Nihat Demirkol

Aday adayları sivrilirken

23 Ağustos 2013

Belki daha çok erken, bunları konuşmak için... CHP’de “dosyasını teslim eden” taliplerin medya üzerinden pompaladıkları heyecana bakıyorum da “seçmenin işi hem kolay hem de zor” diyesim geliyor. Zor; çünkü çürüğü çarığı sağlamından ayırmak için hayli gayret sarfetmek gerekecek. Çünkü, birbirine bu kadar benzeyen, bu kadar aynı şeyleri söyleyen, bu kadar aynı yöne bakan, bu kadar aynı renkte seçim vaadiyle mindere çıkan ve bu kadar sıradan bir kalabalıktan eleme yapmak, sudoku çözmekten beter. Kolay; çünkü seçmenin elinde “ahmak yerine konulup konulmadığı” gibi esaslı bir terazi var. “Söz meclisten dışarı” bir örnekle açıkladığımda daha kolay anlaşılacak. Meselâ, 1999’da, seçim beyannamesindeki “Marina” hayal, vaat ve projesi ile seçilmiş bir belediye başkanı, 2013’te, programına hâlâ “Marina” diye yazabiliyorsa, bizi “ahmak yerine koyuyor” demektir... Aman dikkat! Sadece biraz dikkat, bu “kronik uyanıklar”ın işini bitirmeye yetecek...

Aile planlamasının dinamikleri

Gazetelerde okumuşunuzdur, SGK’nın ilk kadın başkanı Yadigar Gökalp İlhan, sosyal güvenliğin 2036’dan sonra zora girmemesi için 5 çocuk gerektiğini belirterek, ‘Başbakan Erdoğan’ın belirttiği 3 çocuk asgari. Bizim önümüzdeki yıllarda çalışacak genç nüfusa ihtiyacımız var’ buyurmuşlar. Bir üst düzey bürokratın, sosyal güvenlik sisteminin açmazlardan uzak gelişimini, sadece aile planlamasının dinamikleri ve doğurganlığın teşviki ile açıklıyorsa, ölmüşüz de ağlayanımız yok!
“Sosyal güvenlik sistemi için doğurganlık oranının ne olması gerekiyor” sorusuna, “5 çocuk! Gerçekleri bilelim, bize ne lazım onu bilelim...” yanıtını verebilmek için, “dünyadan habersiz olmak lâzım” demek yetmeyecek. “...Durumu iyi olduğu halde çocuk yapmayanlar”ı, “bu ülkeyi sevenler / sevmeyenler...” diye ayrıştırarak eleştirme özensizliğini, “Sultan’a, ‘bana güvenip de sefere çıkmasın’ mesajını gönderen köylünün fıkrasıyla da hicvetmek gerekecek.

Manşet Sözlüğü (2)
Pazartesi yazımda, “biraz da gülelim” paranteziyle hazırladığım “manşet sözlüğü”, değerli okuyucu tarafından çok beğenilmiş. “Hepsi bu kadar mı?” diye soranlarla, tadını kaçırmadan, son birkaç manşeti de paylaşmak isterim:
Keş Manşet: Başta alkollü içecekler olmak üzere, keyif verici maddeler alındıktan sonra, akşamdan kalma bir ruh hali içinde atılan, hafif melankoli içeren manşet türüdür.

Yazının Devamını Oku

Sezon açılırken (manşet) atmanın cezası yok!

19 Ağustos 2013

GAZETECİLİK zor zanaat... Hele yerel medyanın dinamikleri bambaşka. Avuç içi kadar minderde, kimse kimseye sürtünmeden bir tur bile atamazken, olan biteni “hemşehri”lerine doğru dürüst anlatacaksın... Bitmedi, bütün konuların kuyrukları birbirine değerken, yazdığın her konunun baş kahramanı ile asansörde, yemekte, toplantıda, otoparkta, yolda-sokakta, nikâhta, cenazede yan yanayken, dipdibe iken, saf tutarken, taviz vermeden gerçekleri söyleyeceksin. Deklanşöre bastığında kâğıda düşen fotoğraf herkesi memnun edecek. Siyasette darıltmayacaksın, ekonomide sıkıştırmayacak, sanatta kayırmayacaksın. EXPO’da rakiplere koz vermeyeceksin, sağlıkta felaket tellâllığı yapmayacak ve sporda küstürmeyeceksin...
İşte spor haberleri, sporla ilgili yazılar ve yorumlar, bu dengeler içinde, en hassas başlıklardan biridir. Sporun nabzı, sezonun başında başka atar, ortasında başka, sonunda başka... Ortalama sporseverin spor aklı da sadece “futbol düğmesi”ne basılınca çalıştığı için, haberin şerbet kısmı, zaman zaman nabzın bile önüne geçer.
Sezon başı manşetlerine bakarsanız, Egeli takımların bütün sorunları çözülmüş durumda. Transfer, borç-harç, altyapı, tesis, deplasman, taraftar, kadro, teknik heyet vs... Yine yazılıp-çizilenlerin sırtlandığı umut, bacadan çıkmış vaziyette. Sanırsınız ki, her şey yolunda ve Ege futbolu patlamak için tutuşturulmayı bekliyor. Çok değil, birkaç ay sonra, bu rüzgâr biraz biraz karşıdan esmeye başlar: “ama, fakat, lâkin, sanki, aslında...” Devre arasından sonra ise “takke sıyrılıp kel görünmeye başlayınca” bu söylenmeler, “söylemiştik, yine mi hüsran, elde var hüzün, umutlar tükenirken...” türünden bildik tekerlemelere dönüşür. Çünkü, futbola cansuyu verenlerin tamamı, (evet tamamı) günü kurtaran, “hoş manşetlik” tercihleri daha çok severler. Çünkü, pek çok konuda olduğu gibi güzel ülkemde, futbol bahsinde de “atmanın cezası yoktur”. Plânsızlığın, hesap bilmezliğin, umut tacirliğinin, karar veremezliğin, yetersizliğin, öngörüsüzlüğün, tribüne oynamanın bir yaptırımı bulunmaz.
Bu satırların yazarı, bu yazının anafikri konusunda haksız çıkmayı çok ister. Yanılmış olmayı, mahcup olmayı nasıl ister bir bilseniz? Hattâ, Ege futbolunda, “kendi kendime uydurmuşum özür dilerim” diyebileceği bir resmin oluşması için adak mı adasa acaba? Lâf aramızda, bu gidişatı ve bu öykünün bir kısırdöngü olduğunu bir tek ben görüyorsam “kötü...” Yok herkes farkında da saf saf bir tek ben yazıyorsam, o zaman “vahim”. “Bu seçeneklerden daha beteri var mı?” derseniz, yanıtım “var” olacaktır. O da, “mevcut tablonun pozitif olduğuna hakikaten inanıyor olma hali”dir ki, işte onun tedavisi de yok...
Ben “alaylı”yım mâlûm; gazeteci dostlar en doğrusunu bilir. Yine de futbol haberleri özelinde, genel bir “Manşet Sözlüğü” hazırladım; biraz gülelim diye... Ben karşılıklarını vereyim, göreceksiniz örnek bulmak zor olmayacak.


Aş Manşet: Ekmek parası yüzünden, gönülsüz gönülsüz atılan manşettir. Herkes sebebini bilir. Etkisi de sorumluluğu da sınırlıdır.

Yazının Devamını Oku

Öykü yarışması düzenlemek Bornova Belediyesine mi kaldı?

16 Ağustos 2013

ELBETTE! Öykü yarışması düzenlemek, bir belediyenin en önemli işidir! Türk edebiyatına, öykü konusunda yeni eserler ve öykücüler kazandırmaktan söz ediyorum... Hayır; ironi filân da yapmıyorum. Hem de pek çok değerli okuyucunun benimle aynı fikirde olmadığını bildiğim halde...
Öykü yarışması, bütün belediye hizmetlerinden önemlidir! Hani bazen yollardaki çukurlardan, bazen çöplerden, bazen su kesintisinden filân yakınırız ya... Ne evlendirme, ne belediye nikâhı. Ne çevre koruma, ne zabıta. Ne e-belediye, ne işyerinizin ruhsatı... Ne sosyal yardımlar, ne veterinerlik hizmetleri. Ne pazar yerleri, ne de organik tarıma verilen destek. Ne yeşil alan düzenlemeleri, ne imar; hattâ... Ne de cenaze defin işlemleri... Hiç biri, ama hiçbiri, belediyelerin öykü ve öykücülere verdiği, vereceği, verebileceği destekten daha önemli değildir. Neden mi?
Roman kadar uzun soluklu değildir öykü... “Şiir kadar susmayan, roman kadar konuşmayan...” demiş birisi. Öyküler, çok yoğun bir olay örgüsü ve (genellikle) çok sayıda karakter içermezler. Genellikle rastlantı yoluyla oluşturulan özel bir ayrıntıda yoğunlaşma, sürpriz finalleri mümkün kılar. Okuyucuyu anında kendine çekebilmek için, öykü yazarının çok az zamanı ve yeri vardır. Onun için, öykü (hele iyi öykü) yazmak, sanıldığı kadar kolay değildir. Öykücülere gelince... Hayatı kurgular onlar. “Öykücüler, tüketilebilir birşey yazmak zorundadır. Ama aynı zamanda öykücüler, çok kalıcı bir şey yazmalıdır; defalarca okunabilmeli ve eskimemelidir” diyor bir başkası... Yazarken de okurken de bazıları bir gününüzü alır. Bazıları üç ay, bazıları ise hayat boyu sürer... Onun için, “her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur” diye taş atar ya Âsaf. Şair arkadaşlar alınmasınlar... Bir gün de şiir için bir güzelleme yazarız.

Öykücünüz olmazsa...Öykücü yetiştiremezseniz...
(şairiniz, ressamınız, besteciniz, onlar ve benzerleri yoksa...)
Kısacası sanatçınız yoksa, incelemezsiniz...
Daha vahimi,

Yazının Devamını Oku

Bayramdan sonra “keser, sap, balta ve kına” üstüne düşünceler

12 Ağustos 2013

SON günlerde, necip milletimizde, dlimizin incelikleri, incelmiş birikimleri, özetle demlenmiş fikir dünyasına bir yöneliş var... “Sokaktaki adam” dediğimiz ortalama insan, yani sıradan, ölümlü, durup dururken “deyimlerimiz”e merak sardı. “Deyimlerimiz” dediysem, ortaya dökülen hepsi hepsi birkaç tane belki ama başlangıç için iyi sayılır; en azından umut verici... Tabii deyimlerin de bir reytingi olduğu muhakkak. Örneğin, “keser döner sap döner / gün gelir hesap döner...” diye efelenmenin dayanılmaz hafifliğini görmezden gelemiyorsunuz. “Taraf olma bilinci”yle baktığınızda bile, kime, neye, niye, ne zaman, ne kastederek, “düne mi bugüne mi, yoksa yarına mı ait olarak” kullanıldığı pek belli olmadığı için, “ortaya karışık” bir söylenme hali işte...
“Sap” deyince, aklınıza gelen ilk deyim, yukarıdaki olmayabilir. Benim aklıma o gelmiyor meselâ. Benim hayal dünyamda, “bir baltaya sap olamamak” deyimi, ışıklarını daha önce yakıyor. Ve iki deyimi birleştirerek şöyle bir çıkarıma ulaşıyorum: “Bir baltaya sap olamamışların gündönümü beklemeleri ne kadar da samimiyetsiz...” Şair Eşref’in de öncelikleri farklı olmalı ki, onun da “keser, sap, balta” familyasından çağrışımla söylediği, “Padişahım, bir dırahta döndü kim gûya Vatan / Her zaman bir baltadan bir Şâh-ı hâli kalmıyor / Gam değil amma bu mülkün böyle elden çıkması / Gitgide zulmetmeye elde ahâli kalmıyor...” dizeleri mevcut; güncelliği ve anlamını yitirmeden günümüze ulaşan. Sahi; bir de “Atı Alan Üsküdar’ı geçti” vardı galiba... Hattâ biraz ağzınızı bozmayı göze alabilirseniz, konuyu, “Bayramdan sonra gelen kınayı...” diye noktalamak da mümkün.

“Vardar Ovası” bir memleket meselesidir.

SAYIN Arınç’ın, “oruçtan çıkmanın zihinsel yorgunluğu”yla, dilinin sürçtüğü anlaşılıyor. Yoksa, devlet bütçesine, “rakı”nın (ve bütün alkollü içkilerin) vazgeçilemez dev katkısının bilincinde olan bir hükûmet mensubunun, bilerek isteyerek böyle bir sansüre niyetlenmesi söz konusu bile olamaz. Dolayısıyla, “zâhir”e (görünene aldanıp), “bâtın”ı (derindeki, görünmeyen gerçek anlamı) ıskalamayalım. Sakın ola ki, dinlediğinizden ve içtiğinizden vazgeçmeye kalkmayın! Bu kadar yıllık devlet birikimi ile olsa olsa alkollü içkilerin reklamı yasak ya, “Reklam kokmayan bir türkü söyleseniz” gibi bir telkinde bulunmak istemiştir kendileri. Yazı yayınlanana kadar “böyle bir açıklama yapıldıysa”, kısmî bayatlama için özür dilemiş olayım. Yapılmadıysa, ben kendilerinden, “Sözlerim yanlış anlaşıldı, aslında öyle söylemek istememiştim. Aksi yönde attığım tweet bile var...” yollu bir beyan bekliyorum zaten...

Giriş bedava, çünkü çıkış paralı…

BAYRAMDA, çevre yolundaki büyük ışıklı levhalarda, bayramımızı kutlayan cümlelerin sonu “otoyol geçişlerinin parasız olduğunu kutsayan” diğer cümlelerle birlikte yayınlandı. Vatandaşlarımız arasında, bu büyük ikramdan “pek mütehassıs” olanlar varsa, “dünyanın en pahalı benzinini kullanarak, paralı yollardan gidiş-geliş hesabıyla 2 kere bedava geçme”yi bir lütûf sanmasınlar diye hatırlatmak istedim.

İzmir sokaklarında “Yurdum” plâkaları

BAYRAMLARI sevme sebeplerim arasında, “çok matrak” bir ayrıntının daha olduğunu bu sefer fark ettim. Efendim, İzmir boşalıyor. Sokaklarda araç kullananların çoğu izmire dışarıdan “bayram ziyareti”ne gelmiş olanlar. Üstlerinde, yabancı bir kentte araba kullanmanın kısmî ve belli-belirsiz tedirginliği... Dikkatle, sağa sola bakarak, makûl bir hızda seyrediyorlar. Hemşehrilerimin, hoyrat ve sığ rekabete dayanan afra tafrasından uzak, sakin, dingin ve yavaş yavaş motosiklet kullanma fırsatı bulunca siz olsanız sevinmez misiniz?

Yazının Devamını Oku

“Bayram bayram”, memleketimin halleri üstüne

9 Ağustos 2013
Türk diline zenginlik veren “pekiştirme”, sözcüklerin anlam derecelerinin değişik yöntemlerle artırılmasıdır.

Pekiştirmeli sözcükler farklı yöntemlerle oluşturulabilir ve cümle içinde farklı görevler üstlenebilirler. Örneğin, sıklıkla tercih ettiklerimiz arasında, “İkilemelerle yapılan pekiştirmeler”i sayabiliriz.
İkilemeler içinde öyleleri vardır ki, giderek yükselen bir öfke selinin denizle buluşmasını çağrıştırır. Buyurulan iş ya da tanımlanan beklenti, sindirim sisteminin performansıyla ilişkilendirilerek, “aç aç oralara kadar gidip gelemem...” şeklinde reddedilirken, zaman kavramının labirentlerinden medet uman münasebetsizlik karinesi, “sabah sabah şimdi nereden çıktı?” cümlesiyle sual olunur... Vakitsiz bir isteğin ise muhatabına, “akşam akşam bırak bu işleri canım” renginde iletildiği hatırlardadır. İkilemeler “3 Aylar” ile birlikte, inanç sistemlerinin etkisine girer ve Ramazan’a ulaşıldığında “oruç oruç konuşturma beni” kıvamında bir olgunluk kazanır. “Onbir ayın bir sultanı” dinlenmeye çekilirken, öfkenin derecesi “Bayramlık ağzımı açtırma”ya terfi etmiştir. Gelinen noktada, her ne kadar “ikilemelerin anlam zenginliği” sönümlenmiş gibi bir hava hâkim olsa da, bu, tehdit de içeren geri duruş, aslında “açtırma kutuyu söyletme kötüyü” kabilinden bir suskunluktur. Son birkaç günün gazete manşetlerine baktım da bu bayram, “yazsam yazsam” bir “beddua” yazısı yazabilirim diye düşündüm...
Ben beddua etmeyi sevmem, dahası bilmem de ama, Bu demek değildir ki, gündem bu kadar ısınmışken, “beddua” konusunda yazılmış bir manifestoyu, (babadan kalma sandığı açıp...) bir Usta’nın kaleminde demlenmiş bir heyecanla, zincirinden boşalmış bir sınıflandırma halinde paylaşmayacağım. Çetin Altan üstâdın 7 Aralık 1983’te yazdığı bir köşe yazısında beddua açıkça şöyle tarif edilir: “Kendisine kötülük eden kişi karşısında çaresiz kalmış insanoğlunun, o kişiyi cezalandırması için Tanrı’ya yakarması ve yakarırken de verilmesini dilediği cezaları sıralamasıdır.” Yazar bununla da yetinmez; bedduanın, bazen “Tanrı senin belanı versin” gibi, ceza isteminin ayrıntılara inmeyen bir toptancılıkla geçiştirildiğinden bahsederek ederek başlar söze, ardından çok ayrıntılı tahlillere girişir ve “Bütün bu bedduaların en korkuncu ise üç bin yıl öncesinin bir bedduasıdır” diyerek bitirir: “Tantalos’un Tartaros’una düşesin...” Üstelik bu beddua, aşağıda okuyacağınız gibi “Egeli”dir de... Bayram için en içten dileklerimi sunarken, içinizden, “bayram bayram”, birilerine “hale münasip” bir beddua göndermek geçerse, fikir vermek suretiyle bir katkım olsun istedim...

Cumhuriyet’ten çok önce, “Spil Dağı”ndan esen intikam, ceza ve “hesaplaşmalar”

Mitoloji’de, Zeus ile Pluto’nun oğlu sayılan Lidya Kralı “Tantalos”, hem efsanede dal budak salmış lânetli bir soyun atasıdır, hem de yeraltındaki ölüler ülkesinin en derin yeri olan “Tartaros”ta çektiği ceza ile ünlüdür... Daha sonra Yunanistan’a giderek Paleppones yarımadasına ismini verecek ve olimpiyat oyunlarını kuracak olan “Pelops” ile bugün Manisa’da “Ağlayan Kaya” adını verdiğimiz “Niobe”nin babası olduğu kabul edilir. Tantalos, Symnrna’dan (İzmir) Magnesia’ya (Manisa) kadar uzanan bağlık-bahçelik ve aynı zamanda zengin madenlerin bulunduğu Spilos (Spil) dağında hüküm sürüyordu. Atlas’ın kızı Dione ile evlenmişti. Bir rivayete göre Paktolos ırmağının kızı Eurnassa da onun karısı idi. Pindaros’a göre kendisini Olympos’a davet eden tanrılardan tanrı balı ve şarabı çaldı. Tanrıların sofrasına oturabilen tek insandı. Tanrılar ona iade-i ziyarette bulundukları zaman onları denemek için oğlu Pelops’u doğrayıp, etini önlerine koyduğu yalanını söyledi. Asıl suçunun tanrıların kendisine bağışladığı nimetlerden gurur duyması, şımarıp ölçüyü kaçırması olduğu ileri sürülür. Tanrıların hoşgörüsünü kötüye kullandığı için müthiş bir azaba çarptırılır. Onu, çenesine kadar su dolu yerde bulunma, ama bundan asla içememe cezası ile cezalandırırlar. Her su içmeye kalkışında sular geri çekilir ve sadece üzerine bastığı zemin kalır. Ayrıca başının üzerinde binbir çeşit meyve asılıdır, ama yaşlı adam bunlara elini atar atmaz rüzgâr dalları kaçırarak meyveleri ondan uzaklaştırır. Anadolu tanrıçası Kibele’ye inandığı için Hellen tanrılarını küçük gören ve onların kudretlerini sınamaya kalkan Tantalos, Olimpos tanrılarının hışmına uğrar, ona verilen ceza, Tantalos işkencesi olarak anılagelir. Homeros, Odysseia’da hemşehrimiz Tantalos’un çektiği acıları çarpıcı bir üslupla anlatır.


Peygamber Efendimiz beddua etmişler miydi?

“Doğruyu bildiği halde susana lanet olsun...” (dedikleri naklediliyor).

Yazının Devamını Oku

Ezber Bozan “Taksici Dost”

5 Ağustos 2013

Telefonla bir taksi çağırdım.
İçimden söyleniyorum bu arada:
“Yine blokları karıştıracaklar...”
Her seferinde, “Fenerin F’si” desek de
(Galiba çoğunluk Cimbom’lu)
Şoför arkadaşlar site içinde mutlaka,
Macellan gibi bir tur atıp geliyorlar kapıya...

Bu kez öyle olmadı.

Yazının Devamını Oku

İzmir Şiiri’nde “Hınzır Kaygılar...”

3 Ağustos 2013

MERAKLISI, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi “Sahne Sanatları Bölüm Başkanı” Murat (TUNCAY) Hocamız’ın şiir de söylediğini bilir. İkinci kitabı da raflardaki yerini aldı. Küçük bir ayrıcalıkla, daha mürekkebi kurumadan okuyabilenlere karıştım. “Dramaturgi” ustalığının verdiği akıcılıkla, şiirdeki özgüvenini, bir yazın türü olarak “deneme”nin serbestisiyle buluşturan üslûbu, her şeyden önce ferahlatıcı...
Dizeleri için, “hınzır şiirler bunlar” betimlemesini ilk kullananın, sevgili Hidayet Karakuş olduğunu, “öndeyiş niyetine” yakıştırmasından öğrendik. Takdim şöyle devam ediyor:
“Hınzır, Arapça –Domuz- demekmiş. Bizden önce, ‘kötü yürekli, hain, gaddar’ anlamında kullanılmış. Sonra mecazî bir sevimlilik gelmiş yerleşmiş üstüne: Genellikle hoşa giden bir davranış için, durum için şaka yollu söyleyişlerimizden biri olmuş. Hınzırlığın gülümseten sempatikliğinin altında aslında domuzuna bir şeyler var, olmaz olur mu? Şiir bittiğinde okuyanın, dinleyenin yüzüne yayılan gülümseme bu yaşlanmayan bıçkın mahalle delikanlısı hınzırlıklarının paylaşılmasından geliyor olmalı... Oysa ‘kaygı’ daha masum. Kocaya kaçmış kızların gelecek tasası gibi duruyor hınzırlığın yanında. İçimizdeki melek kaygılarımızın; şeytan hınzırlıklarımızın arkasından çekiştiriyor bizi sanki...”
İlk şiir kitabı olan “Orta Yaş Mızırtıları”, çarşamba tadındaydı ve perşembenin gelişini belli ediyordu zaten. İkinci kitabın olsa olsa, tek bir eksiğinden söz edilebilir. İnsanın gözü, arka kapağın bir yerlerinde, küçük bir açıklama arıyor gibi “Şiirlerimizde, (az biraz) domuz havası bulunur. Gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz...”

En Ağırbaşlı Kaygım (*)

En ağırbaşlı kaygım,
Sana olan aşkım,

Yazının Devamını Oku

Devletin “eeeeeeeeeeeeeeeeeeee” hali

29 Temmuz 2013

İZMİR’de bir Noter’in bekleme salonundayız... Vatandaşın biri; otomobil alım-satımı için evrakını teslim etmiş, sırasını bekliyor. Adı yüksek sesle söylenince, bankoya yaklaşıyor.
- Beyefendi bu aracın satışı yapılamaz!
- Neden?
- Bakın, ruhsattaki seri numarasının başında bir “L” harfi var, görüyor musunuz?
- Evet.
- İşte o “L” harfi, sisteme girilmemiş, onun için işlem yapılamıyor.
- Peki ne olacak ?

Yazının Devamını Oku