Nihat Demirkol

İzmir’e bir “Meçhul Politikacı Anıtı” dikelim

27 Ağustos 2015

HAFIZAM beni yanıltmıyorsa (çünkü neresinden baksanız 40 seneden fazla geçti üzerinden...) bir zamanlar (sözde) bir abide yarışması açmıştı da GIRGIR dergisi, (sözde kazanan) abidenin kitabesine, (Ümit Yaşar’ın diye hatırladığım) şu dizeler yazılmıştı:
“Ancak O’na yakışır böyle böyük kaide / Oturmuş koltuğuna kalkmıyor ne faide...”
Meğer ne büyük haksızlık etmişiz Demirel’e o yıllar? İnsan yaşadıkça neler görüyor? Dahası, her gün yeni neler öğreniyor?
Ne yalan söyleyeyim? “Meçhul” ve “Anıt” deyince, ben sadece bildiğimiz, duyduğumuz, ziyaret ettiğimiz, “Meçhul Asker Anıtı” var sanırdım. Çanakkale’den Buenos Aires’e, Roma’ya, Yeni Delhi’den Viyana’da Heldenplatz’a, Paris’e... Moskova Alexander Bahçesi’nden Virginia’daki Arlington Ulusal Mezarlığı’na... Nihayet, en meşhurlarından biri olan Londra Westminster Katedrali’ndeki “Meçhul Askerin Mezarı”na kadar dünyanın dört bir köşesinde pişmanlık ve vefa adına dikilmiş “gölgeler”i bilirdim.
Fazladan, Ece Ayhan’ın 1973’te yayınlanan (ve aslında 1970’te yazdığı) “Devlet ve Tabiat ya da Ortaikiden Ayrılan Çocuklar için Şiirler” kitabından “Meçhul Öğrenci Anıtı”nı okumuşluğum vardı. Hani; “...Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür / Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: / -Maveraünnehir nereye dökülür? / En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: / -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine-dir...” diye başlayıp, “...Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır / Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek...” diye biten; bu ülkenin yaşamaktan hiçbir şey anlamadan ölen, Ali gibi, Ethem gibi, Mehmet gibi, Berkin gibi, yüzlerce gündür uyanmayan tüm güzel çocukları için yazılmış ve bugüne kadar da daha iyisi yazılamamış olan o “ağıt şiir!”
Hadi bir kısmımız da eğitim için memleketi Ağrı’dan kalkıp Muğla’ya gelen, ancak harç parasını biriktirmek için çalışmak zorunda kaldığı İstanbul’da inşaattan düşerek ölen Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer Çetin’in anısını yaşatmak ve –arkadaşlarının ölümüne neden olduğunu düşündükleri paralı eğitim politikalarını- teşhir etmek amacıyla ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ önerdikleri için haklarında ‘pankart açıp slogan atarak izinsiz gösteri yapmak’ iddiasıyla soruşturma açıldığını hatırlıyor olsun... “Meçhul Çocuk Anıtı” önerilerini okumuş olsun bazılarımız, gazetelerden... Altına, Edip Cansever’in “Ölü mü denir?” şiirinden birkaç dizenin yakıştırıldığını hatırlasın bazıları: “...Kimse hüzünlü olmasın / Sırası değil hüznün daha / Bir gün bir şehrin alanında / Bir mermer yığınının gözlerine / Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı / Hüzünlensin yaşayanlar o zaman / Sırası değil hüznün daha...”
Ama dedim ya, “öğrenmenin sonu yok” diye! Yarım asır önce İngiltere’de bir anıt yarışması açılmış mesela, “Meçhul Politik Hükümlü” ya da “Meçhul Siyasal Mahkum” anıtı. Türkiye’den Ali Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu katılmış da ödül bile almış Müridoğlu... Hatta BBC’den öğreniyoruz ki, yine Londra’da 2004’te açılmış bir “Meçhul Hayvan Anıtı” bile varmış. Savaşlarda Britanya için ölmüş milyonlarca hayvanı anmak ve onurlandırmak için dikilmiş...

Yazının Devamını Oku

Tarih tesadüfleri sever

23 Ağustos 2015

Seçime daha çok var ama, sıradan bir arama motorunda, “tarihte bugün” sayfalarına gidin ve sadece “olaylar” başlığı altında, (doğumlara, ölümlere filân takılmadan...) bir bakın bakalım; 1 Kasım tarihinde dünyada neler olmuş? Ben her ihtimale karşı, aşağıda “uzun atlayarak bir özet” çıkarttım. Daha gerçekleşmediği için, elbette 2015 senesi ve “1 Kasım’da inşallah Türkiye tekrar seçimi yaşayacaktır / lâfı edildi” notu yok. Ama yazının sonuna kadar sabrederseniz, “neden 1 Kasım?” sorusunun yanıtına ilişkin ilginç bir “yakıştırma” bulacak ve “deli gönül neler istermiş?” anlayacaksınız.

644 - 2. Halife Hz. Ömer İbn Hattab, Medine’de sabah namazında hançerle saldırıya uğradı... / 1512 - Tavan resimleri Michelangelo tarafından 4 yılda yapılan Sistine Şapeli ilk kez halka gösterildi... / 1604 - Shakespeare’in Othello adlı eseri ilk kez Londra’da oynandı... / 1755 - Lizbon’da çok şiddetli bir deprem oldu. O deprem bir tsunami oluşturdu 90.000 kişi öldü... / 1896 - National Geographic dergisi ilk defa bir kadının çıplak göğüslerinin göründüğü fotoğraf yayımladı... / 1912 - İzmir’in ilk kulübü Karşıyaka Muaresei Bedeniye Kulübü, yani bugünkü adıyla Karşıyaka Spor Kulübü kuruldu... / 1922 - Son Osmanlı padişahı VI. Mehmet tahtını terk etti... / 1922 - 623 yıl süren Osmanlı saltanatı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla sona erdi... / 1927 - Gazi Mustafa Kemal 2. kez cumhurbaşkanlığına seçildi... / 1928 - Lâtin Alfabesi’ne geçiş - Harf Devrimi - Arapça sayılar ve harfler kaldırıldı, Lâtin harflerinden oluşan yeni Türk Alfabesi kabul edildi... / 1939 - Yapay döllenme yoluyla dünyaya gelen ilk tavşan basına tanıtıldı... / 1956 - Macaristan, Varşova Paktı’ndan çekildiğini açıkladı... / 1959 - Kongo’da beyaz karşıtı ayaklanmalar sonrası milliyetçi lider Patrice Lumumba tutuklandı... / 1961 - Sovyetler Birliği Komünist Partisi 25. Kongresi’nde geçmişteki hataları nedeniyle suçlanan Josef Stalin’in naaşı Moskova Kızıl Meydan’daki mozoleden çıkarıldı... / 1962 - Sovyetler, Mars’a ilk roketi fırlattı... / 1967 - Rum polisi, Kıbrıs Türk toplumu liderlerinden Rauf Denktaş’ı adaya gizlice girerken yakaladı ve tutukladı... / 1982 - Ataol Behramoğlu, Asya-Afrika Yazarlar Birliği’nin Lotus Edebiyat Ödülü’nü kazandı... / 1990 - Halkın Emek Partisi (HEP) milletvekilleri Mehmet Ali Eren ve Mahmut Alınak, Kürtçe konuşma ve yazmanın serbest bırakılmasını istediler... / 1993 - Cumhuriyet tarihinin ilk Din Şûrası toplandı... / 1993 - Maastricht Antlaşması yürürlüğe girdi, Avrupa Birliği resmen kurulmuş oldu... / 1998 - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kuruldu... / 2001 - Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ukrayna’dan satın aldığı Varyag gemisi İstanbul Boğazı’ndan geçti... / 2008 - TRT Çocuk yayına başladı... / 2014- IŞİD’e karşı, “Kobani ve insanlık için küresel seferberlik” çağrısıyla, 1 Kasım “Dünya Kobani Günü” olarak ilan edildi...”

Biliyorsunuz, (yukarıda da sözü edilen) saltanatın kaldırılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922’de kabul ettiği “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, hukuku hâkimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair” 308 numaralı kararname ile gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılması müzakerelerinde şunları söyler: “...Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını 6 asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir...”

Geçenlerde, ajanslar aşağıdaki satırları geçti: “...Rize’den şunu söylemek istiyorum. Beyler, Türkiye 10 Ağustos 2014 tarihinde, milletin doğrudan cumhurbaşkanını seçmesiyle yeni bir döneme girmiştir. Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır. İster kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiilî durumun, hukuki çerçevenin, anayasal olarak kesinleştirilmesidir...”

Külâhıma, “Tarih tesadüfleri sever” dedim. Pek inanmış gibi bakmadı...

Yazının Devamını Oku

Kimseyle barışmıyorum ve sizleri affetmeyeceğim

20 Ağustos 2015

KISA pantolonluydum; o benim “Orhan Bey amca”mdı... Çocuk yüzüm kocaman elleri arasında kaybolurdu. Öğrenci olaylarında çok himaye etti beni, “baba yarısı” gibiydi, kitabını “Meslektaşım” diye imzalarken, göz pınarlarının dolduğunu, sesinin titrediğini hatırlarım. Komşumuzdu, yıllar geçti nikah şahidim oldu... Diyarbakırlı’ydı.

Mülkiye’de müstahdemdi “İhsan Amca”, ağabeyimizdi... Yarısı Türkçe, yarısı Kürtçe açık saçık hikayeler anlatırdı; gülerdik. Olgun ve kendiyle barışık hallerini çok severdim, denk geldikçe laflardık. Aklı fikri “fakültenin güzel kızlarından biriyle aramı yapıp evlendirmek”teydi beni. “Bakarız İhsan Amca, düşünürüz” diye atlatırdım da, uzun yün hırkasını çekiştirip, “Akıllı düşünene kadar deli alır da gider” diye kızardı. Dosttu, candı; Kürt’tü...

Maliye hocamdı Prof. Bedri Gürsoy... Şahin gibi bakardı “büyük amfi”nin kürsüsünden. Öğrencilerini, Hüseyin Avni’nin Divanı’ndan alınma bir gazelle, “Kimse idrak etmedi manasını davamızın / Biz dahi hayranıyız dava-i bi-manamızın...” diyerek hicvederdi. “Tıraş sabunu kokulu” eski adamların mesafeli samimiyeti ile dolaşırdı koridorda. Yıllar sonra segâh makamında bestelemiştim; “Sana doğru çekiyor hep beni bir el güzelim / Arıyor özlüyorum durma çabuk gel güzelim / Öyle bir aşk-ı muhabbetle beni bağrına bas / Diyeyim –oh, bu ne âlâ ne mükemmel- güzelim” diye seslenen rubaisini... Dersimli diye hatırlıyordum, baktım Diyarbakırlı’ymış.

Hakimlik stajını beraber yaptık, arka arkaya tayin olduk Malatya’ya... Çok karara, “Türk Milleti Adına...” birlikte imza attık. Can dostumdu; yarendik, sırdaşdık. Hâlâ öyleyiz. Kocası desen, dünya iyisi bir adamdır; sesinin yükseldiğini görmedik daha. Kızlarından biri elimize doğdu. Tanıdığım en mert insanlardan biridir. Varto’luydu...

Arabamı ona yıkatıyorum, 10 seneden fazlası var. İçi-dışı bir! Temizliğinden siyaset yapamadı zaten, yarı yoldan döndü. Suyun içinde ekmek parası kazanıp, pırıl pırıl evlat yetiştiriyor bu memlekete... Biri aslan parçası, iğne oyası öteki... Ortalarda, “adam diye dolaşan” nicesine değişmem arkadaşlığını. Diyarbakırlı, Kürt...

Satır aralarına daha onlarca isim yazabilirim; hayatıma dokunmuş, hayatına dokunduğum... Hiçbiriyle tek bir meselem olmadı. Onlar da fena şeyler söylemeyeceklerdir benim için. İyiyi, kötüyü, kaderi, tasayı, kıvancı paylaştık senelerce. Allah ömür verirse, böyle de yaşar gideriz yan yana...

Onun için ben kimseyle barışmıyorum, böyle bilinsin! Çünkü böyle bir ihtiyacım yok... Çünkü kimseyle kavgalı olmadım ben. İşte sadece bu sebeple, “kul icadı” bu ibretlik kavganın “azmettirenleri”ni affetmeyeceğim. Tıpkı tarihin “bu Meclis’i affetmeyeceği” gibi...

Yazının Devamını Oku

“Ağustos ayı yazıları”na okuyucu ne diyor?

18 Ağustos 2015

“FACEBOOK hallerimiz” yazısında dertleşmiştik: “-face/book- sözcüğü üzerinden yapılan ‘melez’ bir tercüme, kendini hicveden bir itirafı dillendirmiş: ‘Yüz verdik, b...’unu çıkarttınız.’ Benim kuşağım ilkokula ‘beslenme’ taşırdı. 3 kuruşluk ‘hıyar’ bile götüremezdik yanımızda, ‘kokar’ diye. Adetâ bir sembol olan o ‘hıyar’, yıllar sonra bakın hangi kılıkta kaşımıza çıktı? Ne oldu? Nasıl oldu da bu toplumun, ‘yediğini içtiğini, giydiğini kuşandığını, aldığını sattığını, hastasını ölüsünü, acil servis hallerini, serum şişesini, burnundaki tamponu’ vitrinlemekten yüzü kızarmaz oldu? Az kaldı sanıyorum, ‘sondasını ve ördeğini’ de paylaşacak bazıları...” Okuyucularımızdan aldığımız ve buram buram duyarlılık kokan katkılardan bazılarını “kelimesine dokunmadan” aktarıyorum:

(...BBG evi gibi oldu Maşallah. Her şeyin rezilini çıkartan bir toplum olduk. / Tam da bunu demiştim ben de... / Seviyesizlikleri legalize etme ortamına dönüştü gerçekten...)

***

“Dikkat yıkılabilir...” başlıklı yazının bir bölümünde ise, “...Şair Eşref Bulvarı ile Gazi Osman Paşa Bulvarı’nın kesiştiği köşede, ‘kentlinin estetik kaygıları önemsenmediği için’ sadece EXPO’nun her alevlenişinde gözlerden saklamak için ‘don giydirdiğimiz’ eski Atlas Oteli var; malûm. Şimdi de belediye, bir tabela koymuş üzerine: ‘Dikkat yıkılabilir...’ Ne yapmamızı istiyorlar anlayabilmiş değilim! Önünden mi geçmeyelim? Yorgunluk atmak için sırtımızı mı yaslamayalım? Gölgesinden gölgesinden yürümek için yaklaşmayalım mı? Yanında yürürken kuvvetlice hapşırmayalım mı? Köşedeki ışıkta pek sert fren mi yapmayalım yoksa? Bu ‘lâf olsun diye konulmuş küçük kırmızı tabelâ’ bir vukuat halinde belediyeyi kurtarır mı dersiniz?” demiştik.

(Metruk binanın önünde yıllardır ayakkabı boyayan dostla ayaküstü konuştuk. “Belediye tabelâyı arkasını kurtarmak için koydu abi...” dedi. “Ne yıkılması? SİT kurulundan çıktı onayı. Restore ediliyor. Tekrar otel olarak açılacak...” Bu sansürsüz yoruma bir tebessüm ekledik şimdilik.)

***

Bir diğer yazıda, “Bornova 4. Sanayi’den bir esnaf mektubu”nu paylaşmış, “Kentli olmayı beceremiyoruz! Çünkü ‘kentli bilinci’ biraz da ‘çevresiyle uyum içinde yaşama becerisi’ni anlatır. Bornova 4. Sanayi Sitesi 129/9 Sokak esnafı sitenin pisliğinden, bakımsızlığından, düzensizliğinden, sahipsizliğinden yakınıyor. Anayollar, ara sokaklar, haksız işgal altında. Hurdalar, iş makineleri, yol ortasına depolama ve istifler... Kaçak sundurmalar, yola tecavüzler... Müşterimiz dükkânlara yanaşamaz oldu. Sokaktan geçemiyorlar bile... Bir de efelenme ve tehdit... Bu gücü, bu cesareti kimden alıyorlar?” sorusunu, “Bu sesi duyacak kimse var mı?” merakıyla kamuoyuna iletmiştik.

Yazının Devamını Oku

Türk Musikîsini Ayağa Kaldıran Adam

14 Ağustos 2015

Bugün geldiğimiz noktadan dönüp geriye baktığınızda, “Türk Musiki”nin başına gelenlerin tarifi, geçen salı gecesi (11 Ağustos) itibariyle şöyle yapılabilir sanıyorum: “Bakmayın, Şairin ‘herkesin bir hikâyesi vardır, ama herkesin bir şiiri yoktur’ dediğine, (hikâye ve şiir ne kelime…) “Çimenlik Kalesi’nde bulunan herkesin bir şarkısı vardı o gece…”

Çünkü bir tarafta, itelenip kakalandığı 1930’lu yıllarda, “O”nu yücelterek konser salonlarına taşıdığı,
ilk kez, bir sahnede ayakta durarak, tek başına şarkı söylediği için, “Türk Musikîsini ayağa kaldıran adam” seslenişine lâyık görülmüş, ilk bestesini 40’lı yaşlarının “dem”i ile vücuda getirmiş “baba” Selçuk’un, Üstâd Münir Nurettin”in besteleri… Diğer yanda, bu bestelere (el yazmalarına sadık kalmayanlara vermem… diye) sahip çıkarken, “…her söylemek isteyen, bu zor eserleri, kendi sınırlı yeteneği doğrultusunda seslendirecek ve çeyrek asır sonra bu eserler tanınmaz hale gelecekti. Şükürler olsun, ben bu devrimci, mücadeleci ruhu, bana ışık tutan iki eşsiz Mustafa’dan aldım. Birincisi, ‘bütün beşer yanıyla ilahi, zaman ötesi ve bir daha gelmeyecek olan’, ötekiyse, “Allah her başı dertte olan ulusa böyle bir kahraman armağan etsin’ cümleleriyle dik durmaktan vazgeçmeyen, “oğul” Selçuk’un, emaneti (hâlâ bembeyaz kıyafetleriyle hiç kirletmeyen) beyaz piyanolu Timur Selçuk’un besteleri… Ve nihayet, yukarıdaki anafikrin ışığında, bu bestelerin “Altuğ Dilmaç’ın yorumuna emanet edilmesinin, asla bir tesadüf olmadığı” gerçeği… 65 kişilik “dev” kadrosuyla, “maestro Timur Selçuk”u da kendine hayran bırakan Bodrum Oda Orkestrası’nın, “artık senfoni olmak zamanıdır” dipnotu…

Uluslararası Troia Festivali kapsamında, “Çanakkale Efsanesi”nin 100. Yılına denk getirilmiş (ve 7-8 yıllık bir proje olduğu söylenen) konser için, “…öyle bir repertuvardı ki, bestelerin en yenisi 50 yaşındaydı” dersem, “Münir Baba”yı sahnede izlemiş (ve kendisiyle yaşıt) rahmetli dedemden kızıma kadar, abartısız 4 kuşağı sarmalayan bir müzik evreninden bahsettiğimi anlatabilmiş olurum herhalde. Organizasyonun Sanat Koordinatörü, (hep gölgede durmayı tercih eden…) Numan Pekdemir, “ince ayar bile nerdeyse 5 ay sürdü” diyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün katkıları, Çanakkale Belediyesinin desteği ve Dardanel’in sponsorluğunda dinleyicisiyle buluşan konseri izlemek için, buradan Çanakkale’ye gittik ve geldik aynı gece; “ya bu kadroyu İzmir’e davet edecek bir babayiğit çıkmazsa ?” endişesinden tabii… Neden bu kadro ?

“Opera’dan, caz’a, tango’dan napoliten’e” kadar her telde dinlemiştik kendisini… Bu kez Altuğ Dilmaç’ı, “opera büyüsüyle eğitilmiş parlak sesi” için çok da kolay olmayan farklı bir renkte, “alaturka gırtlağı”nın zor virajlarında izledik. “Sanatçı” olmak, bu yorumu başarmaktı. Bir “Cumhuriyet aydını olarak, bu sentezi içine sindirmek”ti dahası… Son çıkarım, orkestramız için de geçerli elbet !

Nihâvend ile yırtıldı perde… “Sensiz ey şûh…” dediler, “âvare”lendik… “Geçen yılı yâd edip üzülme ey Sevgili” dediler, “kanmış” göründük. Yoksa mümkün müydü, “sahil seni, rüzgâr seni, akşam seni beklerken…” bu söyledikleri ? “Bağdat’ın âşıkı”ndan, şehirlerin en “aziz” olanına, “İstanbul”a uzandık; “Mercan Selçuk”un türlü çağrışımlar taşıyan zarif “semâ”ı eşliğinde…”Rintler”, yine ve tıpkı böyle bir akşam düşlemişti; kimse hayal kırıklığı yaşamadı… “Endülüs’te raks” edip, “merdivensiz kaldığımız kör kuyular”a ekledik gözyaşlarımızı… Semt-i Nihâvend’e kadar gelmişken, elbet Kalamış’a da uğradık. Gazelindeki, “ah baba kendine göre bestelemişsin, hiç oğlunu düşünmemişsin…” avâzesi, sanatın içinde, ayrı, sıcak, “kendiyle barışık ve sevimli bir ironi”ydi… Bodrum Oda Orkestrası, “Üç İstanbul”u seslendirirken, fikrimizi “ikinci perde”ye hazırlıyorduk…

Yazının Devamını Oku

Bornova 4. Sanayi’den mektup var

10 Ağustos 2015

KENTLİ olmayı beceremiyoruz!
Çünkü “kentli bilinci” biraz da “çevresiyle uyum içinde yaşama becerisi”ni anlatır.
“Kent tasarımı ve planlaması”nda ise zaten ve çoktan sınıfta kalmış durumdayız.
İzmir’i “Birinci Kordon”dan ibaret zannedenler, 5-10 dakikalık yürüyüş mesafesindeki “karanlık yüzü”nü görmezden geldikleri için kentin...
“Kemiğe dayanmış defolar”ımızdan biri de sanayi siteleri...
Kent dokusunda ne yazık ki “saça yapıştırılmış sakız” gibi duran bu “semt”ler, meskenlerle, okullarla, sağlık tesisleriyle ve daha pek çok “huzur” arayan mekanla iç içe nefes alıp veriyor.
Daha doğrusu mahalleler, bu sitelerin “ağız kokusu”nu çekiyor.

Yazının Devamını Oku

Dikkat Yıkılabilir…

7 Ağustos 2015

Şair Eşref Bulvarı ile
Gazi Osman Paşa Bulvarının kesiştiği köşede,
“kentlinin estetik kaygıları önemsenmediği için”,
sadece EXPO’nun her alevlenişinde,
gözlerden saklamak için “don giydirdiğimiz” yuvarlak hatlı bir eski bina var; malûm.
Nihayet Belediye, bir tabela koymuş üzerine: “Dikkat Yıkılabilir…”
Ne yapmamızı istiyorlar anlayabilmiş değilim.

Yazının Devamını Oku

Facebook hallerimiz

5 Ağustos 2015

İNGİLİZCE cümlelerin sözcük-sözcük, bire-bir çevirisi zaman zaman hayli gülünç karşılıklar yaratır.
Gün geçmiyor ki, sosyal medyada yeni ve çarpıcı bir örnek paylaşılmasın...
Alay konusu edilen bu tuhaflıklar içinde bir tanesi “Facebook” sözcüğü üzerinden yapılan “melez” bir tercüme ile kendini “hicveden” bir itirafı dillendirmiş:
“Yüz verdik, b...’unu çıkarttınız.”
Facebook hallerimizin “göstere göstere” seviye kaybetmesi, daha da kötüsü artık yadırganmıyor olması, üstelik “yakışıksız”ın rekabetine dönüşmesi nasıl bir hastalıktır; onu artık sosyolog ve psikologlara sormak lâzım.
Konuşturulmayan çocukların toplumunda, iki lâfı arka arkaya getiremeyen yetişkinlerden yakındık senelerce.
Şimdi vaziyet başka bir boyuta atladı.

Yazının Devamını Oku