Yaz aylarında her yerde yapılan piknikler ve yayla festivallerinde de benzer manzaraları görebilirsiniz. ‘Yaylalarda yapılacak yürüyüş her an bir sürprize gebedir’ derler ya, benim aklıma ‘Ya bir şelale çıkıverir karşınıza ya da çöp dağları!’ geliyor.

ÇOK YAKIN AMA ULAŞIM KÖTÜ

Türkiye’nin tek yassı mamul üreten demir çelik tesisi Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın (Erdemir) yöneticileri, demir-çelikte ve sporda olduğu gibi afetlere hazırlık konusunda da başarılı olmak için çalışıyor. Önce çalışanlarını İTÜ Afet Yönetim Merkezi’nin afet yönetimi eğitiminden geçirdiler. Şimdi tüm çalışanları, birimleri ve çevresiyle birlikte tüm tehlikelere karşı bilimsel bir hazırlık içindeler. Ayrıca ne küresel iklim değişimi problemi gibi büyük bir küresel çevre problemine, ne de nesli tükenmekte olan sülün kuşlarının yok olması gibi yerel bir olaya duyarsız kalmışlar. Sürdürebilir kalkınma anlayışı içinde tüm süreçleri gözden geçirip sürekli iyileştirmeye gitmeyi ve gerçekleştirdikleri faaliyetler hakkında toplumu da bilgilendirmeyi bir ilke edinip iş yapma felsefesi haline getirmişler.

Bu şirin kentimiz, İstanbul ve Ankara’ya çok yakın ama ulaşımda karayoluna mahkum. Böyle olunca da ağır demir-çelik ürünlerini taşıyan kamyonlar yazın sıcağında yumuşayan asfalt yolları yamru yumru ediyor. Turizmi de geliştirmek için Sakarya demiryolu bağlantısı, İstanbul’dan hızlı feribot seferleri ve bu yamalı kara yolunda Düzce’den sonra asfalt yerine beton kullanılması vb. üzerinde de düşünülmesi gerekir.

Çileğin kırmızısına çeliğin parıltısının katıldığı Karadeniz Ereğli’sini mutlaka görmelisiniz...
Yazının Devamını Oku

Bahar yorgunluğu, hastalık mı sendrom mu, gerçekten var mı?

19 Nisan 2004
Nasıl denir? ‘Gelen yoğun istek üzerine bugün ‘Bahar Yorgunluğu’ndan bahsedeceğim.’ Ayrıntılarını bilmediğim bu konuyu incelemem artık hem farz hem de vacip oldu!

Aslında bugün ele alabileceğim havadan-sudan konu adaylarım şunlardı:

* Polen yağışlı havalar. Polenler gözle görünmez, kavak ağaçlarını rahat bırakın!

* Önlem alınamadığı için telef olan Bursa şeftalisi ve Malatya kayısısını, en azından gelecek yılın yazında yiyebilmek için, kırağıdan ve dondan nasıl koruyabiliriz?

* ‘Vatandaşların ve ilgililerin muhtemel orman yangınlarına karşı dikkatli olması’ gibi ‘biz uyarmıştık’ türünden, baştan sorumluluk savan sözde uyarılar ve cinlikler.

* Acil Destek Vakfı’nın 100 bin insanımızı ve milli hasılamızın dörtte birini yok edebilecek deprem gibi bir felakete karşı ilgisizlik ve bilgisizliğimizi ortaya koyan anketi.

* ‘Kuraklık Mücadele Planları’mız olmadığı için Urfa’daki kuraklıkla gündeme gelen yağmur duası, önümüzdeki günlerde nasıl ‘yağmur bombasına’ dönüşecek?

* Neden kamu kurumlarına sınavla alınacaklar arasında yeterince meteoroloji mühendisi yok? Paratoner konulmadığı için yıldırımla yakılan veya başka nedenler ile yıllardır hiç çalıştırılamayan milyonlarca dolarlık radarları kimler çalıştıracak? İngiltere’den günlük hava tahminleri satın almaktan devşirme meteorologlarla nasıl kurtula(maya)cağız?

FARKLI AÇIKLAMALAR

Çeyrek asırdır meteoroloji öğreniyorum ama bahar yorgunluğuna dair hiçbir bilgiye rastlamadım. ‘Biraz araştırıp, bari meteorolojik yönünü öğreneyim’ diyerek internete girdim:

Soğuk kış aylarından sonra bahar aylarında havanın ısınmaya başlaması, çiçeklerin açması, kelebeklerin uçması gibi, insanlarda da çeşitli değişimler oluyormuş. Bu değişiklikler, birçok kişideki halsizlik, yorgunluk, eklem ağrıları, geç ve yorgun bir şekilde uyanmak, huzursuz ve endişeli olmak gibi şikayetlerin de nedeniymiş. İşte tüm bu yakınmalar, ‘bahar yorgunluğu’ olarak adlandırılıyor. Kimi uzmanlar bahar yorgunluğunu bir hastalık olarak tanımlıyor; kimi uzmanlar ise ‘Bahar Yorgunluğu Sendromu’nu bir hastalık olarak kabul etmiyor!..

Bahar Yorgunluğu’nun nedeni üzerine de çok farklı açıklamalar var. Kimine göre biyolojik nedenlerle ortaya çıkıyor. Kimi tamamen psikolojik olduğuna inanıyor. Kimisi de, ‘bahar aylarında havada artan negatif iyonlar, yorgunluk ve halsizliğe neden oluyor’ diyor.

Örneğin, bu günler öğrencilerin genelde gezmek istemesi, dikkatlerinin dağılması ve ders dinlemekte zorlanmaları da bahar yorgunluğunun biyolojik nedenlerinden biriymiş. Bu durumda öğrencilere otoriter davranmak yerine (benim gibi!) esnek ve anlayışlı yaklaşmak gerekiyormuş. Kimi dersler öğrencileri rahatlatmak için okulun bahçesinde yapılmalıymış. Ayrıca ‘obsesif-kompulsif bozukluğu olanlar, günler süren bahar temizliğine başlar’mış.

‘Bahar mevsiminde güneşle birlikte havada elektrik yükü artıyor’ şeklindeki açıklamalar da ilginç. Ayrıca, şehirlerde daha fazla olduğu belirtilen elektrik yükünü, hava kirliliği, sanayi atıkları, trafik keşmekeşi de artırıyor, deniliyor.

Bütün bunların bilimsel dayanağı nedir, bilemiyorum. Fakat, bahar aylarında daha çok görülen yıldırım ve şimşekten dolayı böyle düşünen varsa yanılır. Çünkü yıldırımların yaklaşık olarak yüzde 90’ı yeryüzünü negatif yükle yükler. Gerçekte güneş fırtınaları yerden 60 km. ve daha yukarıdaki iyonosfer olarak adlandırdığımız tabakada elektriklenme ve iyonlaşmaya neden olur. Halbuki yer seviyesinde daha çok deniz üzerinde su damlacıklarının parçalanması havadaki tuz çekirdeklerini ve pozitif elektrik yükünü üretir. Kışın kuvvetli olan rüzgarlarla da pozitif yükler karalara doğru daha kolay yayılıyordu. Ayrıca taşıtların sayısı, sanayi atıkları ve trafik, kıştan hemen bahara öyle önemli bir değişiklik göstermez.

Bir de bu negatif iyonların neden sadece bazı insanları seçip etkilediğini de anlayabilmiş değilim. Bir açıklamaya göre, ‘bahar yorgunluğu, sigara içenleri, düzensiz beslenenleri ve amacı olmayanları seviyor’muş. Peki havadaki bu bahsi geçen iyonlar bu tür insanları nasıl belirleyip de ‘seviyor’?

Bahar aylarında, hava sıcaklığındaki değişimle birlikte yaşanan ‘psikotik depresyon’un en iyi ilacı erken kalkmakmış. Bir de birkaç günlüğüne de olsa kent dışına kaçıp tatile çıkmamız öneriliyor. Ancak, bu yürüyüşler ve tatil güneşli günlerde ve yerlerde yapılmalı.

HER OKUDUĞUNUZA İNANMAYIN

Ne yalan söyleyeyim ben ‘bu güneşli günlerde yorgun ve keyifsiz sabahların herhalde iki nedeni vardır’ diye düşünüyordum. Birincisi, depresyonlu ve soğuk kıştan; gündüzleri uzamış gökyüzüne güneşin hakim olduğu bahara biraz yorgun giriyoruz. İkincisi, saatler ileriye alındığı için sabahları kalkmakta zorlanıyoruz. Şimdi sabah bir saat daha erken kalkmak mı bana zor geliyor, yoksa bahar yorgunluğundan dolayı mı uyanamıyorum? (Bu konuda yetkili merciye rica ediyorum: Saatleri birkaç günlüğüne geri alın da; durumu bir anlayalımÖ)

Buradaki çelişkili açıklamalardan da görüldüğü gibi her okuduğumuza hemen inanmamalıyız. Akademik jargonda hakem incelemesinden geçmeyen yazılara ‘beyaz makale’ denir. Benzer şekilde internette de birçok ‘beyaz yazı’ var. (Benim bu yazı dahil!..)

Sağlığınızla ilgili bir şikayetiniz varsa, hemen bir tıp doktoruna başvurun. Şüphesiz dışarıda yapılan yürüyüşler veya güneşli yerlere yapılan seyahatler de her zaman size enerji ve moral verecektir, ama güneşin tehlikeli morötesi ışınlarından korunmanız şartıyla.
Yazının Devamını Oku