Nihat Demirkol

Bayramda zarafetin mahûr halleri

24 Eylül 2015

BEN kısa pantolonluyken, “Bugün bayram, erken kalkın çocuklar” değildi bayram sabahları; Barış Manço bu şarkıyı henüz bestelememişti.
İbo’nun, “Benim balonlarım vardı / Onları kimler aldı? / Mutlu bayramlar vardı” yollu iç geçirmeleri de çocukluğuma denk gelmedi benim.
Şenay, (Kolegjero’nun bestesine söz yazıp) “Hayat Bayram Olsa”yı 45’lik plâğa okuduğunda yıl 1972’ydi, ben de pek küçük sayılmazdım artık.
“Yaratılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” bu kadar ayağa düşmemişti ve biz de “bütün dünya buna inanacak” diye saf saf inanırdık söylenenlere:
“Şu dünyadaki en mutlu kişi mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kişi sevmeyi bilendir
Şu dünyadaki en bilge kişi kendini bilendir

Yazının Devamını Oku

Ne demek istiyorsun?

20 Eylül 2015

SON yazının son satırında, “-İzmir’in kavakları mı, üniversiteleri mi?- diye sorarsanız, son tahlilde araştırmalar, hâlâ –kavakları- diyor” şeklinde dokundurunca hayli geri bildirim aldım.

Pek kızgın bir tonda, “Bu bile fazla. Gecekondu üniversiteleri ile bu bile iyi” diye yüklenenler de var; “...Hocam tam bir araştırma yazısı olmuş. Kavaklarla bir yere varılamayacağına göre, illaki bilim ve teknik diyorum” diye nesnel yaklaşanlar da...

“...Dikkat çektiğiniz üniversitelerimizdeki durum için teşekkürler. Ayrıca akademisyenlerimiz rahat kadro telaşından ziyade, (çoğu ileri dünya ülkesindeki gibi)
-bilimsel katkı / yayın- zorunluluğu ile kontratlı bir çalışma haline gelirlerse bilime katkının artacağı düşüncesindeyim” diye yol gösterenler de olmuş, “...Ah hocam, tam da son lise son” cümlesiyle iç geçirenler de...

“Toz kondurmayan tarikatı”na mensup bazı okuyucularımız ise beklendiği üzere ve gülümsemeyen bir sitemle sormuşlar: “Ne demek istiyorsun?”

Eğrisiyle doğrusuyla, virgülüne dokunmadan, sıralama sonuçlarını köşeme taşıdım.
Medyanın, futbol maçının sadece “ekrana sığan” kısmını yazdığını ekledim.

Yazının Devamını Oku

İzmir’in kavakları mı, üniversiteleri mi?

18 Eylül 2015

HABERİN başlığı şöyle: “İlk 500’de 5 Türk üniversitesi...” Ayrıntılar, şu dille devam ediyor: “...İngiliz eğitim danışmanlığı firması Quacquarelli Symonds (QS) tarafından belirlenen, 2015-2016 dünya üniversiteleri sıralaması açıklandı. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü - MIT’nin birinci olduğu sıralamada, Birinciyi sırasıyla takip eden üniversitelerse, Harvard, Cambridge, Stanford üniversiteleri ile Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü oldu. Değerlendirmede ilk 500’e giren Türk üniversiteleri içinde; Bilkent Üniversitesi 394. olurken, ODTÜ 431 - 440 bandında, Boğaziçi ve Sabancı üniversiteleri 441- 450 bandında, Koç Üniversitesi 481- 490 bandında yer aldı…”

Habere göre, İzmir’deki 4’ü Devlet (Ege, Dokuz Eylül, İYTE, Kâtip Çelebi) ve 6’sı Vakıf (Ekonomi, İzmir, Gediz, Yaşar, Şifa, THK) olmak üzere toplam 10 üniversiteden hiçbiri bu sıralamada yok. Durun ! Hemen karaları bağlamayın… Çünkü bu sıralama bahsi, tam bir “gayya kuyusu”. Ayrıca medyamız, bu konuda da “sapla saman birbirine karışmış” vaziyette. Hal böyle olunca, ulusal seçim tahminlerinden ve özellikle “parayı bastır istediğin sonucu çıkartalım” yollu bilimsel (?!) çalışmalardan öylesine ağzımız yanmış ki, karnımızda guruldayan duygusal el, aklımıza yatmayan sonuçlar için hemen inkâr ve reddiye düğmelerine basıveriyor.

Oysa, gezegenimizde, Leiden, , The, QS, Webometrics, Arwu, Ntu (HEEACT) , SciMago, Webometrics gibi, dünya üniversitelerini sıralayan bir sürü kurum var. Bu basitçe şu demek: URAP, Arwu, Leiden, Scimago listelerinde ilk 500’e giren bir üniversitemiz, aynı yıl Webometrics’te 190’ıncı sırada yer alırken, Arwu sıralamasında, eşzamanlı olarak, Türkiye’den ilk 500’de yer alan tek üniversite unvanını elde edebiliyor. Açıkcası o kadar çok kategori ve ayrıntı var ki, rastladığınız habere göre, herkese bir çorbalık çıkıyor. “Jüri Özel Ödülü” gibi bir serbesti kokusu var değerlendirmelerde…

ODTÜ Enformatik Enstitüsü bünyesindeki URAP (University Ranking by Academic Performance – Üniversitelerin Akademik Performansa Göre Sıralanması) Laboratuvarı da bu değerlendirme merkezlerinden biri. URAP, sıralamasında 9 temel kriter kullanıyor. (Makale Sayısı, Öğretim Üyesi Başına Düşen Makale Sayısı, Atıf Sayısı, Öğretim Üyesi Başına Düşen Atıf Sayısı, Toplam Bilimsel Doküman Sayısı, Öğretim Üyesi Başına Düşen Toplam Bilimsel Doküman Sayısı, Doktora Öğrenci Sayısı, Doktora Öğrenci Oranı, Öğretim Üyesi Başına Düşen Öğrenci Sayısı…) Ayrıca URAP, “Matematik Bilimleri”nden, “Çok Disiplinli Üniversiteler”e kadar 23 alt kategoride yürütüyor çalışmalarını. Diğer dünya sıralamaları da dikkate alınarak yapılan bir sentezleme bu; bir tür konsolidasyon…

URAP, 155 üniversitemizin en az bir dünya sıralamasında yer aldığı sonucunu açıklamış meselâ. İstanbul, Ege, ODTÜ, İTÜ, Hacettepe, Boğaziçi, Bilkent, Koç, Sabancı ve Gazi üniversiteleri, dünyanın en iyi üniversitelerine ilişkin farklı sıralama sistemlerinde kendine yer bulmuş. Epeyce karışık algoritmalar da var: Ege Üniversitesi, URAP ve Leiden’de; İTÜ, URAP ve The; Hacettepe Üniversitesi, Leiden ve Scimago; Boğaziçi, Bilkent, Koç ve Sabancı üniversiteleri The ve QS’de; Gazi Üniversitesi ise Leiden’de yer dünyanın en iyi 500 üniversitesi listelerine girmiş. “Elma ve armut aynı sepette…”

155 Türk üniversitesinin dünyadaki durumuna bakarsak; “Türkiye’deki 14 üniversite, dünya sıralamalarından en az birinde 501-1000 arasında... En az bir sıralamada, 1001-1500 arasına giren 29 üniversite bulunuyor. 23 üniversite ise en az bir sıralamada 1501-2000 arasına yer almış. Toplam 76 üniversite, dünyanın en iyi yüzde 10’luk diliminde yer alma başarısını göstermiş… Ülke içi sıralamada ayrı bir rekabet var; ne anlatmakla biter, ne de buraya sığar. Gerek dünya, gerekse ülke sıralaması o kadar detaylı ve karışık ki, ortaya, taraf tutan bir makale çıkmasın diye burada kesiyorum. Meraklısı, web adresinden (http://www.urapcenter.org/2014/fields.php) Haziran 2015 sonuçlarını didik didik edebilir.

Ama bence asıl mesele, (bir değerli okuyucunun da altını çizdiği gibi…) şurada düğümleniyor: “Üniversite kavramının , “Gelenek-Kütüphane/Yayın -Öğretim Üyesi” üçgeniyle var olduğu bütün dünyada kabul edilmişken, tercih zamanı, gazetelere çarşaf çarşaf reklam veren Üniversitelerimizin acaba kaç tanesi, “Siyaset-Ticaret-Belediye” üçgeniyle flört etmekten vazgeçip, önümüzdeki yıllarda, dünya sıralamasının 2 haneli derecelerini vaat ve taahhüt edebiliyor ?”

Şimdi eğer listelere bu gözlükle bakıp da, “İzmir’in kavakları mı, üniversiteleri mi ?” diye sorarsanız, son tahlilde araştırmalar, hâlâ “kavakları” diyor.

Yazının Devamını Oku

Nysa’da Yaşlılar Meclisi

13 Eylül 2015

Hürriyet EGE’nin web sayfasında bir göründü, bir kayboldu haber...
Oysa, “Gymnasion, Kütüphane, Theatron ve Stadium” fakiri, üstelik, Gerontikon -yaşlılar meclisi- düşüncesini, soldan sağa 20 “soyadı”nın dedikodu buluşması zanneden, ortak akıl yoksunu İzmir’in; Eskişehir’den sonra, komşusundan da alacağı dersler saklıydı o haberde.
Çünkü siz bu satırları okurken, Aydın’ın en önemli ören yerlerinden Nysa Antik Kenti, 1800 yıl sonra, tekrar “fantastik” bir toplantıya ev sahipliği yapılıyor olacak.
Aslında önünden geçmişliğiniz vardır mutlaka.
Aydın–Denizli Karayolu üzerinde, başınızı, Sultanhisar’ın sırtlarına çevirirseniz, Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın “Romantik görünümlü” dediği “antik kent”in izleriyle karşılaşırsınız.
“Nysa”dır burası... “Karia” kentlerindendir.
Augustus devrinin ünlü gezgin ve coğrafyacısı Amasyalı Strabon ile tarihçi Stephanos’un anlattıklarından, kentin Helenistik devirde, M.Ö. 3. yüzyılın ilk yarısında Seleukos’un oğlu I. Anthiochos Soter tarafından kurulduğunu öğreniyoruz.

Yazının Devamını Oku

”9 Eylül Sadece Bir Başlangıçtır !”

10 Eylül 2015

Son yıllarda yazdığım “9 Eylül” yazılarına baktım. İçlerinden birinde şunları karalamışım: “9 Eylül sadece bir noktadır ama… Nokta her zaman bir son demek değildir ! Adam Fawer’in deyişiyle, “Bazan, kendinden sonraki harfin büyük olacağını gösterir”. Gazi’nin “Anadolu İhtilâli“ne İzmir’de konulan nokta da bu sınıfa girer. Tarih, o büyüklüğü bugün küçük göstermeye çalışanları, hep “küçük adam” olarak hatırlayacaktır….”

Yetmemiş, “Vilâyetin balkonuna çekilecek bayrak” konusunda, “U dönüşü” yapılan sene, ben de herkes gibi, ilgili bakan’ın şehitlerimiz için “takdir-i ilâhi” demesine söylenmiş ve araya bir “başı dik bir hüzün öyküsü” sıkıştırmışım: “…1922’de Ankara’ya gelen ve Mustafa Kemal tarafından kabul edilen Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti elçisinin getirdiği hediyeler içerisinde, üç adet kılıç vardı. Bu kılıçlardan biri Mustafa Kemal’e, biri Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa’ya, diğeri ise İzmir’e ilk girecek subaya verilmek üzere getirilmişti. Ve Başkomutan bunu, Meclis kürsüsünden duyurmuştu… / ‘O subay’a, Mustafa Kemal Paşa, İzmir’e gelişinden iki gün sonra, ‘İzmir’? soyadını, 15 Eylül’de de ‘üçüncü kılıç’ı verdi. 1951 yılında öldü. Eşi Siret Hanım, ?üçüncü kılıcı,?İzmir de açılması planlanan İnkîlap Müzesine verilmek üzere İstanbul Valiliği’ne teslim etti. (Kılıcın akıbeti bilinmiyor). O subayın, Bu topraklarda, ‘Türk Bayrağı asılsın mı, asılmasın mı ?’ tartışmalarını ‘görmeden ölmesi’, ‘lûtf-u ilahî’dir. ‘Takdir-i ilâhi’ ise Vilâyet’in balkonuna Türk bayrağını çeken o yüzbaşının, ‘Şerafettin’ adını taşımasıdır. ‘Şerafet’, ‘şerefli olma’ halidir; kısaca şeref… Nurlar içinde yatsın, ‘Şeref’ elden gidince, ‘takdir-i ilahî’, işte bugünkü gibi tecelli ediyor…” Bir başka yıl, “9 Eylül’ler”i sıralamışım:

“1921-Sakarya Savaşı'nda Mustafa Kemal Paşa, bazı komutanlarla Yunan birliklerinin mukavemetinin kırıldığı Zafertepe'ye gelerek, Yunan Ordusunun durumunu inceledi. / 1922 - Yunan ordularını önüne katan Türk orduları İzmir'e girdi. İzmir'in Kurtuluşu. / 1923 - Cumhuriyet Halk Partisi, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu. / 1933 - Sergi’den Fuar’a uzanan yolda, "9 Eylül Panayırı", Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından açıldı…” Sonunu, “üzerinden nice 9 Eylül’ler geçti… Ve İzmir, bir daha hiç bu kadar mutlu olamadı…” diye bağlamışım. Bu yıl, daha önce yazdıklarıma bir açıklık getirmek, hattâ “noktadan sonrası”nın anlamını vurgulamak için, yazdıklarımı düzeltmek istiyorum. 2013’te kaleme aldığım “İzmir Manifestosu”, neden hâlâ ”9 Eylül’ün sadece bir başlangıç” olduğunu tarife yetecektir. Çünkü;

İzmir gibi… (demek);

Güneş gibi demek; ışıklı, “Gölgesiz…”

Yazının Devamını Oku

Eskişehir ve İzmir’den “donsuzluk”a farklı bakış…

6 Eylül 2015

Fuar’ın bu yılki “Onur Konuğu” olan “Eskişehir” için, “konuk olması bile fayda getiriyormuş İzmir’e…” demiştim. Pek çok değerli okuyucudan, benim gibi “iç geçiren” e-posta ve mesajlar aldım; sosyal medyada da karşılıklı tartışmalar yaşandı… Herkesin aynı görüşte olmasını beklemiyor ve istemiyoruz zaten. Ama bazı dostlarımız, maksadın “üzüm yemek” olduğunu hâlâ anlayamadılar; hâlâ “bağcı”yı korumak telâşıyla tepki veriyorlar.

“Uç”lardan alıntı ve örnekleme yapmak gerekirse,“CHP’nin eskimiş devlet anlayışıdır bizi bu günlere taşıyan…” diyenler bir tarafta toplanıyor. Diğer tarafta ise, “…özele verilirse halkın olmaz” kaygısı taşıyanlar... Hattâ, “Ücretsiz çimlerinde oturup Fuat Saka dinleyemeyiz…” diyen var. “Beach Club kafası hakim olur oraya da... Varsın Sovyet usulü desinler...” diye kestirip atanlar var. Daha teknik eleştiriler getirip, “nokta atış” yapanlar da mevcut elbette. Ve onlar, “…Gaziemir'deki fuar alanını işin ehli kurum ya da şahıslara vermekten bahseden sayın Kocaoğlu, halihazırdaki İZFAŞ yönetimini, uluslararası fuarcılık bilgisi ve deneyimi bulunmayan, despotizm ürünü kişilere verirken bu konuyu niye dikkate almadı acaba ?” diye soruyorlar… Ben, yanıtımı, Eskişehir’in “Şehir Eğitir” sloganına rağmen, “ortaya karışık” kabilinden yazıverdim: "Şehir, herkesi de eğitecek" diye bir şey yok elbette ! Bazıları hep “öyle” kalacak…

Bütün anlaşmazlık, “ufuk çizgisi”nde düğümleniyor. Çünkü, “görebildiğimiz en uzak nokta”da uzlaşamıyoruz. Parantezi, “…Bizim felsefemizde, dünya görüşümüzde böyle bir şey yok” diye kapatınca, “siyah ve beyaz”dan başka bir renk bırakmıyorsunuz ortada. “Havagazı Fabrikası” sadece estetik bir sembol. Ama varlığıyla çok şey anlatıyor. Maksat, çimleri ücretsiz konser izlenemez hale getirmek değil ki ! Maksat, o çimlerde yapılan işlere sınıf atlatmak. Acaba nereden başlanabilir ? Bakın ben size bir fikir vereyim:

Meselâ, dünyanın her yerinde, (özellikle de Sovyet artığı diye –lâf sokuşturulan- ülkelerde) böyle özgün mekânların demirbaşında, mutlaka bir “kuyruklu piyano” bulunur. Aynı ülkelerin, üçüncü sınıf otel lobileriyle, kenar mahalle lokantalarındaki tuşları saymıyorum bile. İşte, aramızdaki bu farkı algılayamıyoruz. “Havagazı Fabrikası bu sebeple öksüzdür !”

O piyano, “bir felsefenin, bir dünya görüşü”nün yansımasıdır. Piyano’nun “siyah ya da beyaz olması” önemli değildir; orada olması önemlidir… Çünkü, piyano tuşlarının “siyah-beyaz renkleri”, kendi içinde güçlü bir ironi taşır. Bütün mesele, düşüncenin “siyah ya da beyaz olması”dır çünkü !

Bu türden bir eksiklik ve ayıbı, kentin her köşesindeki sanat merkezlerine, ünlü bestecilerin adını vererek kapatmaya çalışmak ise, göstermelik ve nâfiledir. Oysa, “Atatürk’ün müzik devrimi”, “Çankırı Lisesi”nden “Pertek Halkevi”ne, “Hasanoğlan Köy Enstitüsü”nden “Eskişehir Şeker Fabrikası’nın tiyatro salonu”na kadar, her yere taşımıştı “o aydınlığı…” Gazi’yi izleyenler, sadece korktukları gölgeleriyle kavga ettiler. Bugün, “neye sahip çıktığını bile bilmeyenler”, hâlâ “halkın çimenlere ücretsiz yayılması(?!)”nı kâfi görmeye devam ediyorlar.

Uzatmayacağım ! Bu paradoksun incelikle ve ustaca yapılmış bir özetini, Çetin Altan’ın daha 1980’lerde yazılmış bir yazısında bulabilirsiniz. Makalenin başlığı, içeriğinden daha çarpıcıdır ve ufuksuzluğa dil çıkartan bir manifestodur aslında: “Piyano donsuzluk sorunundan önce gelir…”

Yazının Devamını Oku

Eskişehir’den yazıyorum

3 Eylül 2015

84 yaşına basan İzmir Enternasyonel Fuarı’nın “Onur Konuğu”, bu yıl “Eskişehir...” Fuar’ın açılışına katılamadı Büyükerşen ama, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ve İzmirlilere teşekkürlerini, kentin değişik noktalarındaki bilboard ve raket afişlere nakşettiği “zarafet” ile dile getirdi:
“İzmir’in onur konuğu olmak Eskişehir için şereftir...”

İzmir Büyükşehir Belediyesi ise, bu inceliğe anında karşı bir jestle cevap verdi. Aynı bilboard ve raketlerde, “Eskişehir İzmir’e geldi, onur verdi...” şeklindeki mesaj yer aldı.

Demek ki neymiş? Eskişehir’in konuk olması bile fayda getiriyormuş İzmir’e... Hemşehrisinin geri bildirimlerini bile bu kadar ciddiye almayan belediyemiz, ayaküstü, fırsat verilir ve elinden tutulursa, “eğitilebilir” olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Demek ki, boşuna değilmiş, 1-A holünde, 1.750 metrekarelik bir alanda canlandırılan küçük Eskişehir’in, “Şehir Eğitir” sloganı ile tanıtılması; “bak, dakika 1 gol 1...” Eğitmeye refikinden başladı Büyükerşen.

Fuar içinde kurulan “Eğitim Kenti Eskişehir” konulu stantlar, İzmirlilerden büyük ilgi görmeye devam ediyor. Eskişehir, üniversitelerinden müzelerine, tarihi değerlerinden yöresel tatlarına kadar daha da yakından resmediliyor.

Bu seneki ana temanın “eğitim” olduğunun altını çizdi Büyükerşen Hoca, “...Eğitimin hayat boyu devam eden bir süreç olduğunu ve şehirlerin, hudutları içinde yaşayan insanları eğittiğine de inandığı”nı ifade etti. Nezaketinden, “buna niyeti olan belediye başkanları da dahildir” diyemedi.

“...Belediye başkanlığım sırasında da Eskişehir’e bir eğitimci gözüyle baktım. Şehirlerin insanları eğiten ve öğreten bir yapısı var. Bu yapıyı da gerçekleştirdiğimiz projelerimizle, daha da geliştirmeye çalışıyoruz” diye ekledi. “...Çocuklarımızın soru sorma yeteneklerini geliştirmek, onları sorgulayan, yargılayan ve düşünen bir nesil olarak yetiştirmek için çalışıyoruz” şeklinde konuştu da, yine nezaketinden, “ama galiba siz İzmir’de belediye hizmetlerini, sorgulayan, yargılayan ve düşünen bir hemşehri profili istemiyorsunuz...” diye getiremedi arkasını.

Eşzamanlı olarak, Kocaoğlu’nun bir cümlesi takılmaz mı kulağıma, canlı yayında... “...Biz kesinlikle ve kesinlikle Fuar İzmir’i kiraya vermeyi, fuarcılığı bir şirkete devretmeyi düşünmedik ve burada olduğumuz müddetçe düşünmeyeceğiz... / ...Teklif gelir partner oluruz, ortak oluruz, gelir kiralar, fuar yapar, bunlara açığız ama ‘Fuarın anahtarı bizde olacak. Fuarın yönetimi bizde olacak’. Elimizde İZFAŞ gibi Türkiye’nin en önemli fuarcılık şirketlerinden biri var. Elbette herkes gelecek, görüşeceğiz. Herkesle konuşup tartışıp ortak iş yapacağız. Her türlü işbirliğine açığız ama bu demek değildir ki, ‘Gaziemir’deki fuar alanının anahtarını siz alın, tepe tepe kullanın’. Bizim felsefemizde, dünya görüşümüzde böyle bir şey yok. Kenti korumak için diğer konularda nasıl mücadele verdiysem, Fuar İzmir’in gitmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaya, her türlü mücadeleyi vermeye hazırım.”

Yazının Devamını Oku

İzindekiler...

30 Ağustos 2015

Aslında bayat ve ironik bir yazı yazacaktım... Konuyu, Aziz Nesin’in 60’larda yazdığı şiirinden alıntılarla açıp, sanki bir düz yazıdan bahseder gibi, kendimce “iğneli” bulduğum dizeleri paylaşacaktım:
“...Atam hâlâ yaşıyorsak / Edepsizlik sayesinde” diye başlayacak, “...Hele partin senden sonra / Devrimlerin tavizinde” diye ekleyecek, “...Yobazlarla gericiler / Onlar bizden daha zinde! Halkçılıkla devletçilik: Anlatamam, çok hazin de, çoktan beri sahteciler /Ağır çeker her vezinde!..” ile devam edecek, “...Hocamız var, hacımız var / Uçan kuşa borcumuz var, el oğlunun ağzındayız / Ama bizi zor bulurlar / Bahar, yaz, kış izindeyiz! Dinlenmekten yorulduk da / Onun için izindeyiz...” deyip bitirecektim.

Hattâ, sosyal medyada, “izindeyiz” heyecanına, “faşist bir Kemalist tarafından, ilkokul çocuklarına öğretilmek ve ezberletilmek için yazılmış bir şiirdir...” diyen,
nezaketsiz ve beyhûdelik hissiyle yaşayan “mahlûk”un varlığını bile görmezden gelecektim ama; bu zavallı arkadaşımızın aslında “kendisiyle aramızda hiç bir fark bunmadığını anlamaktan hayli uzak bir idrak yoksunu” kimliği taşımanın ötesinde, “felsefe ve mantık”ın büyüleyici müziği ile hiç tanışmamış bulunmasını, siyasî doktrinleri gardıropta bir ceket sanmasını, dahası... “Tarih de bilmez bir ağır cahil olması”nı ciddiye almak zorunda hissettim kendimi.

Hemen aklıma, Danıştay yıllarımızda, biz gençleri, derviş ve demokrat karışımı bir tebessümle sonuna kadar dinleyen ve “fikriniz muhteremdir lâkin muteber değildir” diyerek savuşturan, daire başkanımız geldi elbette... Sadece bunu yapmakla yetineceğim!

Bak kardeşim, tarih, “yazan yapana sadık kalmasa” dahi, “yılların aşındıramadığı hisler”in bir toplamıdır. Sözlüğe “entry” girecek kadar kıdemli ve becerikli bir kullanıcı olduğuna göre, benden epeyce genç olmalısın... Allah’tan, “sana, daha pek çoklarının sonunu görecek kadar uzun ömür vermesi”ni dilerim. O zaman anlayacaksın ki, “iz bırakmak”, okullarda, ülkenin genetiğine sinmiş dilek ve temennileri yasaklayıp, “Türküm...” diye başlayan taahhütlerden korkmak değildir. Faşizm ise, öğretilen ve ezberletilenlerin, “Baba beni okula gönderme, âhirette, okulda öğretilenleri sormayacaklar” pankartına dönmesidir!

Aramızda “neden hiç bir fark bulunmadığı”nı ise ben Gazi’ye anlatacağım. Senin aklın pek yetmeyebilir; istersen kulak misafiri ol...

“...Aslına bakarsanız, vaziyet karışık Aziz Paşam! Sandığa gidenler, 1 Kasım’da tam ortadan ikiye ayrılmış olacak. O gün, ‘İzinde olanlar’, izinde olmayacaklar ümidi taşıyoruz; oy kullanacaklar çünkü. ‘İzinde olmayanlar’ ise, yine izinde olmamayı sürdürecekler ve onlar da oy kullanacak. Sandıktan, ‘İzinde olduğu’ halde, o gün izinde olmayacaklar mı çıkacak; yoksa, hem zaten ‘izinde olmayıp’, o gün de ‘izinde olmayacaklar’ mı bilemiyorum? İşin tuhaf tarafı, “izinde olanlar ile olmayanlar”, birlikte hükûmet kuramama sebeplerini, diğerlerinin ısrarla “izinde” olması ile açıklıyorlar.

Yazının Devamını Oku