Pasta tarifleri 2 büyük SANA diye başlar; kastedilen margarindir... Kâğıt mendil isterken, “bi SELPAK var mı?” diye sorulur. Kural budur; tüketiciye yeni bir fikir sunan her mal ya da hizmet, kendisinden sonraki ürünlere de ad olur. Vaktiyle öyleydi; hâlâ da öyle... Hattâ, Anadolu ağzında, 50’li yıllara ait daha zengin kalıplar olduğunu duyardık: Eskilerin, “FİLİBİS’n ne marka? GRUNDİK / FRİGİDAİRE’n ne marka? PRESKOLD... Veya KADİLLAĞIN ne marka? OSMOBİL!”.dediklerini anlatırdı rahmetli Orhan Eniştem. Bunların yanında, misafirin “bir maniniz yoksa” telefonuyla yarattığı emrivaki ve telâş halini tamamlayan, bir de yerleşik iş buyurma cümlesi hatırımdadır o günlerden; “çabuk sen de GIR-GIR’la ortalığı...”
Görece sevilerek yapılan işlerden biriydi. Zahmetsizdi aslında; yormazdı... Kenarını sehpalara hızla vurup biblo filân kırmadıkça da risksiz sayılırdı. Evde yalnız geçirilen zamanların kaçamak oyuncağıydı GIR-GIR; at olurdu, araba olurdu yerine göre... Bildiğiniz süpürgenin, sapı da olan kapalı bir kutu içinde, elektriksiz çalışan bir çift mekanik fırçaya terfi etmesi, gerçek bir innovasyondu aslında ama o yıllarda böyle bir sözcük yoktu... Sonuçta burası Türkiye... Neyin, kimin kıymeti bilinmiş ki, GIR-GIR’ın mucidi, öğretmen, sanayici Tacettin Hiçyılmaz’ınki bilinecek... “Kıymet bilmek derken, nedir murâdın?” diye sorarsanız; Amerika’da icat edilse, yükselişi, başlıktaki reklam spotu ve kampanyası, teknolojiye yenik düşmesi, seri üretimin durması, yaşam mücadelesi, en az birkaç filme konu edilirdi. Göztepe’nin de eski başkanlarındandı. Salı günü kaybettik; dün de ebediyete uğurladık kendisini. Bu yazı, bir kuşağın şükranlarını taşır. Nûr içinde yatsın...
Tuhaf bir vefâ anlayışı
Yerel seçim pazarı açıldı... Aday adayları arz-ı endâm etmeye başladılar yavaş yavaş. Gazete manşetlerine şöyle bir göz atınca, dikkati çeken “ortak payda”yı kolayca yakalayabiliyorsunuz. Özellikle yeni adayların hemen tamamında, önemli bir söylem birliği var: “İzmir’e, filânca ilçeye, falanca beldeye borcumu ödemek istiyorum...” Ben kısa pantolonlu çocuktum; o zaman da adaylar “borçlarını ödemek için tâlip olurlardı” yerel yönetimlere. Yarım asrı geçtim, hâlâ aynı nakarat!
İkinci söylem, “görev verilirse, hizmet etmekten kaçmam...” Yani, “aslında pek niyetim yok ama bu iş ‘aday olunacak; ol...’ kıvamına gelirse, boynum kıldan ince” demek istiyorlar, akılları sıra... İşte, bir başka klişe beyanat: “Aday olmam için çok baskı var...” Bu yakınmadan da (?!), “aslında aklımın ucundan bile geçmiyor ama ne yapayım, seçmen beni istiyor...” anlamını çıkartmamız bekleniyor. Yani kimse çıkıp da doğru dürüst bir tavırla, açık açık, dolu dolu “adayım kardeşim, çünkü...” cümlesini tamamlayamıyor.
Böyle birkaç tane daha, bayatlamış, üçüncü sınıf, vıcık vıcık “oryantal kurnazlık” daha var, ama bugünlük yerim kalmadı, sonra devam ederiz. Yaratıcılığa bakar mısınız? Aday olduklarını açıklarken, ıkınıp sıkınıp edebildikleri lâflar, naftalin kokusundan ibaret... Ve biz bu cevherlere yaşadığımız yerleri emanet edeceğiz. Allah sonumuzu hayretsin !
YAZILIP çizilenlerden öyle anlaşılıyor ki, İzmir Büyükşehir Belediyesi çok önemli kültür projesini tamamlamak üzere; eli kulağında... Emir Sultan Türbesi’ndeki restorasyon çalışmalarına 2011 yılında başlanmıştı. Her aşama, İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun onayına sunuldu. Projeye ilişkin yeni onay süreciyle birlikte, restorasyon 2012 Ağustos ayında yeniden ivmelendi ve hazire bölümü hariç tamamlandı. Hazireye (mezarlık bölgesi) ait mezar taşları için proje çalışmaları ise devam ediyor. Kurul onayı alındıktan sonra hazirelerin restorasyonuna başlanacak.
Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile yapılan protokol kapsamında, (Mimar Abdurrahman Çabuk’un yönetiminde) “kentle ve kentliyle yeniden buluşturulacak” Emir Sultan Türbesi, İzmir’de Türklüğün, müslümanlığın başlangıç noktası sayılıyor; “Türk mührü” diye anılması da bu yüzden... İzmir’i alırken şehit düşen ve halk arasında “Emir Sultan” adıyla bilinen, Aydınoğulları Beyliği komutanlarından Seydi Mükeremeddin’in kabrinin yer aldığı Namazgâh’taki türbenin bahçesine, Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Lâtife Hanım’ın dedesi Uşakîzâde Sadık Bey ve eşi Makbule Hanım ile Aydın Valisi Ahmet Esat Paşa, Kestanepazarı Camii kurucusu Mısırlı Hüseyin Nuri Efendi ve İzmir Kadısı Şükrüzâde Abdülkadir Paşa gibi devrinin önde gelen isimleri de defnedilmiş.
Yaklaşık 1400 metrekare alana sahip Emir Sultan Türbesi, “Rıfaî Dervişleri”nin dergâhıydı... Merhum Râkım Elkutlu da Rıfaî Şeyhi... Yabancı seyyâhların seyahatnâmelerinde, “Ağlayan Dervişlerin Dergâhı” diye geçer bu mekân. Buraya kadar tamam; ne kadar teşekkür etsek az Sevgili Başkan’a ve bütün emeği geçenlere. Ama yine Damlacık Mevkii’nde, Emir Sultan’dan biraz aşağıda, “Dönen Dervişlerin Dergâhı” da vardı zamanında.. Bugün maalesef yerinde yeller esiyor. Gölgesi bile kalmamış. Patlıcanlı yokuşundan çıkarken sağ kolda. Mahallelinin önceleri tekke, şimdilere mezarlık dediği yer... Neyzen Tevfik’in, merdiven ayağına ilişip “Şeyh Nurettin Hazretleri”ne hicaz peşrevini üflediği yer.
“İzmir Mevlevîhânesi” hakkında en az 5-6 makale yazdım ve yardım istedim. İlk satırların üzerinden 6 yıl geçti. Manisa’dan, Ordu’dan, İstanbul’dan belge ve bilgi paylaşanlar oldu; İzmir’den (meraklı okuyucularım hariç) aks-i sedâ gelmedi. Şimdi diyorum ki, “gün bugün müdür acaba? Emir Sultan’ın yeniden açılışı sırasında, Sayın Kocaoğlu’ndan, Mevlevîhâne için de bir söz alabilir miyiz?” Hem zaten ortada restore edilecek bir şey kalmamış. Gönlümüzden geçen, yerini ve anıları unutulmaktan kurtaracak bir kitâbe dikilmesi. Denk gelirse, belki küçük bir “obje müzesi”, bir “Tasavvuf Musikisi ve Araştırmaları Merkezi” belki...
METREKAREYE düşen yağmur... Kişi başına düşen otomobil sayısı, öğrenci başına öğretim üyesi, hasta başına doktor ya da benzeri bir karşılaştırma...
Bu istatistiklere alışığız bir şekilde.
Yerel ve ulusal medyaya bir de şu gözle bakın lütfen: Kişi başına düşen satır-sütun-santim olarak...
Son günlerde kaç tane EXPO haberine rastlıyorsunuz?
Günde kaç tane?
Ayda kaç tane?
Son yıl içinde kaç tane?
GEÇEN haftaki yazılarımın birinde “Itrî ve Bach”tan söz etmiş ve cümleyi, “aynı yüzyılda yaşamış, farklı coğrafyalarda zirve yapmış iki dahi, iki mihenk taşı…” diyerek bağlamıştım. Benzer bir havayı, bu kez de Kemeraltı’nda, Avrupa Restorasyon Ödülü sahibi Abacıoğlu Han’da, İKSEV’in ev sahipliğinde soluduk. Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan’ın yakın ilgi ve desteği ile 27. Uluslararası İzmir Festivali’nin bir başka gurur verici sayfası, ilk kez sanatsal etkinliklere açılan Han’ın “orta yeri”nde çevrildi. Medya’da “Barok bir gece yaşandı” diye geçiştirilse de yaşanan, anlatılanlardan daha fazlaydı. “Benim Gözlüğüm”den nasıl göründüğüne gelince...
Melez güzeldir
Projenin adı, “Doğu – Batı Saray Müziği / Düsseldorf’tan Versailles’a oradan Osmanlı’ya...” 16, 17 ve 18. yüzyıllardan seçilmiş parlak eserleri, farklı kültürlerden gelen sanatçılar birlikte seslendiriyorlar. Yıllar önce, Aka Gündüz’le Okay Temiz’in ilk arayışları başka bir kavşağa çıksa da “melez”di... Ardından Emre Aracı, Londra’da kaydedilen ilk albümünde “Osmanlı Saray Müziği”ni, Guatelli’den Donizetti Paşa’ya, Rossini’den, Sultan V. Murat’ın bestesine kadar çekiştiriyordu. Abacıoğlu Han’daki “Hille Perl & Lee Santana & İzmir Barok” konseri ise son yıllarda daha sık denenmeye başlayan, “dönem çalgılarıyla, farklı coğrafyalardan eş zamanlı kesitler sunabilmek” heyecanını taşıyordu. Ve melez güzeldi vesselâm!
Dünyanın en iyi “Viyola da Gamba” sanatçısı kabul edilen Hille Perl’in “yaşayan yay tavrı”, birlikte 2 kişiden fazla ettiklerini düşündüğüm, Barok çağın çok amaçlı çalgısı “Theorbe” virtüözü Lee Santana’nın (yüzündeki, hiçbir ölümlüye nasip olmamış hayretle karışık) müzikal hazzı, Soprano Sinem Özdemir’in, Itrî’ye ait ve “Her Gördüğü Periye Gönül Müptelâ Olur” diye başlayan Bûselik Murabbaı ezberden okuyuşu ve aristokrat vurgudan uzak sıcak yorumu, Soprano Linet Şaul’un telâşsız ve huzurlu performansı, Rebab’ta Mehmet Refik Kaya’nın seyri Gazi Giray Han’a bağlayan ipeksi Mahûr taksimi, unutulmadan paylaşılması gerekenler arasında... Ayrıca, pek çok izleyicinin Çembalo ve Çeng’i de ilk kez canlı olarak dinlediklerini sanıyorum. “Kudüm, def, daire gibi vurmalılara ‘Osmanlı Perküsyonu’ denmesini yadırgadığımı söyleyince, yanımdaki –bir bilen- dost da şunları ekledi:
“Dönem çalgısı deyip de metal teller bağlanınca, 16. yüzyılın ‘sound’unu yakalamak mümkün değil elbette...”
“ÇALINIRDI–çalınmazdı” mevsimi geldi... Ben, geleneğin –rahatsızlık yaratmayacak- hoş düzenlemelerle, uygar bir zeminde yaşatılabileceğine inananlardanım. Yeter ki her kesimi anlama ve düşünme niyet ve kaygısı, problem çözme becerisiyle birleşsin. Maalesef böyle bir belediyecilik anlayışımız yok. İşin sadece ticaret tarafının öne çıkmasını ise yakışıksız buluyorum. Her meslekte olduğu gibi, “Davulcu”nun da kötüsü, yeteneksizi, duyarsızı hiç çekilmiyor. Yaptığı işe saygı duymadığı her halinden belli olan arkadaşlar, ellerindeki müzik aletini bir gürültü makinesine çevirirken yüzleri kızarmıyor. Amaç mümkün olduğu kadar çok yer dolaşıp, elindeki tokmağı davula vurmaktan ibaret olmamalı... Ritim dediğimiz şey, kuvvetli ve zayıf zamanlardan oluşur. Bir ölçüsü, mantığı ve kurgusu vardır. Gelişigüzel ve aklına estiği gibi padırdamak değildir davul çalmak! Hayatın bütün hıncını kasnağa gerilmiş deriden çıkartmak hiç değildir. Ahenksiz, makamsız, uyduruk sözcüklerle bağırmak değildir, mani söylemek... Demem o ki, aranızdaki “davulcu bozması fırsatçı”ları terbiye etmek de sizin işiniz olmalı.
Nefret söylemi için ‘oruç mu, perhiz mi?’
AKLIMCA bir tweet atmıştım geçen gün: “Ramazan, sadece boğazımıza sahip olmak değildir; çenemizi de tutmaya niyetli olmak lâzım... Güzel ülkeme hayırlar getirsin!” Üstüne, (hâlâ, ‘yanlışıkla su içersem orucum bozulur mu?’ diye soranlara hayret edip küçük dilimi yuttuğum), basmakalıp TV programlarında, ısrarla tekrarlanan inciler dinledik allâme’den: “Perhiz yapmak niyetiyle oruç tutulmaz...” İnsanın sorası geliyor; “Ramazanda nefret söylemine devam etmek, orucu mu, perhizi mi bozar?”
Hikâye şöyle: Şiir yazmaya hevesli fakat yeteneksiz zengin bir ağa, yazdığı şiirleri, incelemesi için uşağı ile devrin meşhur şairi Keçecizâde İzzet Molla’ya yollamış. İzzet Molla bakmış şiirlerin ipe sapa gelir yanı yok, (az ve öz yazsın anlamında) “Perhiz yapsın” diye haber göndermiş ağaya. Aradan biraz zaman geçmiş; ağa, İzzet Molla’ya bir tomar daha şiir yollamış. İzzet Molla da karşılık olarak aynı cevabı; “Perhiz yapsın...” Ağa yeni şiirler yollamaktan vazgeçmiyor, İzzet Molla da “perhiz” tavsiyesinden. Uşak dayanamamış bir gün, “Efendim” demiş, “Ağam o kadar perhiz yaptı ki iğne ipliğe döndü, pek devam edecek hali kalmadı...” Aylardır sabreden İzzet Molla parlamış: “Efendi! Ağan bu derece sıkı perhiz yapıyor da bunca pislik nereden çıkıyor?”
“Erenler” bu işlere ne derdi?
ELİNDE tesbihle zikreden dervişin biri, bir kucak elma ile bayırlar aşan genç bir kıza rast gelmiş bozkır sıcağında... Yorgunluktan al almış kızın yanakları. “Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?” diye sormuş. Uzaklarda bir tarlayı işaret etmiş kız: “Sevdiğim çalışıyor orada; ona elma götürüyorum.” Derviş baba, “Kaç tane” diye sorunca, kız şaşırmış biraz: “İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi, sayar mı hiç?” Elindeki tesbihin ipini usulca kopartıvermiş derviş. Otlara karışmış “dua taneleri”; kimseler görmeden...
BU satırları daha iyi yazabilmek için, bir yandan da Bach dinliyorum; 5. Süit’inden Sarabande... “Maisky, burada adetâ bir zen müziği elde eder ve sunar” diyenlerin yalancısıydım şu ana kadar. Öyleymiş; artık değilim... Kaldı ki, perşembe akşamı, Rostropoviç’in ruhu da Celsus Kütüphanesi’ndeydi... Ve ben, Rostropovich ve Piatigorski ile çalışan tek viyolonsel sanatçısı olma ayrıcalığına sahip Mischa Maisky’i ilk kez dinliyorken, yukarıdaki cümleye hayli yaklaşmıştım zaten...
27’nci Uluslararası İzmir Festivali, dünyanın en iyi müzisyenlerini ağırlamayı sürdürüyor. Israrla, inatla, görünmeyen bir inanç ve tevazu ile... İzmirli sanatseverler, geçen haftaya kadar, yaşayan çello sanatçılarının belki de en büyüğü olan Mischa Maisky efsanesini, İstanbul ve Ankaralı’lardan dinliyorlardı: “...Şostakoviç viyolonsel konçertosunu yorumlayarak dinleyenleri coşturmuş müthiş adam. Bir temiz çalmak var ki bu insanları coşturmaya yetmez; bir de Maisky gibi eserin içine girmek var...” / “...Yorumunu her dinleyişimde, parçanın sonunda derin bir nefes alıp “Amin” diyorum. Kulağımı Nirvana ile tanıştırdı...” / “...Bu kadar mı hisli çalınır? Duygusal anlamda hisli değil demek istediğim; adamın, her parçanın hissiyatına dair çok kuvvetli bir fikri var ve onu aynen anlatıyor. Boşa giden tek notası, muğlak tek cümlesi yok sanki...”
Bir ‘doğumgünü armağanı’ydı aslında
Antik tiyatronun önünden yürüyerek, konserin olduğu eşsiz Celsus Kütüphanesi’ne doğru yürürken, hâlâ Efes’in koltuk sayısında bir sanat mekânımız, sahnemiz olmadığını hatırlamak bile, “EXPO’nun neden önceliklerimiz arasında olmadığı”nı bir kez daha hissettirdi ama geçelim...
Sahnedeki diğer misafir isim, ünlü bir topluluk... Karajan’ın “dünyanın en iyi kemancısı” dediği, Letonyalı ünlü kemancı Gidon Kremer’in (kendisine 50’nci yaşgünü armağanı olarak) Baltık ülkelerinin en iyi genç müzisyenlerini buluşturduğu Kremerata Baltica... Litvanya’dan, Letonya’dan ve Estonya’dan gelen 23 genç sanatçıdan oluşan oda orkestrası, son 15 yıl içinde 50’den fazla ülkede verdiği başarılı konserlerle tanınıyor. “Beden dilini bu kadar etkili kullanan bir orkestraya ilk defa rastlıyorum” dersem, yanlış olmaz. Unutmadan, “gülümsemek için görevlendirilmiş birkaç istisna” dışında, beylerin “Baltık dolaylarından ağır ağabey”, hanımların ise “soğuk güzeller” resmi verdiğini hatırlatalım.
Sponsorların dağıttıkları davetiyeler, (davet edilenler kıymetini anlamadığı için) her zaman bazı koltukların boş kalmasına sebep olur; Celsus’ta da aynı yazgı yinelendi... O geceyi yaşayamayanların neler kaçırdığına gelince:
Manşetlere şöyle yansıdı;
Başkan Kocaoğlu, İnciraltı EXPO alanı için ilk kez konuştu: “Sağ olduğum müddetçe, o ağaçların kesilmesine izin vermem! Ben EXPO’nun yapılmasından yanayım. İnciraltı’nda yapılmasından yanayım. Ama birinci derece sit alanında ve lagünde, sağ olduğum müddetçe bina yaptırmam. Sadece Belediye Başkanı olarak değil, vatandaş Aziz Kocaoğlu olarak da yaptırmam!”
Pek çoğumuz, hayli demdir böyle bir açıklama bekliyorduk. “Ağzınıza sağlık!” Yüreğine su serpilenlerin sayısı az değildir sanıyorum... Ama aynı açıklamanın satır aralarına sıkışmış sebep-sonuç ilişkisini ve oradaki tuhaf gizemi anlamakta zorlanıyorum. “Eğer konuşmuyorsak, bilmediğimizden ya da eyyamcılığımızdan ya da yanlış gidişe evet dediğimizden değildir...”
“Peki nedendir Sayın Başkan?” diye soracağımızı tahmin etmiş olmalılar ki, konuşmanın devamında, anafikri yelpazeleyen küçük ipuçları verilmiş:
“...Bu kadarını söyleyeyim. Paris’te gösterilen film bir plân değil ki! Onu plân olarak alamazsınız. O bir taslak öneri. EXPO proje taslağı... Yarın biz bunu yaptığımızda böyle olacak. Hayır öyle olmayacak! Lagün ve civarındaki birinci derecede doğal sitte yapılmayacak. Onlar geri planda yapılacak. Ön tarafa yapılacak bir tek bina için bile İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin izni yoktur... / ...Benim bu konuda söyleyeceğim bu kadar. Daha önce ‘Kasım’dan sonra konuşacağım’ dememin nedeni, lâfı çoğaltmayalım diyedir...”
İzin verirsenin ben “lâfı çoğaltacağım!”
Öncelikle, bu paragraflara yüklenmiş bilgi içeriği, “sokaktaki adam”ın, “EXPO girişiminin neden şeffaf, nitelikli, doyurucu ve düzenli bir kitle iletişimi ile beslenmediği” yönündeki artan merakını gidermiyor.
Hayır efendim; düşündüğünüz gibi değil! Cümlenin devamı, “Birkaç huri...” diye gelmeyecek. Aksine, “anlatıldığı gibi muhteşemdi, unutulmazdı...” şeklinde özetlenecek. 27. Uluslararası İzmir Festivali’nde, başka bale grubu da yer almayacak zaten. Gösterilerinde, en az efsanevi koreografların imzalarını taşıyan “görsel meydan okuma” kadar, Stravinsky’nin müziği gibi, dansın altyapısını oluşturan diğer bir güçlü ikizlemeyi, ezgi ve ritmi de “seçilmişler” kategorisinden kullandılar. Kimsenin, Harlem dansçılarının teknik ve estetik becerilerini kolay kolay tartışabileceğini sanmıyorum. Ama son bölümün büyüsü, sanatseverlerin beklentilerini tatmin açısından “ayrıcalıklı”ydı... Harlem’in müzikal, edebi, sosyo-kültürel ve manevî mirasına bir “selam duruş” olduğu söylenen “Dönüş”te, dansçılar, kulaklardaki klâsik şarkılar eşliğinde dans etti. Bu bölüm için “The New York Times” şu notu düşmüş: “Dönüş’ün koreografisi, Harlem Dans Tiyatrosu’nun 30. kuruluş yıldönümü için yapılmıştı. Koreograf Robert Garland, balenin tarzını ‘post-modern kent neoklasizmi – bir kent fiziksel duyarlılığını neoklâsik olanla kaynaştırma çabası’ olarak tanımlar. 12 dansçı için James Brown ve Aretha Franklin’in söylediği şarkılar eşliğinde sahnelenmiş olan Dönüş ‘bale tekniğiyle sokak yürüyüşünün, ritm ve blues’a dönük ironisiyle izleyiciyi gülmekten kırıp geçiren espritüel bir füzyondur”.
Gel gelelim, geçen cuma gecesi, İzmirli, yine “ıskaladı” İKSEV’in dokunma mesafesine kadar getirdiği fırsatı... Sanata bakışları ve altyapıları biribirinden ne kadar farklı olursa olsun, üçbuçuk milyonluk bir kentte, dünyanın en prestijli dans topluluklarından biri ağırlanırken, Fuar Açıkhava gibi “cep kadar” bir tribün doldurulamıyorsa eğer, bir yerlerde sorun var demektir.
Sorunun bir boyutunu, (en azından dedikodu faslını) İzleyiciler arasındaki fısıldaşmalardan öğrendik. “Cuma gecesi sendromu” da denilebilecek haftasonu hallerinin ağır bastığı tercihlerden bahsediliyordu. Çeşme’de, Urla’da “rakı – balık” programlarına kurban edilen “Harlem Dans Tiyatrosu”nu, meğer “Çeşme Açıkhava’ya gelse daha çok insan izlemez miydi?” fantezisi ile, ayağına beklermiş bir kısım hemşehrilerimiz. Yahu Atlantik’i geçmiş, körfeze kadar gelmiş insanlar. 2 saat inmediler sahneden; “Az biraz da siz kıpırdasanız” diyorum.
Az zenci çok zenci tartışması...
“Dünyanın ilk siyahi klasik bale topluluğu” unvanına rağmen, zaman içinde küreselleşmenin rüzgârı onların da köşelerini yuvarlamış anlaşlılan. Melbourne-Avustralya’dan, Rio de Janeiro-Brezilya’ya hattâ Sierra Leone-Batı Afrika’ya uzanan bir “coğrafi devşirme” modelinin işlediği, dansçıların isim listesine bakınca kolayca görülebiliyor. Bunun yanında, medyaya yansıyan fotoğraf karelerinin aksine, 18 dansçı içinde beyazların da bulunduğunu hatırlatalım. Peki, “Harlem adı altında danseden beyazların ‘ironik varlığı’na, seyirci ne diyor acaba?” diye sorarsanız, yine sağdan soldan söylenen “seçici izleyicilerin yalancısı” olarak, siyahî dansçıların diğerlerinden daha çok beğenildiğini ve ayrı bir yere konulduğunu söyleyebilirim. Melezlere bile “az zenci, çok zenci” diye kulp bulanlar vardı.
Bernard Shaw bu işlere ne derdi ?
Stravinsky için ağzınız geleni söyleyebilirsiniz; gelecek kuşakların sizi deliler sınıfına koymaları riskine hiç girmeksizin... (Harper’s Bazar, Nisan 1920)