Sayfaları arasında kendimi buldum adetâ. Öteden beri, “çok eski kelime kullanıyorsun...” diye eleştirilirim. Yalan yanlış, bilip bilmeden, “neden arapça kelimeler ? diye soranlar olur. “Kime yaranıyorsun ?” diye takılanlar bile çıkar. Yolculuğa, “Hissikablelvuku” ile başlayan “Lûgat 365”in yazarları, Banu ve Onur Ertuğrul’a, işte bu sebeple müteşekkirim. Zira bana, kendimi, çizgimi ve heyecanımı yeniden anlama – (üstüne bir de) anlatma fırsatı verdiler …
Ne “bitiremediğim kitapların yazarı” Orhan Pamuk’un Nobel’ini, ne Peyami Safâ’yı, ne “Eski Şiirin Rüzgârı”yla yazan Yahya Kemal’i, ne “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki Tanpınar’ı, ne “Elde Var Hüzün”de, “…çalgılar susar heves kalmaz / şatârarabân ölür” diyen Attilâ ilhan’ı, ne, “Eski Boğaziçi’nin yalıları güya hendesî bir hesap neticesi değil de, bir kalbin temayülleri, bir hevesin alâkaları, bir vücudun hastalıkları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hâsıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş, solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş, kadit olmuş, su ile şişmiş, bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikâye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmî veya lâübali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi ; tanışık, akraba veya yabancı; hep canlı mahlûklar gibi görünürler, hep bir ruh, bir hüviyet ve hayat ifade ederlerdi…” paragrafının sahibi Abdülhak Şinasi Hisar’ı, ne de kitaplarını İngilizce yazıp Türkçeye çeviren Elif Şafak’ı bu kadar kıskanmamıştım. Aman yanlış anlaşılmasın ! Bu projeyi akıl edemediğim içindir kıskançlığım; daha çok bir imrenme hali bu...
“Önsöz”deki tafsilât ise, tam isabet: “…bugünün ideolojilerinden muaf, başka başka dertleri olan, türlü türlü hikâyesi olan kelimeler. Artık cümle içerisinde pek kullanılmadıklarından, vakur bir sessizlikle kaderlerini bekliyorlar. Hayatlarımızdan tümden ellerini ayaklarını çekmezden evvel, son bir saygı duruşu bizimkisi. Çünkü gidiyorlar; gidecekler…” Konuşurken, yazarken, neyi temsil etmeye çalışıyorsam, neye sahip çıkıyorsam, hangi lezzetleri muhafaza gayretindeysem onları anlatıyor bu niyet...
Dahası var: “… Globalleşen dünyanın, yeniden hiyerogliflere dönüşünün arifesinde, son bir sunî teneffüs bizimkisi. Emoji devri yaklaşıyor. Kelimeler ise hikâyeleriyle, geçmişleriyle, melodileriyle, anlamlarıyla ve zenginlikleriyle fazla ağır geliyorlar gündelik yaşantılarımıza. Bir emoji kâfi geliyor aşkı anlatmaya ve başka bir emoji yetiyor bir aşkın bitip bir aşkın başladığını haber vermeye… /…Hasret çekmeyen için vuslat nasıl bir anlam ifade etsin ki ?” diye yakıcı bir soru ile imtihana çekiliyoruz.
“Küçük dev adam” demek istediğim filân yok. O tamamen başka bir şey.
“Küçük Dev Adam” 1970 Amerikan yapımı komedi tarzında bir kovboy filmiydi.
Çeşitli yarışma ve festivallerde 5 ödül aldı, 7 farklı ödüle de aday gösterildi.
Senaryosunu (Thomas Berger’in 1964 tarihli aynı adlı romanından uyarlayarak) Calder Willingham yazmıştı, Arthur Penn’di filmin yönetmeni.
Başlıca rollerde Dustin Hoffman, Faye Dunaway ve (gerçek bir Kızılderili şefi olan) Dan George oynamıştı.
Meraklısı hatırlar, “Küçük dev adam” lâfı da kızılderililerin Hofmann’a taktığı isimdi.
İlk baskısı 2009’da yapılan
ve masanın diğer tarafında,
Cemalettin N. Taşçı’nın oturduğu çalışmanın adı:
“Zamanı Durduran Saat…” ; Yılmaz Büyükerşen Hoca’yı anlatıyor.
İçinizde mutlaka okuyanlarınız vardır. Henüz okuyamamış olanlara öneririm.
İşte bu kitabın arka kapağındaki ilk paragrafta,
başka bir yazarın “hayreti”ne, güçlü bir gönderme yer alır:
“Siyah Kuğu adlı kitabında N. N. Taleb, Poincaré fotoğrafının altına, ‘Nasıl yaptılarsa, bu tür düşünürlerin imalatını durdurdular’ diye yazmıştı, hayıflandığı apaçık belli olacak şekilde… Türkiye’de benzer bir resim altını, belki ufak bir rötuşla, hak eden nadir insanlardan biri herhalde Yılmaz Büyükerşen’dir. Nasıl yaptılarsa, Türkiye’de Büyükerşen türünden eylem adamlarının imalâtını durdurdular…”
Geçen yılın aralık ayında, “-Başka bir dünya- için -Özgürlük- sahne alıyor” başlıklı bir yazı yazmış, o tarihlerde köşemi, TAKSAV’ın düzenlediği “4. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali”ne ayırmış ve bir etkinliğin altını özellikle çizmiştim. Çünkü festivalde sadece bir kukla oyunu vardı.
Kukla ve oyuncunun iç içe geçtiği bir tiyatro-performans anlayışıyla yola çıkan “Tiyatro Büyü” büyük kitlelerle buluşup tiyatronun büyüsünü her yere taşımayı amaçlıyordu. “Düşler”in tanıtımında, “...Oyun, seyirciyi, hayal güçlerini kullanarak kendi kişisel dünyalarını sahnelemek için yüreklendirecektir. Hem küçük seyircilerimizin, hem de yetişkin seyircilerimizin kendi içsel yolculuklarını yapmalarına yardımcı olacaktır” denilmişti. “...Yerine daha genç ve hünerli bir palyaço geldiği için sirkteki görevine son verilen bir palyaçonun tren istasyonunda başlayan ve yine tren istasyonunda son bulan düşlerle dolu yolculuğunu” ben de kendi içsel yolculuğumla mukayese etmiş ve “Neticeyi bir gün yazarım, dertleşiriz” demiştim. Bu yazı o dertleşme faslının eksik kalan hesabı içindir...
Festivaldeki özel gösterimi saymazsak, Gürol Tonbul’un yazıp yönettiği, Soner Akçay’ın oynadığı, kukla ve dekor tasarımı da Suat Ünverdi’ye ait oyunun “gala”sı geçen cumartesi akşamı yapıldı. Gala öncesinde basına yansıyan notlarda oyuna can veren tiyatro emekçileri (özetle) şunları söylüyordu: “...Büyü (!) sözü (ise) hem tiyatronun büyümesi anlamında bir dilektir. Aynı zamanda tiyatro kendi içinde bir sihiri (büyü) içerir./Kuklada önemli olan yaratıcı zekâ ve o fikrin iyi anlatılmasıdır./...Düşler bir yolculuk hikâyesi aslında, ama bir alt vurgumuz da var. Bu yolculuk kuklanın yolculuğu mu, bizim yolculuğumuz mu, seyircinin yolculuğu mu? Bu seyircinin karar vereceği bir şey...”
Bu paragrafın bana göre en zor cümlesi, kararı seyirciye bırakan, üstelik seçenekler arasına “Seyircinin yolculuğu mu?” sorusunu da sokuşturan cümledir. Benim yaşımdaki bir adamın, “Alt tarafı bir kukla sordu, duymazdan geliver” diyemeyeceği bir ayrıntıdan söz ediyorum. Oyun sizi hangi kapısından çıkacağınıza kolay karar veremeyeceğiniz bir “sirk”in içinde bırakarak bitiyor. Bakmayın, “ışıklar, müzik...” vurgusunun finaldeki şenlik tadına. O kadar ki, kuklayla oyuncunun birlikte kullanıldığı bu tiyatro performansı için Ulaş Alan tarafından seçilmiş harikulâde müzikler bittiğinde, ben kendi müziğimi eklemek zorunda kaldım sonuna. Sevgili kızımın, “İşine öyle geliyor tabii” diyeceğini bile bile, son dönemeçteki (Napoli Marşı’ydı galiba) Charlie Chaplin rüzgârını kendi şarkımla (60’ına yaklaşan babaların pek sevdiği bir şarkıyla) çoktan değiştirdim bile ben. Bilirsiniz, Orson Welles bütün zamanların “daha genç ve hünerli palyaçoları”na şöyle seslenir: “I know what it is to be young/But you don’t know what it is to be old.” (Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum/Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun...)
Ama “yorgunu yokuşa sürmeye” de hakkı var sanatçıların. Çünkü onlar da çok zor bir işe soyunmuşlar. Bu kadar “az” şeyle bu kadar “çok” şey anlatmaya niyetlenmek herhalde “tiyatrocu cesareti” ile açıklanabilir. Zaten Tiyatro Büyü, “Düşler Yaşamın Ayrılmaz bir Parçasıdır” diyor motto’sunda. Dahası “küçük hayaller büyük şeyler yaratır” diye binilmiş trene. Denk getirip izlemenizi öneririm. Düşler yarım kalmamalı ki, “kâbus”lar sanattan uzak dursun!
Prova öncesi arkadaşlarıma kısa bir konuşmayla vedâ ettim. Dilekçeyle 4 fotoğraf verdim. Bir, ilk senfoniye giriş fotoğrafına baktım, bir de emekli olurken verdiğime; bir varmış bir yokmuş...”
Bu girişin altına sıradan bir biyografi yerleştirmek kolaydı.
“...Sanatla dopdolu olan bir 40 sene” diye başlayıp, resimleri, isimleri, portreleri, ünlüleri, provalar ve konserleri, “bir kontrbas kutusuna koyup”, Bodrum–
Turgutreis’ten Güney Kore’ye uzanan yolcuğu, AASSM’deki vedâ konuşmasıyla noktalamak daha da kolaydı.
Çok “ucuz” olurdu bu anlatım. Tabii ki, bu yolu seçmedim!
Sonra, bu yazıdan sadece birkaç gün önceye rastlayan, “şükür parantezi”ndeki mütevazı “doğum günü” paylaşımı geldi; “... Teşekkürler. Allah sizlere daha uzun ve mutlu bir ömür versin. Bir köyden çıkıp gitmek ve Ali Hoca’nın oğlunun konservatuvar eğitimi alması... Elinde kocaman bir enstrümanla memleketine dönmesi. ‘Oğlum bu ne?’ Kontrbas! Gel de çık işin içinden.”
Bu ikinci notun kokusunda gizli başka renkler de vardı:
“...Hayattayım ve bugün nefes alıp verebiliyorum. İşte bir avuç dua bu olsa gerek. Deniz sevdası, Çatal Adaları.. Eee, tekne olunca Çiço unutulur mu?”
Değerli okuyucular, samimi geri bildirimlerinde, “Hislerimize tercüman oldun” diye yüreklendirdiler beni. Üstelik “Ödemişli”, yalnız değildi ve “huzursuz edilen kendi halindekiler”den sadece biriydi. Hâl böyle olunca, uzun yıllar önce yazılmış ve sonradan öyküleştirdiğim bir makaleden alıntıladığım bazı bölümleri de, (yeniden kurgulayarak) aşağıda, Ege’nin dört bir yanındaki bütün zeytin ağaçlarına armağan edeyim istedim, onlara bir “güzelleme” olarak... (*)
“... Olea Sativa hakkındaki hüküm açıklandığında birbirine girdi salon. Kamuoyunu aylardır meşgul eden bu önemli davanın sonunda, sanığın ‘kökünün kurutulması’ suretiyle ölüme mahkûm edildiğini duyanlar gözyaşlarına mani olamadılar...
Savunmasına, ‘Tarihe damgasını vurmuş bitkilerin başında gelir zeytin’ diye başlamıştı. ‘Sofraya gelene kadar her zevkin ve tercihin nazına oynadığım yetmedi mi?’ diye sormuştu ardından. ‘Kâh iğneyle deldiler, kâh taşla ezdiler beni bu salona getirilene kadar. Tuzlu sularda beklettiler, bazen ağırlıkların altında buruşturdular yüzümü, bazen de türlü baharatların tütsülediği lezzetlerle harmanladılar. Ege’de ‘zeytinyağlı’ denilen damak çeşnisi benim sayemde yaratıldı. ‘Gurmeler’in ‘şâheser’ dedikleri arasında koskoca bir mutfağa benim adımı verdiklerini inkâr edebilir misiniz?’ demiş ve soluklanmıştı biraz. / ‘Bir gün, daha olmadan topladılar beni. Acılığımı gidermek için bir süre kireç suyunda dinlendirdiler. Sonra da tat vermek üzere ‘limon ve rezene katılmış salamura’ içinde muhafaza edip ‘yeşil zeytin’i yaratmayı başardı meraklısı’ diye de bitirmişti. Karar açıklandıktan sonra...
‘Yapraklı dalı, barışın simgesi sayıldı tarih boyunca; haksızlık ediyorsunuz!’ - diye bir ses yükseldi ön sıradan. Bir başkası karıştı söze, - ‘Sadece yaprağından nice ilaçlar üretildi, ayıptır beyler! Söylencelerde bitkilerin dilinden anlayan ve ölümsüzlüğün ilacını arayan Lokman Hekim’in ‘kaybolan reçetesi’yle can buldu, tanelerinden çıkarılan yağın gizemi böylece yaşatıldı. Nuh Peygamber, tufanın bittiğini nasıl anladı sanıyorsunuz? Güvercinin ayağındaki çamursa, ağzındaki de zeytin dalıydı / Zeytin yaşamın ta kendisidir; ümittir, başlangıçtır. Ne demek, ‘kökünün kurutulmasına?’ Kıymetini anlamadılar, aslında estetiği yok etmeye çalışıyorlar.”
Bar taburesindeki adam elindeki gazeteye şöyle bir göz gezdirdikten sonra, ‘Bir martini kokteyl lütfen’ dedi. Tedirgindi biraz. ‘Haberi gördün mü?’ diye sordu; ‘Dün sabaha karşı kökünü kurutmuşlar zeytinin / Barmen usulca bir ‘yeşil zeytin’ bırakıverdi kadehin içine ve fısıldadı: ‘Son şanslı sizsiniz.’ / ‘Peki, neden tek zeytin konur kadehe?’ diye üsteledi adam. Barmen şöyle karşılık verdi: ‘Dışarıdan baktığınızda aynı görünen ‘benzer’ler arasında öyleleri vardır ki, onlar kendini toplumun aydınlanmasına adamıştır. Aslında dogmalara tek başına kafa tutabilen, açıktan açığa direnen kahramanlardır onlar. Yeşil zeytini de işte bu yüzden hiç sevmediler.’
Müşteri az önce yandaki taburenin üzerine bıraktığı gazetenin bir gün sonraki manşetini henüz bilmiyordu. ‘Yeşil zeytin’in son isteğini açıklıyoruz’ diyordu ertesi günün manşeti; ‘ - Son dakikalarımı bir martini kadehinde geçirmek istiyorum - demiş.’ / ‘Bak seeen’ diyerek, keyifle karışık, ama hayret dolu bir ruh haliyle söylendi: ‘Demek ki dün...’ ; ‘Demek ki, o son şanslı kişi...’ Gazeteyi bırakacağına birkaç sayfa daha çevirseydi bir köşe yazarının makalesinde şunları yazdığını da okuyacaktı:
‘Hemşehrimiz İzmirli Homeros bir gün Ege kıyılarını gezerken yorulup bir zeytin ağacının gölgesine oturmuş. Zeytin ağacı hemen tanımış Homeros’u ve şöyle fısıldamış kulağına: - Herkese aitim ve kimseye ait değilim, sen gelmeden önce buradaydım ve sen gittikten sonra da burada olacağım. -”
Arkası şöyle geliyordu:
“...Antalya’da 23 Nisan’da açılışı yapılacak, 6 ay sürecek ve ’Çiçek ve Çocuk’ temalı botanik dalındaki EXPO 2016 Antalya’nın düzenleneceği alana, 1071 yılında dikilmiş, çapı 2.55, boyu 6, gövde çevresi 7.68, kök çevresi 9.45 metre olan, İzmir Ödemiş - Bademli’den getirilen ve Türkiye’nin en yaşlı zeytin ağacı olduğu söylenen, 945 yaşındaki zeytin ağacının dikim töreni yapıldı...”
Sadece bir haberin altına, “...Zeytin ağacının bin yıllık yurdundan sökülüp, yeni bir mekana taşınması ile ilgili hangi kurumlardan görüş alındığına dair bir açıklama yapılmadı...” notu düşülmüştü.
Sağda solda, bir bürokratın, bir TV kanalında “...Zeytinin, özel mülkte, tapulu bir arazide bulunduğu,
ağaca bir otelin talip olduğu ve zaten mülk sahibi tarafından satılmak üzereyken, araya bu EXPO’cuların girdiği ve kimseyi mağdur etmeyen makul bir çözüm yaratıldığı”ndan bahsettiği iddiası dolaştıysa da;
“Devletin, özel mülkte bile bulunsa, ‘bir anıt ağacı yerinde korumayı’ beceremediği” fikrini, aklımdan silemedim. Aksi yönde başka bir haber ya da ayrıntıya, bu satırları yazana kadar rastlamadım.
Oysa CHP kurultaylarını, fotoğraftan da iyi anlatan en önemli belge yıllar önce (ilk kez),11 Ekim 1998 Pazar günü yayınlanmıştı… Ve ben bugüne kadar 3 kez bir makalemin içinde aynı yazının bazı bölümlerini değerli okuyucu ile paylaşmışım; bu 4. oluyor… Daha iyi bir kurultay yazısı yazılana kadar da kararlıyım kullanmaya... Hangisi mi ? Hani, rahmetli hocam Prof. Dr. Kurthan Fişek’in, “Kanguru talihsiz, kadersiz bir hayvandır. Doğar doğmaz annesinin önündeki keseye girer…” diye başlayıp, “…burunları atıktan, boktan kurtulmaz...” diye zenginleşen, nihayet “…bu bir soyut yazıdır, gündemimizden uzak, CHP’den ıraktır. Aktif siyasetle ilgisi yoktur, soyuttur, zoolojiktir…” mealinde biten yazısı; işte o !
“Kurultayların, makalesi olur, fotoğrafı olur da, şiiri olmaz mı ?” dedi içimden bir ses. Başladım kitaplığımı kurcalamaya ve sebepleneceğim şiiri, Prof. Dr. Murat Tuncay’ın, “Orta Yaş Mızırtıları” kitabının içinde buluverdim. Önce, engin hoşgörüsüne sığınarak, Üstâdın, Publilius Syrus’ın vecizesiyle biten “Soru ve Yanıt” adlı şiirini sizlerle bir paylaşalım hele…
“Soruyu Ciddiye almalı
Yanıtı önemseyen
Boşalmaya değil, dolmaya açmalı
Kafanın kapılarını