Nihat Demirkol

Ve Bir Nefes Alaturka... Yeniden...

22 Ekim 2015
TAKVİMLER 28 Eylül 2014’ü gösterirken; ilk kez Kemanî Ali Ağa’nın “Şehnaz Peşrevi” ile “merhaba” demişiz dinleyicilerimize...

Sonra Necati Tokyay’ın güftesini, yine Şehnaz makamında besteleyen Zeki Ârif Ataergin’in bir şarkısı gelmiş mikrofonlara; Melihat Gülses’in parlak yorumu ile buluşturmuşuz meraklısını:

“Beni âteşlere salan o kapkara siyah gözler...”

Şarkılarla hemhâl olup; onlar için, “Bir vefâsız yare düştü”, bilinmeyen adresteydi.
Dede, Tatyos, Hacı Ârif ve muhakkak Şevkî Bey’di...”
İlk şarkı, son şarkı, “Beklenen Şarkı”, “Bu son şarkımda sen varsın” derken...
Göz açıp kapayıncaya kadar, 1 yılını doldurmuş, “İzmir’de hazırlayıp sunduğumuz” radyo programımız.

“Nihat Demirkol ile Bir Nefes Alaturka”, yeni yayın döneminin ilk programıyla, 25 Ekim Pazar günü, saat 11:00’de, yeniden Radyo EGE mikrofonlarında olacak.

Yazının Devamını Oku

“Koçum Benim” enflasyonu

18 Ekim 2015

Tek kelime ile “Mükemmeldi!”
Birkaç kelimeyle anlatmak gerekirse...
İki kelimeyle, “Mutluluk aklımda...”
Üç kelimeyle, “Lades olmam çünkü...”
Dört kelimeyle, “Mimarlar Odası İzmir Şubesi...”
Beş kelimeyle, “12. Ege İnsan Yönetimi Zirvesi...”
Altı kelimeyle, “Ev sahibimiz PERYÖN Ege Şubesi’ne teşekkürler” denilebilir.

Yazının Devamını Oku

Müstahak bile olsa, ayıptır !

16 Ekim 2015

A Millî Futbol Takımımız,

“Avrupa Kupası Finallerine doğrudan katılıyor” diye,

üzülecek halimiz yok; hayırlı olsun !

Biz emeğe, tere, yorgunluğa, ay-yıldızlı formaya saygı duyarız.

“Keşke bir tek evladımız ölmeseydi de

biz de Avrupa Şampiyonası'na gitmeseydik” diyeni, zaten alnından öper bu millet.

Emeği geçen herkese teşekkür etmesini de biliriz.

Ama 78 milyonla alay edilmesine gönlümüz razı değil.

Yazının Devamını Oku

“Uyan da bak Gazi Kemal, başımıza gelen işe…”

11 Ekim 2015

“Güvercin uçuverdi…” diye başlayan
“Misket Havası”nı saymazsanız,
Gündoğdu Duran’ın,
“Boş yere ağlama kalbini bağlama Ankara Kızlarına” diye tenbih eden
Muhayyerkürdî “Ankara Rüzgârı”na kapılmaz ve
(“Ankara”lı, “Ankara”nın diye uydurulanların üstünü çizip…) düşünmeye devam ederseniz;
Aslında… Ankara için yazılmış,

Yazının Devamını Oku

Sultan I. Ahmed’e sorsaydık...

8 Ekim 2015

SEÇİMLER yaklaşıyor... Öyle ya da böyle, uyduruktan da olsa, âdet yerini bulsun diye de yapılsa, “dostlar alışverişte görsün, nâmımız yürüsün” tertibinden de olsa, 3 vakte kadar mitingler başlayacak!

Sonra da hemen bir münakaşa faslı: “Seninkine şu kadar müşteri geldi, Biz bu kadar adam topladık...”
Ya da, “Bizimkiler esas oğlan, sizinkiler devşirme...”

Yetmeyecek, büyük şehirlerimizin nâm salmış ve defalarca kullanılmış meydanlarının bile kaç kişilik olduğu tartışmaya açılacak.

Epeyce eskiden yazdığım bir yazıda, “...Gazetelerin, emniyetin, sokaktaki adamın, TV başındaki vatandaşın, iktidarın, muhalefetin ve hattâ bilim insanlarının bile hesapları birbirinden farklı sonuçlar veriyor. Sizin anlayacağınız, matematik ve geometri biliminden yararlanmak yerine, hâdiseyi sosyolojik ve psikolojik endekslere vurduğumuz için, meydanları hep ‘işimize geldiği, hoşumuza gittiği ve ruhumuzu okşadığı’ gibi saymaya devam ediyoruz...” diye dertleşmişim okuyucuyla.

Yine aynı yazıda paylaştığım eskimeyen bir öyküyü de ilk defa duyacaklar için araya sıkıştırıverelim; bakın eskiler, bu işleri nasıl çözermiş?

“...Sedefkâr Mehmet Ağa’nın o muhteşem eseri Sultanahmed Câmii’nde ilk cuma namazı kılınacağı zaman, Sultan I. Ahmed, câmi avlusunun kaç kişi alacağını merak eder. Bunu anlamak için, namaza gelen herkese birer ‘ödağacı’ tesbih verilmesini ister. Namaza girişte 86.000 tesbihin dağıtıldığı söylenince, emin olunması için câmiden çıkanlara bu kez de ‘kalenbek’ ağacından tesbih verilir ve 86.000 tesbih daha dağıtılır. Düşünün; her biri 99’luk toplam 172.000 tesbihten bahsediyoruz...”

Maddenin mânâ ile birleştiği tesbihler, sanatkârın elinde öylesine bir hünerle şekillenir ki, Arif Nihat Asya da “San’at” isimli şiirinde, yaratıcı ile insan arasındaki iş bölümünü şöyle dile getirmek zorunda kalır:

Yazının Devamını Oku

“Abdesthâne Mermeri”ni ıskalayan, “copy-paste gazeteciliği…”

4 Ekim 2015

Necip medyamız önce “balıklama” atladı konuya. İlk haberin dili şöyleydi: “…Dünyanın en önemli kültürel varlıklarından ve UNESCO Dünya Mirası geçici listesine kaydedilen Aspendos Antik Tiyatrosu’ndaki basamaklar ve oturaklar orijinal koyu gri yerine beyaz mermer kullanılarak restore edildi. Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz, (Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından 7-8 ay kapalı tutularak gerçekleştirilen restorasyon sonrasında) ‘…Son zamanlarda ülkemizde restorasyon faciaları yaşandığını, hatta bunların birkaçının, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın müdahalesiyle elden geçirildiğini’ kaydetti…. / …’Merdivenlerin beyaz, mutfak mermeri tarzında kaplandığını’ söyleyen ve ‘o basamaklar yokken tiyatronun görünümü çok daha iyiydi’ diyen Yavuz, ortaya çıkan manzarayı ‘çok zavallı bir görünüm’ diye niteledi..”

Ardından Bakanlığın açıklaması geldi: “…Basamakların eksik taşlarının tamamlanması için numuneler alındığı ve laboratuvar sonuçları doğrultusunda, özgün taşlara en yakın özelliklere sahip, ‘Korkuteli beji‘ rengindeki kireç taşının kullanılması kararı alındığı ifade edildi. Ayrıca söz konusu tiyatronun orijinal taşlarının yaklaşık 2 bin yıllık olup, çevresel etmenlerle yıprandığının ve üzerlerinin grileştiğinin vurgulandığı açıklamada, restorasyonda kullanılan taşların renginin de iklim ve tabiat şartlarının etkisiyle zamanla değişerek, patina oluşturacağı ve orijinal taş malzemenin rengini alacağı” kaydedildi. Burada da kalmadı mesele… Haftalık mizah dergisi “Uykusuz”, restorasyonu kapağına taşıdı. Kapak karikatüründe, Nemrut Dağı’nda yer alan ve “Nemrut harabeleri” olarak bilinen tarihi heykeller, sıranın kendilerine de geleceği korkusuyla stresten çatlıyordu. Hemen ardından, Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, Aspendos Antik Tiyatrosu’nun restorasyonuna yönelik eleştirilerin “ideolojik linç” niyeti taşıdığını belirterek, “Sabah eline kazmayı küreği alan bu işleri yapmıyor…./ …Cümle kurmaktan aciz insanlar bu işi siyasete alet ederse bu doğru olmaz” dedi.

Ve ilk haberden sadece birkaç gün sonra da, (kimsenin yüzü kızarmadan) şu manşet atıldı: “-Aspendos’u gezen heyet restorasyonu beğendi !- Aspendos Antik Tiyatrosu’na gelen Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı Yrd. Doç. Dr. İbrahim Bakır, Patara Kazı Başkanı Prof. Dr. Havva İşkan Işık, Myra Antik Kenti Kazı Başkanı Prof. Dr. Nevzat Çevik ve Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi restoratör Dr. Martin Beckmann, restorasyonu inceledi. Restorasyonun yapılış biçimini değerlendiren Bakır, ‘Burası 1800 yılı deviren yaşlı bir yapı. Buranın nasıl korunacağına yönelik ciddi analizler yapıldı. Tarihin her döneminde bu yapı kullanıldığı için farklı müdahaleler yapılmış. Bugün de müdahale ederek ömrünü gittikçe uzatmayı planlıyoruz’ dedi. ‘Sadece yok olan taşların yerine dünya çapında restorasyonun anayasası olarak kabul edilen Venedik Tüzüğü’nde de belirtildiği gibi ‘uyumlu ama farklı’ taşı seçmek için çalıştık. Prof. Dr. Nevzat Çevik ise ‘çıkan tartışmaların tarihe sahip çıkma ve duyarlılığı artırma adına önemli bir gelişme olduğunu’ kaydetti. Çevik, ‘restorasyonun yapıyı sağlam tutmak için de yapıldığını’ belirterek, ‘Eğer başka bir taş uygulansaydı o da tartışma konusu olurdu. … / Bu çalışmaları yapıyı korumak için yaparız. Diğer seçenekler sonuçtur bizim için. Esas olan yapının ruhuna en uygun şekilde onu yaşatmaktır’ diye konuştu. ‘Restorasyonda eleştirilen taşların mermer değil doğal taş olduğuna dikkati çeken’ Prof. Dr. Havva İşkan Işık ise, ‘her taşın kesimden çıktığı zaman bembeyaz bir renk alabileceğini’ söyledi. ‘Taşların orijinale uyum sağlayabilmesi için 1800 yıl beklenilmesine gerek olmadığını’ açıklayan Prof. Dr. Işık, ‘Gelecek yıl, kış yağmurları bunun üzerinden geçtikten sonra bu görüntünün orijinale daha yakın hale geldiğini göreceksiniz. Bu görülen gri ve siyah doku zaten bu taşın orijinali değil. O taşların da açıldığında renginin aynı olduğunu biliyoruz. Kimsenin endişesi olmasın’ dedi. İncelemelerde bulunan Restoratör Dr. Martin Beckmann da, ‘tiyatronun ilk kez 1930’lu yıllarda restorasyonla tanıştığını, o günden bugüne birçok tecrübe kazanıldığını belirtip, bu tecrübelerin Aspendos Antik Tiyatrosu’nda uygulandığını’ söyledi.

Medya’nın neden “ağzını korkak alıştırdığı”nı anlamak mümkün değil ! Haber dilinin bu kadar kolaycı, bu kadar uyduruk, bu kadar içine fikir katılmadan ve bu kadar kişiliksiz olması, üstelik “araştırmacı gazetecilik”ten bu kadar uzağa düşülmesi, sadece “kopyala – yapıştır gazeteciliği” ile vitrine çıkılmasının sonucudur; doğru haberin (?!) “4 taksitte verilebilmesi…” Oysa, ilk bakışta göze batan çiğ rengiyle, kastedilen malzemenin asıl adı “abdesthane mermeri”dir; bari onu doğru yazabilselerdi !

Yazının Devamını Oku

Kapıya Yakın Bir Gölgeli Ağaç

1 Ekim 2015

“Üniversiteler biraz da gelenekleriyle, ritüelleriyle vardır” diye başladı söze... Sahneden, hiç kimseyi, hiçbir repliği, hiçbir rengi, hiçbir dekoru, hiçbir rolü, hiçbir kostümü... Hiçbir ışığı ve hattâ hiçbir gölgeyi, “ıskalamayan” son bir sesleniş ile açtı; “yeni akademik ve sanatsal çalışmalar dönemi”ni...

O kadar ki, sanki kürsüden uzandı da, “hâtırayı, vefâyı, özlemi; tutkuyu, heyecanı ve hattâ sitemi bile”, özenle sarmalayan, hoyratlıktan uzak, “incelmiş, hak edilmiş, olgun ve bedeli ödenmiş bir gurur”la, tek tek sıktı elini salonda olan herkesin; hattâ olmayanların da...

Gördük ve imrendik ki, ömrünü “yazmaya ve konuşmaya adamış”, duayen bir hatibin bile, gizleme ucuzluğuna tenezzül etmeyince, “alnımdaki hattı yaşımın matemi sanma...” mısranın, “nihavend meşreb meyanı”nda titreyebiliyormuş sesi...

“Vaziyet ve manzara-i umûmiye şöyleydi” diye devam etti:

“...Eylül 1976 tarihinde Tiyatro Bölümümüzün demirbaş durumu şuydu: Henüz ataması tamamlanmamış Prof. Dr. Özdemir Nutku için alt koridorda 1 büyük çelik masa. 2 misafir koltuğu, 1 çelik etajer dolap, 1 sandalye ve 1 konsol piyanosu... (Sonradan bir piyanomuz daha oldu ve böcekler yedi...) / ...Ben üst katta Prof. Âlim Şerif Onaran Hoca’nın odasına bitişik, orta boy bir odayı, Sinema Asistanı Bilgin Adalı ile paylaşıyorum... Bütün varlığım, 1 küçük çelik, üstü formika asistan masası, 1 sandalye, 1 portatif daktilo, 1 top teksir, 1 top beyaz yazı, 1 kutu karbon kopya kağıdı... Devlet Malzeme Ofisi’nden 2 kurşun, 2 kırmızı, 2 de mavi tükenmez kalem.../ ...Tiyatro Salonuna dönüştürülmesi düşünülen, içi rutubet ve pis kokulu, ısıtılamayan, havalandırılamayan, altı tümüyle lağım suyu dolu... İçinde farelerin cirit attığı, derinliği beş adımda biten sahnesi olan bir salon. İşte 39 yıl önce Prof. Dr. Özdemir Nutku ile birlikte teslim aldığımız Tiyatro Bölümü budur...” Lâfın gelişinden, aslında cümlenin sonunu, “ilâveten ve sadece 1 adet Özdemir Nutku, 1 adet Murat Tuncay...” diye bağlamak istediğini anlamıştık ama kimse üstelemedi arkasını...

Ardından, daha gür çıktı sesi: “...39 yıl önce, kayıtlarıma göre 27 Eylül Pazartesi günü, saat 10.30’da, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Alsancak’taki binasının üst koridorunda, 119 numaralı sınıfın kapısını açtım.../ ...Eğitime başladığımız ilk gün 1976 - 1977 ders yılının ilk dersi olarak, ‘Dünya Tiyatro Tarihi’ni verdim. Her ne kadar bir hafta sonra İzmir’e gelen Özdemir Hoca bana: ‘Ben verecektim niye sen verdin?’ biçiminde bir fırça geçtiyse de Dekanlık ve Bölüm Başkanlığı’nın isteği ile yaptığım bu girişimden her zaman onur duydum. Bugün de, ‘İyi ki yapmışım, iyi ki bugün övünebildiğim şeyler için direnmişim’ diyorum...”

“39 yıl önceki birinci sınıf”ın yoklamasını aldı sonra... Öyle usûlen filân değil! Nitekim, hatırı sayılır “burada...” sesi yükseldi koltuklardan. Nihayet, 39 yıl önceki ilk dersin, ilk beş dakikasını, o günün notlarına bakarak tekrarladı... Bilenler bilir, “Ortayaş Mızırtıları” kitabında, “Soru İşaretine Güzelleme”den “Yaramaz Virgül”e, “Hey Gidinin Noktası”ndan “Parantez”e, “Üç Nokta”ya kadar her şey vardır da noktalamaya dair, bir tek “noktalı virgül”e smokin giydirmiştir Hoca... “Ne noktanın, ne virgülün baş edemediği yerde / Smokinli diplomatlar gibi süzülür...” diye arka çıkar kahramanına. Bu betimlemenin asla tesadüf olmadığına inanmışımdır hep. Çünkü bazı insanlar için, bir sayfa çevrilirken, ne virgül ne de nokta, tek başına cuk oturur cümlenin sonuna. Demem o ki, kendisine, “her gün bir başka güzel olmayı başaran, emeğin adı Belgin” dediği eşi hanımefendiyle, “noktalı virgül” tadında, “ihtiyârı hep tazelenerek elde tuttuğu” yeni bir perde diliyoruz. Bir de “Emeklilik Düşü” olduğunu öğrendik Usta’nın; dizeleriyle resimlediği. Şiirle vedâlaştık; şimdilik...

“Fakültenin bahçesinde / Bir gölgeli Ağaç olup kalsam... / Altımda oturanlara / Eski Tiyatrolardan anlatsam... / Sahne çalışanları, rol ezberlese altımda... / Mezun olup cüppe giyenler / Ağzı kulaklarında fotoğraf çektirseler... / Önümden gelip geçen çok olsa / Bir ıslık da ben çalsam / Güzel havalarda, güzelliğine özenenlere... / Bir de kapıya yakın olsa yerim / Daha ne isterim?”

Yazının Devamını Oku

Siyasetin döndürdüğü dolaplar üstüne…

27 Eylül 2015

Aksini söyleyenler bulunsa da;
şark’ın “kurnazlık” üstüne geliştirdiği becerileri,
bu coğrafyada “zekâ”yı, hep ikinci plânda ve yalınayak bırakmıştır.
“Pusu” geleneğinin, “düello”yu gölgede bırakması da buna benzer…

Bayram, siyasetçinin imdadına,
son dönemeçten önceki kuralsız bir mola tadında yetişti.
Artık, “kaybedilen her seviye”nin, “yükselme alâmeti”,

Yazının Devamını Oku