“...1946’dan bu yana her yıl üst düzey devlet ricalinin katılımıyla düzenlenen geleneksel 70’inci Kültür ve Sanat Festivali geçen çarşamba günü (22 Temmuz); Cumhurbaşkanı, Başbakan Yardımcısı, Maliye Bakanı, Sağlık Bakanı, Çalışma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kültür Bakanı, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, Vali, Parlamento Başkanı ve Belediye Başkanı başta olmak üzere, 2 bine yakın seçkin davetlinin hazır bulunduğu bir törenle açıldı. Milli Marş ile başlayan törende Mozart, Puccini ve Offenbach’ın eserleri seslendirildi ve sırasıyla, Festival Komitesi Başkanı, Kültür Bakanı ve Cumhurbaşkanı tarafından birer açılış konuşması yapıldı; festivalin tarihçesi ve bu yılki kültür ve sanat etkinlikleri programı hakkında ayrıntılı bilgi verilerek, festival kapsamında sahnelenecek muhtelif opera ve müzikaller ile dans gösterilerinden bölümler sunuldu.
Kültür Bakanı, ‘...Geçtiğimiz yüzyıldaki savaşların sanata etkilerinden bahsettiği konuşmasında kültür ve sanatın bir yandan toplum ve siyaset yaşamındaki tehlikelere işaret ederken öte yandan toplumsal yaralara da parmak bastığını’ belirtti. Bu yıl görevinin sona erecek olması nedeniyle açılışta son kez hazır bulunan Cumhurbaşkanı ise, 2. Dünya Savaşı’nın ardından festivalin insanları yeniden yaşama çağırdığını hatırlatarak, “1945 yılından sonraki festivallerde özgürlük, barış ve insan onurunun ana tema olduğunu” vurguladı.
Davetliler için fuayede verilen kokteyl ve öğle yemeğini müteakip, akşam da göl kıyısındaki açık hava sahnesinde, Puccini’nin “Turandot” operasının prömiyeri sahnelendi. Operada Türk kökenli sanatçı Oğuz Galeli “İran Prensi”ni canlandırdı. Festival kapsamında Jacques Offenbach’ın “Hoffmann’ın Masalları”, Mozart’ın “Cosi Fan Tutte”si ve Viyana Senfoni Orkestrası’nın konserleri başta olmak üzere muhtelif kültürel ve sanatsal etkinlikler yer alıyor...” (Meraklısı için: Etkinlik programına, http://bregenzerfestspiele.com/ adresinden ulaşılabiliyor).
T.C. Bregenz Başkonsolosluğu’nun (Vorarlberg-Avusturya), sosyal medya aracılığı ile yaptığı basın açıklamasından bir bölüm paylaştım sizlerle... Sadece katılımcıların isimlerini ve yer adlarını kullanmadım. “Yoksa siz İzmir Festivali mi sanmıştınız?” Olur mu efendim? Sanatı topyekûn kucaklayan bir kültürün resmidir yukarıda çizilen... İzmir’de, böyle bir tabloyu sadece özlersiniz... İç geçirir, burun çekersiniz. Hedefi olmayanlar için bu tablo, sadece bir hayaldir çünkü. Hayal bile edemeyenlerin ise, kâbusudur muhakkak! Ruh ve ufuk fakiri olarak yaşamak, bu güzel coğrafyanın yazgısı olmamalı oysa...
Dünya küreselleşmeden (?!) önce de, özellikle tarih araştırmalarında kullanılan 2 temel yöntem vardı; hâlâ geçerlidir bunlar. Biri “eşzamanlılık”, diğeri “devamlılık...” Yani siz burada bir şeyler yaparken, aynı zaman diliminde, “dünyanın başka yerlerinde, başka insanlar aynı işi nasıl yapmışlar - nasıl yapıyorlar?” ve “neler kesintiye uğramadan kurumlaşıyor, gelenekselleşiyor, korunuyor, süreklilik kazanıyor?” sorularının yanıtlarına mutlaka göz atmak zorundasınızdır. Aksi takdirde, kendinizi kandırmaktan fazlasını başaramazsınız.
1999 yılında Gallup’un yaptığı bir araştırmadan yola çıkarak, T.C. Bregenz Başkonsolosumuz Sayın Cemal Erbay’a ulaştım ve kendilerine “elimizde bu bilgilerin daha yenisi var mı?” diye sordum. Birkaç saat içinde, ekibini seferber ederek bir dış temsilciliğin nasıl “sonuç” üretebildiğini gördüm. Vorarlberg Türk toplumunu oluşturan vatandaşlarımızla, Dernek ve Federasyon Başkanları ve STK temsilcileriyle fevkalâde iyi ilişkiler geliştirerek, memnuniyet yaratan hizmetler sunduğunu öğrendiğim “Konsolosluğumuz”un, emsallerine göre, uzak ara ihtimam ve bilinçle kullanılan web sitesi ile facebook sayfasını (istenirse neler yapılabildiğini görmek için) ziyaret etmenizi öneririm. Şimdi gelin, lâf olsun diye ucundan tutulmadığı zaman, “sanat nasıl uçan – uçuran bir halıdır?”, emek verilince “ölçülebilir hangi sonuçlar elde edilebiliyor?”; bu figürlere bir göz atalım. “Bregenzerfestspiel” hakkında derlenmiş bilgileri (mecburen) özetleyerek dikkatlerinize sunuyorum:
“...Adını taşıyan Festival”i, 24 saat yaşayan 28 bin nüfuslu Bregenz’de, toplam 12.500 koltuk kapasitesine sahip 9 mekân var. Göl kıyısındaki açık hava sahnesi, 7 bin kişilik... Festivalin yıllık bütçesi, 20 milyon Euro. Bu bütçenin yüzde 40’ını devlet, yüzde 35’ini Vorarlberg Eyaleti, yüzde 25’ini ise Bregenz Belediyesi karşılıyor. Reklam-tanıtıma harcanan para yaklaşık 1.1 milyon Euro. Ziyaretçilerin yüzde 61’i Almanya’dan, yüzde 25’i Avusturya’dan, yüzde 10’u İsviçre’den, yüzde 4’ü diğer ülkelerden geliyor. Etkinlikleri, geçen yıl toplam 263.733 kişi izlemiş. Bu yıl (2015) “Turandot Operası”nda 1.600 kişi görev almış. Festival en az 1.150 kişiye tam zamanlı iş yaratıyor. İzlemeye gelenlerin yüzde 19’u 9 gece, yüzde 61’i 3 gece kalıyor. Yüzde 20’si ise hiç gecelemiyor. (Ortalama olarak) ziyaretçilerin günde bıraktığı kişi başı para, 203 Euro. Festivalin doğrudan yarattığı ekonomik etki, 160 - 174.2 milyon Euro. Yarattığı katma değer, 94.6 – 102.9 milyon Euro. Vergi gelirlerine sağladığı katkı, ortalama 20 milyon Euro. Festival için yapılan 1 Euro’luk yatırımın, 4 ila 5 Euro’luk bir getiri sağlamakta olduğu hesaplanmış. Bu yıl, Festival kapsamında 23 Ağustos’a kadar toplam 26 kez sahnelenecek olan Turandot’un biletleri pazar-cuma günleri 29-298 Euro, cumartesi 50-312 Euro’dan satılıyor. Sadece ana gösteri için satışa sunulan ve tamamı satılan bilet sayısı 179.000...
İlk soru, “Türkiye’de düzenlenen -herhangi bir festival- hakkında böyle ayrıntılı bir döküm var mı acaba?” İkincisi, neden bu “hafif görülen” gündemi kurcalıyorum? (İzmir’deki festivaller hakkında en çok yazı yazan köşe yazarı ve “Festivaller Şehri İzmir” fikrini ortaya atıp, lâf işiten, alaya alınan kişi olduğum için...)
Eskiden, “Köpekler sahibine benzer” diye bir lâf vardı.
Zaman zaman sosyal medyada dolaşan fotoğraflar bu eski yakıştırmanın haklılığını bir kez daha doğruluyor şimdilerde...
Saç renginden buklelerine, yüzündeki kıvrımlardan gözlerinin yumukluğuna, delişmenliğinden sabırsızlığına, telâşına, uyuşukluğuna, miskinliğine, tembelliğine kadar...
Biraz daha “alıcı gözüyle” bakarsanız, “sahiple köpeği arasındaki benzerlikler”in dış görünümün detaylarında kalmadığını fark ediyorsunuz.
Her ikisinin ruh hallerine ve hattâ davranışlarına da yansıyor bu benzerlik.
Sakin ve olgun bir tabiatın paylaşılmasından, çenesi üstüne kapanmayan ısrarlara, gereksiz meydan okumalara, atarlanmalara; efelenmelere, niyetle eylem arasındaki orantısız ve edepsiz havlamalara kadar...
Yıllar geçtikçe fark ettim ki, aynı benzerlik, “otomobiller ve sahipleri” arasında da mevcut.
“…Ramazan Bayramı tatili dolayısıyla, tatil öncesinde ve bayram boyunca,
vatandaşların huzur ve güven içerisinde seyahat edebilmelerini sağlamak amacıyla,
şehir merkezlerinde ve şehirlerarası yollarda, gerekli önlemler alınarak uygulamaya konuldu...”
“…Genelgeye göre görevliler, etkin, duyarlı ve kesintisiz trafik tedbirleri uygulayacak…”
“…Trafik polisi, yola çıkacak vatandaşların güvenliğini sağlamak için, denetimlerini artırdı…”
“…Helikopter destekli uygulamada ekipler, özellikle yolcu otobüslerine yönelik çalışma yaptı…”
“…Şehirlerarası yolcu taşımacılığı yapan otobüslerin terminal çıkış noktalarında,
EĞER bilge bir Kızılderili Reisi değilseniz, isim vermek kolay değildir...
O bile herkesi memnun edemezmiş malûm.
Hani sormuş genç yerlilerden biri;
“Şef” demiş, “nereden buluyorsun bu kadar çocuğa, bu kadar değişik ismi?”
Şef cevap vermiş: “Tabiat anadan ilham alıyorum. Aslında bütün isimleri o koyuyor...”
“Nasıl yani?” diye üstelemiş yerli. “Meselâ bak...” diye anlatmaya başlamış Şef:
“Çadırımın önünde otururken, yeni doğan bir bebeğin ağlama sesini duyarım. Hemen arkasından da gelip bana, -ismi ne olsun?- diye sorarlar. Hemen etrafıma göz gezdiririm. Uzaklarda yakılmış bir ateşin, tüten dumanını görürüm. Çocuğa, -Titreyen Duman- adını veririm. Gölün kıyısındayken gelir haber bazen... Yine sorarlar. Gözlerimi kısar ufka bakarım. Güneş gözümü alır birden. Döner derim ki, -Göl Üstünde Parlayan Güneş- olsun bu kızın da adı... Aslında bu kadar basit. Peki sen neden merak ettin, durup dururken bütün bunları; -İşeyen Köpek-?”
Zordur; gerçekten zordur. “Bahar” dersiniz; ilkbaharda ter-ü taze iken hoş durur üstünde isim. “İkinci bahar, sonbahar filan derken, gün gelir, aslında hangi renklerin kastedildiğini bile hatırlayamazsınız. “Levent” dersiniz; boylu poslu olursa lâf yerine oturur da benim boylarda ısrar ederse genetik, herkes “arkadan gelen mi acaba?” diye uzaklara arar ismin sahibini...
AÇIKCASI siyaset yazmak istemiyorum...
“Büyük partinin küçük parti ile flörtü”nden filân bahsetmek istemiyorum.
“Yuuuuh” seslerinden uzakta kalmanın en güvenilir yolu bu son günlerde.
Onun yerine, “bir yaz gecesi yazısı” yazmak istiyorum.
Biraz, Shakespeare’in “Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası” gibi olsun.
Biraz da meşhur gazele benzesin:
“Bir yaz gecesi Çamlıca mehtâbına geldin
HAYIR bu bir siyaset yazısı değil! Bir şey imâ etmeye de çalışmıyorum... Sadece sıcaklar artınca, “hafif ve yelpazeli” bir yazı yazayım istedim. Bir süredir, “yeni normal”in “sokak ağzıyla”; “yıkılıyo” sosyal medya... Gün geçmiyor ki, batı dünyasının siyasetçileri, bakanları, “iş”e bisikletle giderken boy göstermesin. Aslında, çok yeni de sayılmaz bu manşetler. Hollanda Başbakanı Mark Rutte, devrin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le olan toplantısına bisikletiyle gelmişti. “Pedallı kabine” başlığını taşıyan haberde ise, “Danimarkalı bakanların, her gün parlamentoya bisikletle gidip geldiği” duyuruluyordu. En son önceki gün, “her yıl dünyaya 18 milyon Mercedes satan Almanya’nın Maliye Bakanı...” diye bir fotoğraf altı gördüm. “Pedallamaya bahane çoktur” diye bağırıyor bir ekşi sözlük yazarı. Aydan Çelik’in eskimeyen “Bisiklet Manifestosu”ndan “seç, beğen, tak-takıştır, seç-yakıştır...” demekle yetinelim. “Bisiklet nedir?”
Eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
Özgürlüktür: Ferman padişahın, dağlar bizimdir.
Kardeşliktir: Bir ağaç gibi tek ve hür öte yandan...
Tevazudur: Estağfurullah beri yandan.
Çocukluktur: Hayatla izdivacın balayı günlerinden.
Aylaklıktır: Akreple yelkovana nispet.
İlk bakışta yadırgayabilirsiniz topluluğun adını…
Çünkü onlar, alışageldiğimiz anlamda müzisyenler değil; hiç olmadılar…
Sahnede izlediğimiz, (sıra dışı isimlerinde de belirtildiği gibi)
müzik yapmak ve bu şekilde hayatlarını devam ettirmek amacıyla kurulmuş,
bir sosyal kulüptür aslında; özünde komünal bir oluşumdur.
Yaptıkları müziğin ve Küba’nın ruhuna uygun olarak,
kimsenin, öne çıkıp yüksek sesle "ben" demediği bir organizmadır.
Önce, “Basın Bülteni”nde altı çizilen çarpıcı bir ayrıntıyı hatırlayalım.
Bu veriyi, birkaç senede bir, çekimser bir ruh haliyle paylaşıyor İKSEV…
Sanki ayıp bir şey söyler gibi, mahcup bir edâyla fısıldıyor:
“Dünyanın en çok tanınan-bilinen on tarihî mekânından biri olan
Celsus Kütüphanesi’nde dün gece…” gibi kullanıveriyor cümle içinde…
Oysa, yüzü kızarması gereken, bülteni kaleme alanlar değil elbet !
Peki kimler, bu habersizlik ve sahipsizlikten utanmalı ?