Nihat Demirkol

Elçiye zevâl olmaz !

19 Kasım 2015
Bir okuyucum soruyor:

“Fuardaki 60 yıllık kaskatlı havuzu tamir edeceğim diye,

havuzun kenarındaki mermerlerin üstüne,

‘taş kaplama’ yapıp, ‘havuzun orijinalliğini yok ederek’ mi ,

tarihini korumuş Barcelona olacak mışız ?”

 

Bir okuyucum soruyor:

 

“…Hocam bir de yeni vapurlar var. İçinde tuvalet bile var (!)

Yazının Devamını Oku

Bu Sergiyi Kaçırmayın !

15 Kasım 2015
“Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nûr yağardı…” deyimi, bir dönem akla yakın ve kulağa hoş gelmiş olsa da, sadece “bir kuşak öncesinin, yemeni, konsol, radyo ve sobalarına” küçük çaplı servetler ödeyenlerin yaşadığı “hoyrat ve kıymet bilmez”  bir toplum için, artık hiç de gerçeği yansıtmıyor.

O hesap, aslında “Bir Ulusu Giydirmek…” isimli sergi de, böyle canımızı acıtan, lâkin yine de hoş bir tuhaflığın lezzetiyle gezilebiliyor. Çünkü, “zaman tüneli”nden geçerken, aslında sadece bildiğiniz, pek çabuk unuttuğunuz ve ıskaladığınız SÜMERBANK’a dokunuyorsunuz. Hani “çizgili pijaması”nı gülmeceye indirgediğimiz, hani biraz fazlaca allı-güllü bir desene rastlayınca, “Nazilli Basması” diye hafife aldığımız… Hani en sonunda da, hiç acımadan, hattâ utanmadan; “pek çok Cumhuriyet değeri gibi gözden düşürdüğümüz” SÜMERBANK’a…

 

Yukarıdaki paragraflar, Serginin değerini küçültmek, ya da hafife almak için değil, aksine, “farkındalığı katma değere çeviren proje ekibi”ne teşekkür borçlu olduğumuzun altını çizmek içindir.

 

2000’li yıllarda üretimi tamamen durdurulan SÜMERBANK’ın (1949’da temelleri atılan) İzmir Halkapınar Basma Sanayii Müessesesi’ne ait tekstil arşivi, 2006 yılında, İzmir Ekonomi Üniversitesi, “Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda ve Tekstil Tasarımı Bölümü” tarafından korumaya alınmıştı. İşte bu arşivin, dijital ortama taşınması, dijital bir müze platformunda sergilenmesi ve Türkiye tekstil tarihine ilişkin kültürel mirasın, gelecek kuşaklara aktarılması amacı ile İZKA (İzmir Kalkınma Ajansı) desteğinde yürütülen projenin “vitrini”dir gezeceğiniz sergi.

 

AASSM içindeki sanat galerisinde, 14 Kasım – 27 Kasım 2015 tarihleri arasında gezilebilecek sergide göreceklerinizin perde arkasında, www.tudita.com adresinde13 Kasım’dan itibaren paylaşıma açılan dijital bir arşiv var. Proje kapsamında, 1956-2001 yılları arasında üretilmiş ve dönemi en iyi şekilde yansıttığı düşünülen yaklaşık 6.000 kumaş yer alıyor.

 

Yazının Devamını Oku

“Prestuplenie i nakazanie...”

12 Kasım 2015
TAM 15 yıl önce, ilk kitabıma koyduğum bir makalenin adıydı; “Prestuplenie i nakazanie...” Makale yazılalı 20 seneden fazla olmuştu ve (nedense ?!) yıllar sonra, aynı başlığı tekrar kullanmak icap etmişti.

“...Dostoyevski ve ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubunda yer alan diğer üyeler, 23 Nisan 1849 günü Çar I. Nikolay’ın polisleri tarafından tutuklandılar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonunda idama mahkum edildiler. 22 Aralık 1849 günü Semyonov alayının geniş eğitim alanına getirildiler. Cezaların uygulanması için ilk üç kişilik grup direklere bağlandığı sırada bağışlandıkları bildirildi. Dostoyevski’nin cezası 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgüne çevrilmişti. Yazar, 1854 yılına kadar 4 yıl Omsk cezaevinde kaldı. Daha sonra, 1859 yılına kadar, 5 yıl Semipalatinsk’te er olarak hizmet gördü”.

Aynı yıl Dersaadet’te “Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne”nin kapıları açılıyordu; Devlete “suç ve cezadan haberdar” bürokrat yetiştirmek için…

“Suç ve Ceza” (Prestuplenie i nakazanie), 1866 yılında yayımlandı. Roman, çok önemli toplumsal olayların ve moral sarsıntıların yaşandığı bir dönemde (içinde bulunulan günlerde) geçiyordu. O yıllarda iki Petersburg vardı. Biri, görenleri bugün bile büyüleyen mimari şaheserleriyle, parkları, bahçeleriyle “Saray Petersburg”u; öteki tozlu yolları, pis evleri, atelyeleri, seyyar satıcıları, meyhaneleri, mezeci dükkânlarıyla yoksulların Petersburg’u... Yazar her iki şehri de çok iyi tanımaktaydı. Romanın başkahramanı olan Rodiyon Raskolnikov, sıradan bir suçlu değildi. Romanın çatısını bir suçun psikolojik öyküsüyle, onun ahlakî sonuçları üzerine kurguladı. Raskolnikov, cinayetten sonra bile sonuna kadar dürüst kaldı; hem kendine, hem başkalarına karşı... İşte bu nedenle Dostoyevski, kahramanının öyküsünü, “bir düşüşün değil, ahlakî yükselişin öyküsü” saydı hep!

İstanbul’da ise aynı yıllarda, “suç ve ceza” çoktan kavramı yerle bir olmuştu... Ney üfleyen Sultan’ın, “hâl” edilmesine cevaz veren Şeyhülislam’ın iki dudağı arasındaki tutsaklığından utanacak hale gelmişti...

10 Kasım günü, gazeteleri karıştırırken, çok sevdiğim bir yazar olan “Fyodor Mihayloviç Dostoyevski”nin, doğumunun üzerinde 194 yıl geçtiğini öğrendim; tesadüfen... Ölümünün bile üzerinden 134 sene geçmişti.

“Suç ve Ceza, Kumarbaz, Budala, Ecinniler, Karamazov Kardeşler...” gibi, eskimeyen başyapıtlara imzasını atmış ünlü yazarın, ettiği önemli lâfları derlemişlerdi bir sayfada… Sıradan insanlardan, ölümsüz kahramanlar yaratmasıyla ünlü ve dünya edebiyatına, en az kendi kadar şöhretli bir çok karakter kazandırmasıyla iz bırakmış edebiyatçının söylediklerinden bir tanesi vardı ki, (içinde bulunduğumuz günlerin anlam ve önemini vurgulaması bakımından) cımbızlamadan edemezdim:

“...İnsanın değerini, varlığı değil yokluğu gösterir. Unutma; yokluğu bir şey değiştirmeyenin, varlığı gereksizdir...” sözünün, boşlukta nasıl bir tokat gibi şakladığını ve satır arasında, son günlerde, güzel ülkemde hayata tutunmak için yalpalayan dostlarımın, “beklediği esin”i gizlediğini fark ettim.

Aynı saatlerde, “son dakika manşetleri”nde, “suç ve RTÜK’ün sağa sola kestiği cezalar” tartışılıyordu ve bu satırların (takvimin azizliği sebebiyle 10 Kasım yazısı yazamadığına hayıflanan) Mülkiyeli yazarı, “cımbızlı tek bir cümleden ibaret” yazısını, gönül rahatlığı içinde bitirmek üzereydi...

Yazının Devamını Oku

İlber Hoca,  José Mujica ve Satır Araları…

8 Kasım 2015
Gazeteler, manşete şöyle taşıdı haberi:

 

“İlber Ortaylı, ’İzmir Barcelona olabilir’ dedi…

Oysa Hocamızın konuşmasında,

ıskalanmaması gereken ve hayli dikenli satır başları vardı;

elbette bunlar (kendine hayranların coğrafyasında…) kimsenin işine gelmedi !

 

Ayrıntılara girmeden hatırlatırsak,

İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Sırrı Aydoğan’ın, açılış konuşmasında,

Yazının Devamını Oku

Yeni nesil arabalı vapurlar

6 Kasım 2015
YILLARCA, İzmir körfezinde, su yolunun “yeterince” kullanılamadığını söyledik.

Güzergâhın, sefer adedi ve sıklığının, nihayet, yolculuğu keyifli hale getirecek “gusto”nun eksikliğinden bahsettik...

Bu yakınmalar, sanki “tarih olacakmış gibi, Ümit veren bir esinti” geldi körfezden...

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin basın bülteninden öğreniyoruz ki, “... İZDENİZ A.Ş.’nin arabalı vapurlarla taşıdığı araç sayısı, sadece bir ayda yüzde 15 artış göstermiş...”

Peki bu kendi kendine, ya da ilâhî bir güç el atınca mı olmuş?
Elbette hayır! Yanıt için (kelimesine dokunmadan) tekrar bültene dönelim;
“...Hasan Tahsin arabalı vapurunun Ekim ayı içinde hizmete girmesiyle birlikte, seferlerin sıklaştırılması, bu artışı sağlayan en büyük etken oldu. Yeni geminin konforu ve estetiği ise İzmirlilerden tam not aldı...” deniyor.

Yazının Devamını Oku

Anlaşılmıştır ki...

1 Kasım 2015
CUMA günkü yazımızda, “Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur...” diye başlayan Acemaşîrân bir şarkıdan bahsetmiş ve sormuştuk: “Önemli olan okuduğunu anlıyor mu millet? Pazar gecesi geç saatlerde, sâdık seçmen var mı yok mu, göreceğiz.”

Gördük efendim! Anlaşılmıştır ki... 

Yok öyle yapmayalım...
Biz anladığımızı, yine bir şarkıyla tarif edelim. Mânâyı siz bulup çıkartın...
Yine Muhayyer makamındayız...
Geçen şarkının aksine güfte sahibi açık seçik Âşık Dertli...
Ama bu sefer de (düyek usulündeki bu divânın) bestecisi bilinmiyor.
Neyse ki mısralar seçim sonuçlarıyla uyumlu...

Yazının Devamını Oku

Sanma Şâhım...

29 Ekim 2015
Aslında ne güzel seçim şarkısı olurdu...

Biraz ağırca bir “düyek” elbette.

Ama seçmenlerin ağzından, “lider sultası” altındaki bir demokrasinin (?!) iğnelenmesi adına, bazılarının kulağına kar suyu kaçardı hiç değilse.
Yataklarında dönerlerdi geceleri; “sâdık mı, değil mi?” diye belki.

Şarkı Acemaşîrân makamında ve bestecisi Sadettin Kaynak...
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin aynı adlı kitabı senaryolaştırılarak, Sami Ayanoğlu’nun yönetmenliğinde, 1951’de çekilen “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor”, filminin de müzikleri arasında bu beste.

Lâkin, güfte sahibi tartışmalı.
Tarihçiler, “bu dörtlük Yavuz Sultan Selim dönemi Türkçesine ve onun üslûbuna uymamaktadır” dese de...

Yazının Devamını Oku

Çetin Altan’ın Limonata tarifi…

25 Ekim 2015
2001 senesinde, Usta’nın evinde, çalışma odasında misafir olmuştum…

Kendi deyimiyle, “pancar motor” dediği daktilosunu da görünce, sordum ister istemez; “…’Zifiri karanlıklar... Karanlıkların karanlıklarla çiftleşerek karanlıklar doğurduğu karanlıklar... Karanlıkların ikiz aynasında, karanlıkların birbirini yansıtarak, yoğunlaşa yoğunlaşa sonsuza uzandığı karanlıklar... Ve bir anda bir kibrit ışığı... Sizce bu ışık ne olmalıydı ? Hepimiz zaman zaman düşeriz karanlıklara... Ve bir anda parlayacak bir kibrit ışığı ararız. O ışık ne olmalı ? Yanıtı kolay bulunmaz bu sorunun... Ben de bilmiyorum... Bilsem yazardım...’ diyorsunuz”; “nerede bulacağız bu sorunun gerçek cevabını ?”

 

Zaten, “…Tiyatro gerçektir; dış hayat yapaydır; hayat ta roldür” diye cevaplıyordu “Çemberler”de bu soruyu. Ve şöyle devam ediyordu: “…Dışarda poz yapan adamların gerçek yüzünü tiyatro verir Bu hayatta rol yapan insanların gerçek yüzünü ancak tiyatroda gösterebilirsin. Türkiye’nin bir cins şizofrenik görüntüsü, asıl bu gerçeğin ortaya çıkmasına gönlü razı olmadığı içindir. Ne olurdu kalemle kâğıtla yürüttüğüm onca serüvenin asıl belkemiği tiyatro olabilseydi ?”

 

Aynı soruya, 1998’de yerdiği cevap daha dokunaklıydı; “…Hayatın iki tane fenası vardır. Yalnızlık ve parasızlık; hastalık herkes için bir lotaryadır aslında… Parasızlık ve yalnızlık… İnsanlar bu iki beladan korunmak için bin derecelik bir ateşe düşmüş bir plastik madde gibi her kalıba girmek zorunda dahi kalabilirler bazen; anlatabiliyor muyum ?”

 

“Sorulara ve cevaplara, Sizinle aynı gözlükten bakmamız mümkün mü ? “diye sordum. Aramızdaki yaş farkını, bir başka yazısıyla anında eritiverdi: “Özellikle yazıyla uğraşanlar arasında kuşak farkı yoktur. Çünkü koşullanmayan adamlar yazarlar. Yazarların ikinci bir özelliği de, keşkesi olmaz yazarların. Bazen keşke bunu yazmasaydım diyemezler. Çünkü belgeyle çalışan insanlardır, yaratıcı adamlardır. Ve yazının özelliği zamana ve mesafeye dayanacak bir özen taşımasındadır, kalemle kağıt arasındaki o beyinsel ve gönülsel maceranın yansıması…” Ardından da gülerek ekledi: “…Parantez arası bir şey söyleyeyim. Yazıyla uğraşan insanların mesleki bozulması iki türlü yansır. Ya birisi benim gibi hiç susmadan konuşur, ya da susar hiç konuşmaz…”

 

Yazının Devamını Oku