“...Türkiye’nin üçüncü en büyük ili olan İzmir, ‘Ege’nin İncisi’ olarak da bilinmektedir. İzmir’in tek üstü açık otobüs turu, şehri turistik amaçlı ziyaret eden kruvaziyer gemilere göre hizmet vermektedir. Tur kapsamında sunulan kulaklıklarla ‘İngilizce, Almanca, İspanyolca, İtalyanca ve Türkçe’ dillerinde açıklamalı bilgi verilmektedir. Tur otobüsleri, İzmir’i eşsiz yapan tarihi yapıları, binaları, meydanları, anıtları ve diğer güzellikleri gösterebilmek için itinayla hazırlanmıştır. Titizlikle tasarlanan güzergah üzerinde seçilmiş ve aşağıda sıralanmış önemli noktalarda inme ve binme fırsatı sunularak bu yerleri keşfetmenize olanak sağlamaktadır:
Güzergah: Alsancak Limanı, Gündoğdu Meydanı, Cumhuriyet Meydanı, Montrö Meydanı, Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM), Kemeraltı, Agora, Ümran Baradan Oyuncak Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Konak Pier, Hisarönü, Basmane Tren Garı, Lozan Meydanı, Plevne Bulvarı, Talatpaşa, Alsancak Tren Garı, Tarihi Havagazı Fabrikası.
Biletler ilk kullanımdan itibaren, sadece tur otobüslerinde olmak üzere, 24 saat geçerlidir. Güzergah üzerindeki duraklarda inme veya binme aynı biletle yapılabilmektedir...”
Biletlerin satıldığı gişedeki tabelada, bu tur için kişi başına 20 Euro /60 TL ödeneceği bilgisi yer alıyor. Yalnız bu tabelada sadece İngilizce kullanılmış: “İZMİR CITY TOUR BUS ve TICKET”
Temmuz 2012’de sevgili Banu Şen, bu otobüslerle bir şehir turu yapmış ve (-)’ler ve (+)’lar diye notlar düşmüştü. Ve yine aynı yazıda diyordu ki, “...İzmir’in üstü açık tur otobüslerine İzmirliler de binebiliyor. Ayrıca kente firmaların, okulların, kurumların davet ettiği yabancı gruplara da bu otobüslerle özel tur yaptırılıyor...”
Önceliğin kruvaziyer gemilerle gelen yabancı turistlere verildiği açık.
Hattın ucunda, gece oteline bıraktığım yakın bir arkadaşım, “Acil’deyim” dedi; “Ege Üniversitesi’nde...”
Hemen fırladım. 15 dakika sonra yanındaydım.
Acil Servis’in “Triyaj” denilen, “...tedavi ve bakım gereksinimleri karşılanırken, sağlık kurumlarındaki kaynakların doğru yerde ve doğru zamanda kullanılmasını sağlayan bir sınıflandırma sisteminin kullanıldığı, bir başka deyişle, hasta ya da yaralının, o anki durumlarının ciddiyetine göre sınıflandırılıp, tedavi, bakım ve tahliye (taburcu) hususunda önceliklerini belirleme ve sıraya koyma sürecinin işlediği bölümü”nde bankta (ve dirseklerinden aşağısını kullanamaz vaziyette) otururken buldum arkadaşımı, aynı zamanda yardım bekleyen gözlerle etrafına bakarken.
Diğer hastalar da pek farklı durumda değildi. Başladık birlikte beklemeye...
“Ne dediler?” diye sordum, “Sabah 06:00 sularında geldim. Kan aldılar sadece. Pıhtı atmış olabilir...” dediler diye yanıtladı.
Bu arada ambulanslar geliyor gidiyordu. Kendi ayağıyla gelen hastalar da gelmeye devam ediyordu. Arada bir hastalardan ya da yakınlarından biri, bankonun arkasındaki (intern) olduğunu tahmin ettiğim sağlık görevlilerinin (belki hekim, hemşire ve/ya acil tıp teknisyeni bilemiyorum) yanına gidiyor ve görevli “Bekleyeceksiniz, sıra var, içeride yer yok” deyince yerine oturuyordu.
“...İlk kez 1980’lerde birlikte sahne almıştık. Yaklaşık 30 yıl sonra yeniden buluşmaya ve birlikte müzik yapmaya karar verdik, üstelik tazelendik...” diye hatırlatmış (bir sosyal sorumluluk projesi olan) “-Bir Nefes Alaturka Yorumcuları- adıyla, ‘Sada-i Aşk’ konserinde, ERASLAN VAKFI’nın da desteğiyle KİT-VAK yararına çalıyor olacağız. Siz orada olacak mısınız? Özellikle çocukların bağışlarınıza ihtiyacı var.
“Onları yalnız bırakmayın...” davetiyle, bağışçılara seslenmiştik...
Çarşamba akşamı, duyarlı sanatseverleri ağırlarken, “-Sada-i Aşk-, maddenin değil, mânânın sesi olduğu için, aslında biraz da ‘Aşk-ı Sada’dır!
Yani musikide, aşkın sesiyle, sese duyulan sevda pek benzer biribirine...
Hal böyle olunca, ‘Aşk-ı Sada’ epeyce de ‘Aks-i Sada’dır...
Malûm, ‘Aks-i Sâda’ ise, sesin bir yere çarpıp geri gelmesini, yankılanmasını, dahası...
Bilgisayar klavyesi… İstedim ki, bir almanak gibi değil ama, “Aralık ayı”nın geçmişte dökülmüş yapraklarını (giderayak) birlikte hatırlayalım. Yılın sonuna kadar da, (kendime yakın bulduğun başlıklardan) seçilmiş birkaçını paylaşayım sizlerle; tadımlık…
Meselâ, geçen haftanın başında (1 Aralık), Timur, 57 yıldır Rodos şövalyelerinin hüküm sürdüğü İzmir'i kuşatmış (1402). Paris’te açılmış dünyanın ilk sinema salonu… 1968’de Dario Moreno’yu kaybetmişiz. / 2 Aralık 1409’ta Leipzig Üniversitesi kurulmuş; Yahya Kemal doğmuş 1884’te… / İlk kalp nakli ameliyatını, Güney Afrikalı kalp cerrahı Dr. Christian Barnard, Cape Town'da yapmış; 18 gün yaşayabilmiş hasta. (3 Aralık1967) / 4 Aralık’a gelince… Mekteb-i Mülkiye kurulmuş (1859); Ömer Hayyam 1131’de, Rakım Elkutlu 1948’de ölmüş… / 1492’de, Haiti'yi keşfettiğinde Kristof Kolomb, takvimler 5 Aralık’ı gösteriyormuş… Aynı gün, Türkiye'de kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanun kabul edilmiş. (1934) ABD'li film yapımcısı Walt Disney 1901’de doğmuş. Bu hesaba göre Disney, Vasfi Rıza Zobu’dan 1 yaş büyükmüş sadece… Ve 1791’de ölmüş Wolfgang Amadeus Mozart… / 6 Aralık 1240 günü, Moğol hükümdarı Batu Han ve emrindeki Altın Ordu, Kiev şehrini fethetmiş. ABD Anayasasına köleliği yasaklayan madde eklenmiş; 1865’te… Bestekâr Leylâ Saz Hanım ölmüş 1936’da… / 7 Aralık , Gazeteci büyüğümüz Oktay Ekşi’nin doğum günü. (1933) Abidin Dino’nun ise ölüm yıldönümü bugün...(1993)
Vefâ hislerim, (Dario Moreno’nun sokağına bir selam, Abidin Dino’nun EMOT’un alınlığında yaşayan desenine bir bakış yolladıktan sonra…) paragrafın içinden İzmir’li Rakım Elkutlu’yu çekip çıkarttı nedense ? Klâsik Türk Mûsıkisi’nin “sessiz güç” sayılan bestekârlarındandı kendisi… Dinî ve dindışı olmak üzere, âyin, ilâhi, semâi kâr, durak, beste ve şarkı formlarında dört yüz elliye yakın eseri ulaşmış durumda elimize . Babasının ölümü üzerine, İzmir Hisar Câmii imamlığına tayin edildiğini ve ölünceye kadar bu görevini sürdürdüğünü, aynı zamanda uzun yıllar, İzmir Mûsikî Cemiyeti'nin başkanlığını da yaptığını biliyoruz. Şimdi arkanıza yaslanın… Ben aklımca birkaç tavsiyede bulunayım; siz içinizden geçeni seçip alırsınız… Maksat, Ustayı birlikte anmak.
İster, “Ne bahar kaldı, ne gül, ne de bülbül sesi var / Ne o cânân, ne bir ümmîd, ne gönül neş'esi var…” diyen Bayatî şarkının, “Çekecek bence hayatın daha bilmem nesi var ?” diye isyan eden meyanına teslim olun… İster, Nihavend şarkısında sitem edin sevdiğinize; “Hayal içinde akıp geçti ömrü derbederim…” Ya da başka bir Nihavend ile gönül alın: “Mümkün mü unutmak güzelim neydi o akşam ? / Hülya gibi, rüya gibi bir şeydi o akşam, bir şeydi o akşam…” (Bestekârın bu eseri, İzmir Musiki Cemiyeti'ni beraber kurduğu ve birçok eserini de notaya alarak yok olmaktan kurtaran Mehmet Reşat Aysu ile birlikte bestelediği söylenir…)
Pazartesi yazımda ise, İKSEV’di “gönül gözümün-benim gözlüğüm”ün konuğu ve “1. Uluslararası Keman ve Yay Yapımı Atölyesi” üstüne söyleşmiştik... Ne mutlu bana ki, (İzmir’de güzel işler de oluyor parantezinde...) önceki iki yazımı izleyen üçüncü yazının gündeminde de, İzmir’e emek veren bir başka vakıf var. Bugün köşemizi TAKSAV’a ve “4. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali”ne ayırdık. Vakfın “bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında ücretsiz olarak izlenebilmesini sağladığı festival”i İzmirli ıskalamaz umarım...
“Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf” fikri ilk kez 1993’te ortaya atıldı ve TAKSAV, “başka bir dünya” kurulabileceği inancını taşıyan bilim insanları, aydın, sanatçı, işçi, memur, işsiz, öğrenciler ve yaşamın her kesitinde, her rengine dokunan insanların “ideal birliği” ile kuruldu.
Amaç, “...bilimsel, özgürlükçü ve demokratik” sözcüklerini temel alıyor, “...yaratıcı ve araştırıcı düşünceye destek olmak” üstünde yükseliyor ve “...insanın-İnsanlığın gittikçe yalnızlaştırıldığı dünyada örnek bir yaşam biçimine katkıda bulunmak” eylemiyle taçlanıyordu. Son satırlardaki geçmiş zaman vurgusuna bakmayın; toplumsal barışın, sevgi ve dayanışmanın ısrarla kesintiye uğratılmaya çalışıldığı günümüzde de TAKSAV (an itibariyle) alternatif bir gelecek için çaba gösteren herkesle zihinsel ve fiziksel enerjilerini aynı çatı altında buluşturmaya devam ve davet ediyor. (Ayrıntılar için vakfın web sitesini ziyaret etmenizi öneririm / izmir@taksav.org)
Nitekim sizler bu satırları okurken, festival (bugün 16:00’da) Kıbrıs Şehitleri’nden Gündoğdu’ya uzanan bir “açılış yürüyüşü”yle başlamış olacak. Bu yıl “Tiyatro Şehrin Heryerinde” ve seçilen tema “Özgürlük!” Avusturya, Romanya, Gürcistan, İran ve Kıbrıs oyunlarıyla festivalin yabancı konukları. Basın bülteninde, “...İzmir; Alsancak’tan Basmane’ye, Kemeraltı-Eşrefpaşa-Buca-Çimentepe-Gaziemir-Gültepe-Güzelbahçe-Güzelyalı’dan, Karabağlar-Karşıyaka-Narlıdere salon ve meydanlarına; yerli-yabancı/3 sokak, 1 çocuk, 1 meddah, 1 kukla oyunu olmak üzere 35 oyunla tiyatroya doyacak” deniyor. Programı incelediğinizde bu cümlenin asla bir abartı içermediğini, aksine (çakışmalar sebebiyle kaçıracağınız oyunların içinize oturmaması için) söylenmek istenenin geçiştirildiğini (bile) hissedeceksiniz. Ama ben, özellikle birinin altını çizmek istiyorum. Çünkü festivalde sadece bir kukla oyunu var! (8 Aralık Salı saat: 14:00/Buca Havuz Konferans Salonu)
Kukla ve oyuncunun iç içe geçtiği bir tiyatro-performans anlayışıyla yola çıkan “Tiyatro Büyü” büyük kitlelerle buluşup tiyatronun büyüsünü her yere taşımayı amaçlıyor. Gürol Tonbul’un yazıp yönettiği, Soner Akçay’ın oynadığı ve tasarımı da Suat Ünverdi’ye ait bu oyunu kaçırmamalısınız.
“Düşler”in tanıtımında, “...Oyun, seyirciyi, hayal güçlerini kullanarak kendi kişisel dünyalarını sahnelemek için yüreklendirecektir. Hem küçük seyircilerimizin, hem de yetişkin seyircilerimizin kendi içsel yolculuklarını yapmalarına yardımcı olacaktır” denilmiş. “...Yerine daha genç ve hünerli bir palyaço geldiği için sirkteki görevine son verilen bir palyaçonun tren istasyonunda başlayan ve yine tren istasyonunda son bulacak düşlerle dolu yolculuğunu” ben de kendi içsel yolculuğumla mukayese ettim. Neticeyi bir gün yazarım, dertleşiriz... Ama bazı çıkarımlar hemen paylaşılmalı.
Madem ki bu yılın teması “özgürlük”, madem ki içinden geçtiğimiz günlerde bir “düş”e dönüştü “özgürlük kokusu” ve madem ki Tiyatro Büyü “Düşler Yaşamın Ayrılmaz Bir Parçasıdır” diyor motto’sunda... Madem ki oyunun adı “Düşler”, madem ki “küçük hayaller büyük şeyler yaratır” diye çıkılmış yola... O halde, bana takıntımı tekrarlamak düşer: “Daha özgür festival günlerine/İzmir festivaller kenti olmalıdır” diyorum.
“Eli değenler”in vizyon sahibi olması gibi bir ayrıcalık ile yaş alan “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı”, 2015’i uğurlarken, her zamanki gibi sessiz sedasız ve sadece sanatın sesi daha “büyülü ve parlak” çıksın diye, yine bir “ayrıntıya” reçine sürüverdi…
23- 27 Kasım 2015 tarihleri arasında, “Türkiye’de bir ‘ilk’ için, üstelik İzmir’de” tutuldu nefesler.
“1. Uluslararası Keman ve Yay Yapımı Atölyesi” düzenlendi.
Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı
Çalgı Yapımı Ana Sanat Dalı öğretim üyesi Murat Ufuk Güler ile
çellist, yayıncı ve koleksiyoner Dr. Andy Lim’in öncülüğünde düzenlenen atölyeye
50’nin üzerinde başvuru yapıldı. Bunlar arasından 7’si akademisyen, toplam 30 kişi seçildi.
Yaklaşık 30 yıl sonra yeniden buluşmaya ve birlikte müzik yapmaya karar verdik; üstelik “tazelendik...”
Üyelerinin ikisi Ankara’da, ikisi İzmir’de yaşayan topluluk, bugün artık 4 kişiden oluşuyor.
“Bir Nefes Alaturka Yorumcuları” adıyla (Halûk Derinöz-Kanun, Yıldan Dirik-Ud, Gülten Yeğin-Klâsik Kemençe, Nihat Demirkol-Piyano) ilk kez İzmir’de çalacağız.
Öykümüzü, aslında en iyi şu dizeler anlatır:
Küçük bir sır olsun diye aramızda aşka dair,
Vakte rûyalar gizledik ve ne varsa mahsus şarka.
Tarihte bunun başka bir örneği yoktur herhalde… Ayıp değil ya, en azından “ben bilmiyorum”. Gün geçmiyor ki, Barselona’nın bir başka özelliğine “imrenmesin”; İzmir medyası, iş dünyası, spor kamuoyu ve diğerleri. Her seyahat, her iletişim fırsatı, her temas imkânı, Bu “rol model”e olan inanılmaz hayranlık ve hasreti depreştiriyor. Leyla’nın Mecnun’u özlediği, Ferhat’ın Şirin’i beklediği,
Kerem’in Aslı’ya yandığı gibi bir mukayese haline geldi bu takıntı.
Öykünmenin kanımca iki cephesi var. Birincisi, “görünür – görünmez benzerlikler”i temel alıyor, ikincisi, potansiyel hedefleri, umutları, dilek, temenni ve “keşke”leri… “Görünür görünmez benzerlikler”in “görünür”lerine (coğrafya, iklim vs.) zaten pek kimsenin de itirazı olduğu söylenemez.
“Görünmez”lerin ise, (ki bunların çok da özenilecek bir tarafı yok) konuşulması dahi, hafiften yasaklı bir saha halinde. Çünkü bunlar, Barselona’nın “hayal şehir, rüyalar ülkesi” resmini gölgeleyebilecek
kareler içeriyor. (Gettolar, güvenlik, yankesicilik vs.)
Öykünme merakının ikinci gündemini oluşturan “potansiyel hedefler, umutlar, dilek, temenni ve “keşke”lere gelince… Onlar, az buçuk