Nihat Demirkol

Bir Nefes, Üç Yay ve çokça “Oblivion...”

7 Nisan 2016
BİR konser yazısına, hiç “son”dan başlamamıştım.

Yani “bis” üstüne gevezelik ederek... Ama olabiliyormuş!

 

Aslında, Mozart ve Haydn’ın yorumlandığı, “dinleyicilerin, sanatçılar tarafından yükseklere sürüklendiği”, “flüt”ün, “nefesler tutularak” dinlendiği saatlerdi.

 

2008 yapımı “Stefano Conia” bir “viyola” ile

 

1776 yılı, “Lorenzo Storioni yapımı - keman”

 

Yazının Devamını Oku

Manisa’dan İzmir’e Selam Getirdim…

4 Nisan 2016
2014’ün mayıs ayında, “MÜZİKSEV’in butik salonunda, “Tanburî Cemil Bey’e mektuplar…” isimli repertuvarı, seslendirmiştim; piyano ile… “…İzmir’den  bir vefâ seslenişi olabilmekten ibarettir maksadımız” dediğimiz tarihte, ölümünün 100. Yılına daha 2 yıl vardı büyük Usta’nın.

O Cemil Bey ki, “besteciliğinin yanında, ‘Tanbur, Klâsik Kemençe, Lavta, Çöğür, Viyolonsel, Ud, Keman gibi mızraplı ve yaylı sazlar’ın, deha mertebesindeki icracısıydı... Yaylı Tanbur’un mucidiydi. Tek başına halka açık konser veren ilk TürkMûsikîsi sanatkârı olmasının yanı sıra, taksim besteciliği geleneğini de başlatan kişiydi. Hiçbir saz eserini iki kere aynı şekilde çalmadığı rivayet olunan ‘nev’i şahsına münhasır bir virtüöz’dü... Tanburî Cemil Bey’e kadar olan geleneksel tanbur icrası, (yatık açıyla tutulan) bir mızrap darbesinden sonra elde edilen titreşim sırasında, mümkün olduğu kadar fazla perde kullanmak ve az sayıda mızrap atmak temeline dayanıyordu. Cemil Bey'in tanbura dinamizm ve hareket getiren tekniği, seri (ve daha dik açıyla tutulan) mızrap vuruşları ve icrada yakaladığı hareketlilik, döneminde, hayli ağır eleştirilere uğramıştı; bu ekol tartışmaları, bugün bile sürmekteydi... Öte yandan, (teknik imkânsızlıklar içinde kaydedilmesine rağmen) elimizde bulunan plâkları, kendisi için sarfedilmiş, ‘inanılması pek güç ve hattâ hayrete sığmayan övgüler’ ve bu efsane sanatkârın “biricik”liği hakkında, fazlasıyla fikir vermeye yetiyordu…”

 

Ama talihsizliğe bakın, 29 Temmuz 1916 tarihinde aramızdan ayrılan Cemil Bey’in ölüm yıldönümü, İzmir’deki Türk Mûsikîsi topluluklarının “yaz tatili”ne (?!)  rastlıyordu ve açıklanan  yıllık programlara bakılırsa, (şimdilik) İzmir’de pek anılacağa da benzemiyordu. Acaba, (Cinuçen Tanrıkorur’un ifadesiyle) “yazılan müzikle çalınanmüzik arasındaki ayrımı en belirgin biçimde ortaya koymuş olan, Türk Mûsikîsi’nin SonPeygamberi”, medyada, bir futbolcunun transfer ya da aşk dedikodusu kadar yer bulabilecek miydi ?

 

Takvim yapraklarını, bu ruh hâli çerisinde bir bir kopartırken, Yrd. Doç. Dr. Ünal Şenel’den bir davet maili aldım. Manisa Mevlevîhânesi’ndeki mûsikî akşamlarının biri,“İstanbul’un Özlü Sesi” adı altında, Tanburî Cemil Bey’in bestelerine ve anma programına ayrılmıştı. Mevlânâ Araştırma Kültür Sanat Derneği (MAKSAD) ile Manisa Celâl Bayar Üniversitesi, “Manisa ve Yöresi Türk Tarihi ve Kültürünü Uygulama ve Araştırma Merkezi”nin destekleriyle tertip edilen, “İzmir Türk Mûsikîsi Topluluğu”nun konserini dinlemeye gittim. Hakkı Demirok, Esra Dilekli Demirok, Sibel Aşkın ve Yılmaz Aksoy’dan oluşan “hânendeler”e, “Serhat Şaşman (Ud), Burak Savaş (Keman), Selim Şenel (Tanbur), Osman Çalışkan (Ney), Enes İçer (Klâsik Kemençe) ve Uğur Urşan’dan (Bendir) oluşan “sâzendeler” eşlik etti.

 

1368’den beri, “mânâ ehli”nin buluştuğu bu mekândaki mûsikî akşamlarının bir özelliği de, özenle hazırlanan program kitapçıkları. İçinde repertuvarın notaları var. Hem dinliyor, hem mırıldanıyorsunuz; hem de elinizde konserin anısı olarak küçük bir nota albümü kalıyor. Yıllar sonra bile, “filânca akşam ne dinlemiştik ?” sorusunun yanıtı cebinizde ! “Mahûr peşrev” ile başladı gece… “Var iken zâtında böyle hüsn-ü ân olma nihân”ı, “Ah, sen gül eğlen şâd-ı gâm ol daima…” izledi.  Ardından sazlardan, “Muhayyer Saz Semaisi”ni dinledik ve muhayyer şarkı, “Pür lerze olur rûyini gördükçe cenânım” geldi peşinden. Meşhur “Kürdîlihicazkâr Peşrevi”, aksak şarkıya bağladık: “Def’i nâliş eylerim hep seyr-i ruhsârınla ben”.  Şehnâz tanbur taksimiyle, güftesi Nigâr Hanım’a ait olan, benim için gecenin armağanı ve bunaldığım zamanlarda hayatımın şarkısı saydığım şâhesere ulaştık: “Feryâd ki feryâdıma imdâd  edecek yok…” Cemil Bey’in Ferahfezâ Saz Semâisini ise çok zarif bir 4. Hâne yorumuyla yudumladık. Sırada Nihâvend bir Yürük Semaî vardı ve “Sevdim seni ey işvebâz” diye seslendi sanatçılar. Konserin sonunda, Hüseynî makamına geçerken, Klâsik Kemençe ve Ney, karabatak bir taksim İle sohbet ettiler adetâ… İz bırakmak üzere en sona, “Görmek ister gözlerim her dem seni”ye bağlı olarak, Hüseynî Oyun Havası, “Çeçen Kızı” bırakılmıştı. Sanatçılar mikrofon kullanmadılar; icra sırasındaki doğal akustik, bir oda müziği lezzeti verdi. Sandalyeler yenilenmiş, ama konuşmalar sırasında kullanılan ses düzeni tam anlamıyla bir felâket… Sahnede 11 sanatçı vardı, dinleyiciler de topu topu 20 kişiydi. “Cemil’in cenazesinde de 13 kişi varmış zaten” deyip geçiştirmek yakışmaz.“Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta…” diyenler orada olmalıydı. Vefâ, İstanbul’da bir semt adı değildir sadece. Tam çıkarken, arkamdan “Mevlevîhâne”nin “hişşt derviş” diye seslendiğini duydum; ya da bana öyle geldi. “İzmir’e selam söyle” dedi. “İzmir Mevlevîhânesi için 6 makale yazdın da ne oldu ? Kimin Umurunda Yâ Hû ? Sen hâlâ konserde 20 kişi var derdindesin…”

Yazının Devamını Oku

“Bir mâniniz yoksa”, size geleceğiz…

1 Nisan 2016
Pazartesi günkü yazımın takdim cümlesi hakkında

 

çok sayıda geri-bildirim aldım.

“Canımız yanıyor” ortak parantezindeki yorumlar,

bu ilk cümlede düğümleniyordu, hatırlayalım;

“…Siz bakmayın, medyanın,  ülkenin ve dünyanın ‘kirli halleri’ üstüne yaptığı

‘mecburî mesai’ye…  Dünya hâlâ dönüyorsa, ‘güzel şeyler’ sayesindedir…” demiştik.

 

“Kirli haller”i biraz hafifletmeyi, hattâ içinden,

Yazının Devamını Oku

“Doğum Günün Kutlu Olsun”, KODA…

27 Mart 2016
Siz bakmayın, medyanın,  ülkenin ve dünyanın “kirli halleri” üstüne yaptığı “mecburî mesai”ye…  

Dünya hâlâ dönüyorsa, “güzel şeyler” sayesindedir. Hem neticede, Albert Camus’nun yalancısıyım ! Çünkü O diyor, “…Tüm sanatların doruğu… İnsan Don Giovanni'yi dinleyince, bittiğinde, bir dünya ve varlıklar turu yapmış olur…” diye; ben söylemiyorum. İşte, Wolfgang Amedeus Mozart’ın, “Opera Buffa – Gülünçlü Opera”sı sayılan, Don Giovanni’nin Uvertürü’yle açıldı; Cumartesi akşamı, “Karşıyaka Oda Orkestrası”nın (KODA), “Birinci Kuruluş Yıldönümü” Konseri… O “Don Giovanni” ki, izledikten sonra besteciye, eserde “çok fazla nota bulunduğunu” söyleyen İmparator’a, Mozart’ın "ne kadar gerekiyorsa o kadar var majesteleri" yanıtını verdiği rivayet edilen opera…
Şef Prof. Rengim Gökmen yönetimindeki Orkestra, programın ilk bölümünde, Teyfik Rodos’a, (KODA Sanat Koordinatörü ve Hikmet Şimşek Sanat Merkezi Genel Sanat Yönetmeni) eşlik etti. Sanatçıdan, Mozart tarafından bestelenmiş “Bas” için “Konser Aryaları” dinledik. Koyu eflâtun gömleği ve yaka mendiline gizlenmiş estetik, âşina olduğumuz ses performansı yanında, “sahne özeni” adına, emek verilmiş, “sessiz bir ayrıntı”ydı. Rodos, bölümün son eserini, (Per questa bella mano…) Orkestra ve Cemre Burhan Çetin’in  Kontrabas’ı eşliğinde yorumladı. Farklı yaşlardaki bir “Bas” ve bir “yay”ın, sahnede,  “ses” olarak, nasıl da başarıyla el ele tutuştuğunu görmeliydiniz… Bölümün “Bis”i, yine Don Giovanni’nin Zerlina’ya (mandolinle yaptığı) “Serenad” olarak seçilmişti… (Deh, vieni alla finestra) Orkestranın, mandolin yerine “Pizzicato” ile taçlandırdığı eserin son notası, (Beden dilinde -üstelik gülümseyen- Suna Kan tavrını gözlediğimiz) Başkemancı Deniz Toygür Conus’a uzatılan “sarı bir çiçek”le  renklendi…
Ara verilirken, hoş bir anonsla karşılaştık. Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar, KODA’nın “Doğum günü Pastası”nı kesmek için sahneye davet edildi. “Bir hayalle yola çıkmıştık… / …Türkiye’de, tam zamanlı olarak yapılanmış ilk ilçe belediyesi orkestrasıdır” dedi Başkan… “Başka hiçbir sponsor olmadan, sadece Karşıyaka Belediyesi’nin himayesinde…” diye devam etti. Birkaç kez olmak üzere, “Kültür üzerine kurulmuş Atatürk Cumhuriyeti”ne yaptığı vurgu ise, her seferinde alkışlarla kesildi elbette.
Gece tümüyle Mozart’a ayrılmıştı ve İkinci bölümde Orkestra, bestecinin “41. Senfonisi”ni, (Jüpiter) seslendirdi. Bulunduğu yerde ayağa kalkıp ve ayağa kalktığında, (efsane New York Filarmoni’nin yaptığı gibi…) “yüzünü seyircisine –tümüyle, tam cepheden- dönebilecek kadar müzikal özgüven sahibi olan genç sanatçılar...” dinledik ve izledik. Cumhuriyet çocuklarıydı onlar… Üzerlerinden kaçmayan sahne kıyafetleriyle, aydınlık, ışıklı, güler yüzlü ve ümit veren… Bazı (?!) orkestralardaki, “bitse de gitsek” resmi veren (bazı) ağabey ve ablaları gibi, artık “müzik işçisi” olmuş ve yaptığı işten bıkmış bir hâl yoktu üzerlerinde. “Ne olur hep böyle kalın ?” diye mırıldandım. Şef Rengim Gökmen, “bu kadar beğeneceğinizi ve alkışlayacağınızı tahmin etmiyorduk…” dedi şaka yollu ve (Molto allegro) “Finale”nin bir bölümünü tekrarlattı sanatçılara. Kendisinden de bir dileğim var: “Maestro, Siz böyle çok geceler görmüş ve yaşamışsınızdır. Bu gençleri yalnız bırakmayacak kadar çok; öyle değil mi ?”
Dinleyiciler arasında, “dantel ve tül” ile sarmalanmış Greta Garbo şapkasıyla, uzun yılların zarafetini hâlâ üzerinden taşıyan bir Hanımefendi’ye takıldı gözümüz. “En az sahnedeki sanatçıların bana gösterdiği saygı kadar, ben de onlara saygı göstermeliyim; çünkü ben klâsik müzik dinleyicisiyim…” diyordu her haliyle. Bunun yanında, çok şükür, eşofman ve fosforlu spor ayakkabısıyla, akşam yürüyüşünden dönerken “uğramış” seyirci de gördük İzmir salonlarında… Çok kalabalık değildi salon ! Ama artık eskisi kadar üzülmüyorum. Mozart’ın dediği gibi; "ne kadar gerekiyorsa o kadar vardı herhalde…” 
Tekrar yazıyorum; “Biri karanlık, diğeri aydınlık ve yan yana duran 2 odanın kapısını açmaya korkmayın ! Açılan kapıdan, hep aydınlık girer içeri; karanlığın öbür tarafı zaptettiği görülmemiştir”. Kapıyı ne kadar açarsanız, o kadar çok ışık sızar… Kapı ardına kadar açıktı Cumartesi gecesi. “Karanlığın gözü kamaşmıştır; alışacak !” dedim içimden. Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’nin bütün davet maillerinde yazdığı gibi; “Başka bir dünya sanatla mümkün !”
Biraz da lâtife edelim… Müzikte, bir eserin trafiğini belirlemekte kullanılan işarete, “koda” denir malûm. Genelde, bir koda işareti görüldüğünde, diğer koda işaretinin olduğu yere gidilir, geri dönülür. Bundan böyle, “KODA” gördüğümüz her yere gideceğiz anlaşılan ! Teşekkürlerimle… 

Yazının Devamını Oku

“Çiçek – Böcek” Yazınca Kızan Okuyucularıma…

24 Mart 2016
FARK ettim ki, “kriz yönetimi” üzerine en son yazıyı, Eylül 2004’te yazmışım. (?!)

Ondan önce de Haziran 1999, 1995... Oysa, sevgili Deniz Sipahi beni gazeteye davet ederek köşemin adını da “Benim Gözlüğümden” koyduğunda, “köşe yazılarının yuvarlak hatlı olanları”nı öteden beri sevmediğimi biliyordu. Üstelik, kızımın, kitabımın arka kapağında, “Bakalım babamın yuvarlak gözlüklerine, bu sefer hayatın hangi –köşeleri- çarpmış?” diye sorduğu yıllardı. Ben de mesleğimle ilgili makûl ve mazbut (?!) yazılar yazıyordum. Sonradan irtifa kaybettim (?!); bu çiçek-böcek, sanat-manat yazılarıyla... Hattâ arada sırada, Mülkiyeli olmayı pek önemseyip, anlarmış gibi (?!), siyaset bile yazmaya yeltendiğim günler oldu... Ama lâf aramızda, “Yönetim Bilimi ve İnsan Kaynakları” içeriğiyle yazdığım yazılarda da esasa gelmeden önce Macellan gibi yapardım. Hani, “Ümit Burnu”na giderken karısına, “bi tur atıp gelecem” demiş ya, onun gibi bir şey! “Patlamalar”ın, Anadolu ve Avrupa coğrafyasında, nasıl da farklı yönetildiğini hayretle gözlemleyince, eski hallerim depreşti. Araya bir tane de “ciddi” (?!) yazı sıkıştırıvereyim dedim. Şimdi gelin, 1990’larda yazdıklarımın, şu garip memlekette hâlâ gündemi meşgul edip etmediğini birlikte kurcalayalım.

 

Meselâ, “Torunlarınızı, size minnettar kılacak dünya bu mu olacak?” başlıklı yazıda, “Üstünde nilüfer çiçeği bulunan bir havuzunuz olduğunu düşünün. Nilüfer her gün bir kat büyümektedir. Bitki kendi haline bırakıldığı takdirde, 30 günde havuzun bütün yüzeyini kaplayacaktır. Nilüferin büyüklüğü uzun bir süre göze az görünür, bu nedenle, havuzun yarısını kaplayıncaya kadar insan bitkiyi koparmayı düşünmez. Bu büyüme eğilimine göre, nilüfer havuzun yarı yüzeyini hangi gün kaplayacaktır? Tabii ki, yirmi dokuzuncu gün. Artık havuzunuzu kurtarmak için sadece bir gününüz kalmıştır...” deyivermişim, tespit güncel gibi...

 

“Prometheus”ta, “...Kavga Zeus’la Prometheus arasındadır ve bugün, ‘bilginin tutsaklığına tahammülü olmayan’ insanoğlunun, özgürlük-kölelik kavgasında, belki de ilk perdedir. Evreni yöneten, tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür de prangaya vurulmuş, ıssız bir kayalıkta sonsuzluğa dek işkencelere mahkum, ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden bile yoksun Prometheus köledir öyle mi? Zeus bütün kurbanları, uşakları, dalkavuklarına karşın bir çocuk gibi zayıf ve çaresizdir. Onu yıkımdan kurtaracak tek kişi, akıl gücünün taşıyıcısı Prometheus’tur. Zeus tutukladığı düşmanının elinde tutukludur aslında...” diye alıntılamışım. Hâlâ pek tanıdık sanki! “Şüpheci bir yazı”da ise, “Büyük fetihlerden sonra veya ustaca yürütülen propagandalar sayesinde olduğundan büyük gösterilen önemsiz zaferlerin dönüşünde Romalılar, İmparatorlarını coşkuyla karşılar ve hep bir ağızdan sorarlarmış: -Ne aldığını biliyoruz Sezar; neler verdin?-” diye, dedikodu yapmışım, pişman filân değilim.

 

“Saddam rüyama girdi...” yazımda, (sözde) “...Siz beni ve halkımı düşünmeyi bırakın komşu” demiş bana, yıkılmadan önce Diktatör. “Bu rüyanın, aslında kimlerin kâbusu olduğunu bulmaya çalışın. Krizden kimin sorumlu olduğu genellikle belli değildir. Ama, doğru cevapları bulması gereken kişiler, muhtemel bir krizin çözülmesinden sorumlu olanlardır... Bunları mutlaka yaz gazetende...” diye de tamamlamış sözlerini. “Kassandra’ya inanmayanlar için...” başlığı altında, “Hiçbir kriz, bir başka krizin kurallarına göre aşılmaz. Mutlaka birşeyler değişmiştir; artık yeni kurallar geçerlidir. Bu yüzden, sadece sıradan, kolay tahmin edilen olayların değil, beklenmeyen olay ve senaryoların da üstesinden gelebilecek bir takım kurulmalıdır. Ama çoğu kez problem, sadece kuralların değiştiğini fark etmememiz değil, şu anda hangi kurallara uymamız gerektiğini bilmememizdir. Çoğunlukla, kural değişikliklerini haber verecek hiç bir uyarı işareti yoktur. Kriz sinsice sokulmaktadır. Bir şeyin ne olduğunu tam bilmemenize rağmen, büyük bir şeyin, önemli bir şeyin değiştiğini hissedersiniz. Her ülkede, her şehirde “Kassandra”lar vardır, onlara kulak veriniz... / ...Her şey yolunda değil, ıskalamayınız!” diye hatırlatmışım.

“Kriz ve John STEINBECK” yazısında ise, “...Nobel ve Pulitzer ödüllü yazar, ‘Bir insan gerçekten diğer insanlar hakkında birşey bilmiyorsa, yapabileceği en iyi şey, diğerlerinin de kendisi gibi olduğunu ummaktır...’ derken, Steinbeck’ten neredeyse yarım asır sonra, ‘yalnız paranoidler ayakta kalır’ diyen Andrew Grove, başka bir şeye işaret etmek istiyordu sanırım. Bu kriz de nasıl olsa atlatılacak. Ama yaşadıklarımızı ertesi gün unutacağız. Rüzgar yön değiştirdiğinde, “neden her şey bu kadar yolunda gidiyor?” sorusunu, “aramızdan kaç kişi sormak basiretini gösterecek?” diye sormuşum. Aynı soruyu bugün sordum farz edin, yadırgar mıydınız?

Yazının Devamını Oku

Neyin kıymetini biliyoruz ki?

21 Mart 2016
“ZAFER”in kutlanması ve şehitlerin “anılması” etkinlikleri 18 Mart’a yakın günlerde çok şükür hâlâ elimizden uçurmadığımız bir bilinç yansıması olarak gündeme oturuyor.

İşte bu “vefâ geceleri”nden biri de geçtiğimiz cuma akşamı yaşandı. İzmir Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu, “İstiklâl Marşı’nın Kabulü, Çanakkale Şehitlerini ve Mehmet Âkif Ersoy’u Anma Konseri” ile dinleyicisinin karşısına çıktı. Bornova Yüksel Eraslan Kültür Merkezi’nde, Özel Ege Lisesi ve Eraslan Vakfı’nın katkılarıyla gerçekleşen konser, “Bu çok özel ve netâmeli günlerden geçerken, o salonda olmak lâzım” diye düşünen adetâ “bir avuç meraklısı”nın alkışlarına emanet edildi. Alkışlar aslında konser sonlarının sanatçıya “ayakta armağan edilen son ritüeli”dir. Öyle olmadı! Dinleyicilerin yana düşmüş kolları ve öne eğilmiş başları bu kez “ayakta armağan edilen saygıyı ve belli belirsiz bir mahcubiyet”i işaret ediyordu. Açılışta hep birlikte İstiklâl Marşı söylendi.
İlk bölümde 3 eser seslendirdi koro. Yavuz Akalın’ın bizi ney taksimi ile davet ettiği segâh bu bölümün tamamına hâkim bir rüzgâr olarak seçilmişti. Bütün güfteler, Şerif Muhiddin Targan’ın nitelemesi ile “bir hilkat sırrı” ya da Dücane Cündioğlu’nun kitabına da verdiği isimle anarsak “Bir Kur’an şairi” olan Mehmet Akif Ersoy’un kalemindeki iklim ve heyecanlardı. “Segâh Tekbîr”in kandilinden tütsülenmiş bir girişle ve “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker” diye başlayan Saadettin Kaynak’a ait “Mersiye”, “Seni ancak ebediyyetler eder istiâb” diyerek bitti. Pek çok kişinin Çanakkale yöresine ait zannettiği “Aynalı Çarşı” (Muzaffer Sarısözen tarafından derlendiğini bildiğimiz) bir “Kastamonu türküsü” notuyla seslendirildi. “..Vurdular beni” derken salonun neredeyse tamamı ezgiyi mırıldanıyordu… Ardından, Âkif’in Yunan birliklerinin 8 Temmuz 1920’de Bursa’ya girmesi üzerine gece sabaha kadar hem ağlayıp hem de yazdığı “Bülbül” şiirine geldi sıra... Çok nadir dinleyebildiğimiz bir eser seslendirildi. Koronun neredeyse 20 dakikalık kesintisiz performansla 1 sanat gösterisi halinde yorumladığı Ali Rifat Çağatay’ın (Düyek usûlünde başlayıp Devr-i Hindî, Sofyan, Yürük Semaî ve Curcuna ile zenginleşen) “Değişmeli-Mahûr” şâheseri 12-13 sayfalık bir nota ve iç içe geçmiş en az birkaç besteden oluşuyordu. Ve bildiğiniz gibi hüzün ve isyan son mısrada şair tarafından şöyle ifade ediliyordu: “Benim hakkım sus ey bülbül, senin hakkın değil matem...”
Hüseynî eserlerle başlayan ikinci bölümde parlak ve dolgun sesiyle solist Ümit Yazıcı vardı sahnede. Âkif’in güftesini Şerif İçli’nin bestesinde yudumladık. Güftenin zaten kendi müziği vardı ama son tahlilde görülen arûz vezninin aksak usûlüyle dudak dudağa öpüşmesiydi adetâ: “Ezelden âşinanım ben hem ezelden zebânımsın...” Levent Düzağar’ın buram buram Hüseynî kokan keman taksimi ile Cahit Öney’in bestesine ulaştık: “Sevk-i â’mâk-ı hayâlât etmede her ân beni...” Sırayla önce Hüseynî-Bûselik sonra da Uşşâk birer ilâhi dinledik.
Konserin son anonsunda son 2 şarkı şöyle takdim edildi: “Atamız, ‘Sanatçı alnında ışığı ilk hisseden insandır’ demiş. Bu demektir karanlığı da ilk hisseden odur. Kıştan bahara geçerken, 2 bahar şarkısı ile vedâ ediyoruz...” Ama bana sorarsanız şarkıların bahara geçişle hiç alâkası yoktu. Fehmi Tokay’ın “Geçti bahar hazan erdi bu yerde” diye başlayan Bûselik şarkısını İzzet Altınbaş’ın Acemkürdî’si izledi çünkü; “Bak yine geçti bahar...” Sanıyorum koronun iyi bir metin yazarına ihtiyacı var! Salondaki dinleyici sayısının azlığına hakkında, “Özel bir konseri özel sanatseverler izledi” diye söylenip geçiştirmek en doğrusu... Sanatçıların emeği ve motivasyonu yönünden baktığınızda ise seyirci azlığının salonda ister istemez bir enerji eksikliği yarattığını ve bunun sahneye de yansıdığını söylemek zorundayım. Yoksa sazların “mersiye ve ilâhiyi aynı tavır ile yorumlaması” nasıl açıklanabilir ki? Merdivenlerden inerken yanımdaki kâdim dosta, “İzmir’in en güzel salonlarından biri, iyi bir ses sistemi, ısıtılmış bir mekân, trafik ve otopark sorunu yok. Üstelik ücretsiz olarak sunulan bir konser... Neden bu kadar az dinleyici var biliyor musunuz? İnsanlar bedelini ödemedikleri şeyin kıymetini bilmiyorlar” dedim. Dostum sitemle karışık gülümsedi: “Bedelini ödediği Cumhuriyet’in kıymetini bilmiyor, ücretsiz davet edildiği konserin mi kıymetini bilecek?”

Yazının Devamını Oku

“Söylence”nin “Gökovalı”sı…

17 Mart 2016
“Yarım yüzyıllık iletişim deneyimimde öğrendiğim şeylerden biri şu: -Konuşma dediğin dinleyeni, yazı dediğin okuyanı şaşırtmalı-“ demiş bir “Usta”dan bahsederken, “kimi şaşırtacak, ne yazabilirim ki ?” diye düşündüm.

“Hakkında yazılmamış bir şey, söylenmemiş bir söz kalmış mıdır acaba ?” diye tedirgin olduğumu da saklayamazdım sizden… Dahası, bu yazı, “söyleten” için kaleme alınmış olmasına rağmen; “söyleyenler”in adını anmadan edemeyeceğimiz “söyleyişler” i ıskalamaya, cesaret edebilecek miydim ?

 

"Şadan Gökovalı’ya arkadaşım, oğlum desem azdır. Çünkü mevcut insanlar arasında beni temadi ettirecek – daha doğrusu temadi ettirmeye en müsait – insan odur. Ölsem, ölüm bana galebe çalmamış olacak. Çünkü Şadan var…” diyen, “Halikarnas Balıkçısı”ydı. “Her birini canımdan çok sevdiğim Türk gençleri içinde şu üçünü kendime evlat seçtim: Cengiz Bektaş, Şadan Gökovalı, Ayça Abakan” diyen ise, “Azra Erhat”. “Gün gelecek, biz Şadan Gökovalı’nın rehberlik ettiği tura katıldık diye övüneceğiz” cümlesi Onunla Anadolu’yu gezenlere, “Halikarnas Balıkçısı’na, ölümünden sonra her yıl bir kitap yazdıran kişidir Şadan Hoca…” betimlemesi ise öğrencisi “Nedim Atilla”ya aitti.

 

Mitolojinin tadına varışım, yukarıdaki satırlarda adı geçen Azra Erhat sayesinde olmuştu. Merak yüklü sorularımdan bunalan annemin armağanıydı bu tanışıklık… Şimdi masamın üzerinde duran "Mitoloji Sözlüğü"nün birinci baskısını, 1972’de onun elinde ilk gördüğümde,  bana açacağı pencerenin büyüklüğü konusunda hiçbir fikrim yoktu. Düşünce ufkuma, hayal gücüme yapacağı katkıları aklımdan bile geçiremezdim. "Halikarnas Balıkçısı"ndan, "Homeros"a, oradan "Herodot Tarihi"ne uzanan yolculuğum, böyle bir raslantı ile başlamıştı. “Kriz yönetimi”ni Kassandra ile omuz omuza anlatışım ise, elbette yolun daha ileriki kilometrelerine rastladı. Bana “söylencebilim hakkında bilmediklerimi öğreten ilk kitabım”, bu yıl 44 yaşına bastı.

 

Gökovalı’nın, “ilk göz ağrım” dediği ve masamın üstünde duran bir diğer kitabın iç kapağında ise, “Karınca Matbaası, İzmir - Mayıs 1968” yazıyordu. Onu da, Aralık 2005’te, “dinleyeni şaşırtacak bir konuşma hazırlayabilemek için” müzayededen almıştım; daha “okuyanı şaşırtacak bir hazine”ye dokunduğumu bilmeden… Bugün 48 yaşında ve 2 yıl sonra yarım yüzyılı devirecek olan, “Yedi Bilge, Harika, Kilise, Uyuyanlar” adlı bu kitaba yazdığı sunuşta, okuyucuya bakın nasıl sesleniyordu “Balıkçı”: “Şadan Gökovalı’nın Yediler’e değin kaleme aldığı bu yazı, yukarıda sözünü ettiğimiz uygarlık tarihinde Anadolu’nun büyük payına işaret ettikten başka; turizmde hep üstün bir uygarlık iddiasıyla Anadolu’ya rakip olarak şımartılanlara, bilgiye dayanan bir cevaptır. Şadan Gökovalı gibi, araştırma, inceleme özlemi olanlara, kütüphanelerimizde başka başka ulusların yapıtları yoktur… / …merakları olanlar onları inceleyebilsinler ve yanlış bilgileri tashih edebilsinler. Bu mehaz (kaynak) yokluğunda Şadan Gökovalı’nın yazıları, zifirî karanlığı mum ışığıyla aydınlatmaya benzese bile –ki öyle değildir- alkışlanacak bir davranıştır…”

 

Yazının Devamını Oku

Zekânın bile “yapay”ı makbul artık!

13 Mart 2016
BENİM kuşağım satrançta Fischer ve Spassky ile açtı gözünü...

Bu ustalara Karpov ve Kasparov’u da eklemelisiniz elbette! Onlara “İlâh” muamelesi yapılırdı. Gel gelelim, kahramanımız Kasparov, IBM tarafından geliştirilen ‘Deep Blue’ ile önce berabere kaldı. Ardından, saniyede 200 milyon pozisyon deneyebilen ‘Deeper Blue’ adlı ikinci bilgisayar, 1997’de dünya şampiyonunu devirdi. Kasparov ikinci oyunun 37. Be4 hamlesinde, oyuna müdahale ve ‘Deep Blue’ya insanlar tarafından yardım edildiğini iddia etti. Çünkü pozisyona göre bilgisayarın 37. Qb6 hamlesini yaparak bir piyon kazanma eğiliminde olması bekleniyordu ve bu eğilim pek çok satranç otoritesi tarafından da onaylandı. IBM bu iddiayı hiçbir zaman kabul etmedi ve Kasparov’un yeni bir maç önerisini reddederek, ‘Deep Blue’ projesini sona erdirdi. “IBM’in kendini aklayamadığı” hâlâ konuşulur.

Biz konuşurken... Geçen hafta, Google’ın birkaç yıl önce satın aldığı İngiliz “derin öğrenme girişimi DeepMind” tarafından insanlık tarihinin en eski oyunlarından biri olan (ve satrançtan çok daha fazla hamle olasılığı bulunan) GO’ya göre geliştirilen (yapay zekâ) AlphaGo, 18 kere dünya şampiyonu unvanını kazanan 9pro seviyesindeki Lee Sedol’u Güney Kore’nin başkenti Seul’de yapılan maçta yendi. (Bu yazı yazıldığında AlphaGo üçüncü maçı da kazanmıştı, iki 2 maç daha oynanacak.) Önce canlı yayında kendisinden çok şey bekleyenlerden özür dileyen Lee Sedol’ün neler söylediğine bir göz atalım: “Oyunu kaybedeceğimi hiç düşünmediğimden çok şaşırdım. Oyunun başında yaptığım bir hata oyunun sonuna kadar yakamı bırakmadı. Alpha Go’nun stratejisi başından itibaren mükemmeldi. Güçsüz bir görüntü sergilediğim için çok üzgünüm. GO’da çok deneyimli olmama rağmen böylesine ağır bir baskıyı hiç yaşamamıştım ve sanırım yeteneklerim bunun üstesinden gelmeye pek yetmedi. AlphaGo insanın asla yapamayacağı hamleyle kazandı. Bugün Lee Sedol yenildi, insanlık değil!”

Şimdi de GO tutkunları ne diyor onları taşıyalım köşemize: “...Yapay zekâ devrimi çoktan başlamıştı. Bugün bir kilometre taşı daha eklendi. / İnsan yapay zekâya kaybetti. Korkmaya başlayabiliriz. / O güzel GO’cular, o güzel GOBAN’lara binip gittiler. GO taşının dijitaline, GO oyuncusunun yapay zekâsına kaldık. / Bakın bu bir dramdır. Ağlamalık. Ama heyecan da duymalık tam / Lee Sedol kazansaydı da insan zekâsını övecektik. AlphaGo kazandı yine insan zekâsını öveceğiz. / O kadar da eşit değil bence. Zekânın kendisi ile taklit eden insanların zekâsını övmek farklı. -Yapay zekâyı da insanlar yaptı- mantığına karşıyım. Artık onların zekâsını övme vakti. Biz mi yaptık? Evet biz yaptık ama, artık bizden bağımsız bir organizmaya dönüşmeye başlıyorlar. / Einstein’ı överken anne babasını değil, Einstein’ın kendisini övüyoruz. / Bir robotun kendi kendine yazılımını yükselttiği gün dediğiniz gerçekleşir. / Olasılık sayısı evrendeki atom sayısından bile fazla dediğimiz oyunu çözmeye çok yakınlar, belki de algoritması çözüldü. / Organizma olabilmesi için kendi kendini çoğaltabiliyor olması gerek. / Kısmen üretiyorlar zaten.”

Noktayı, önemli bir ayrıntıya parmak basarak koyalım. Deep Blue satranç oynamak üzere tasarlanmıştı ve Kasparov’u yendiğinde sadece en iyi bildiği şeyi yaptı. AlphaGo ise GO’yu öğrenmek üzere tasarlandı. AlphaGo, “derin öğrenme” ile kendisine hiçbir kural öğretilmeden GO oynamayı eski oyunları-verileri izleyerek, taklit ederek öğrendi (denilebilir). “Bu insanın öğrenme şeklidir.” Lee Sedol’u öğrendiği şeyi en iyi şekilde uygulayarak yendi. Bu haliyle ilk kez bir program insanlığın geliştirmiş olduğu (belki de) en karmaşık oyunu insandan daha iyi oynamaya başladı. Yazılanlara göre AlphaGo, hamle için bütün ama bütün olasılıkları hesaplayıp içlerinden en doğru hamleyi seçmiyor. Olası birkaç en iyi hamle arasından aynı insan gibi “sezgisel” olarak birini seçiyor. Eğer bu doğru ise düşündüğümüzden de korkutucu bir dönemeçteyiz. Artık karşımızda sezgisel olarak karar verebilen bir yazılım var.

Ben bu yazıyı “sosyal medya dedikoduları”ndan yararlanarak yazdım. Yani kendi zekâm yerine bir nev’i “yapay zekâ” kullanmış oldum. Yani bu yazıyı ben yazmadım, “yapay zekâ” yazdı bile sayabilirsiniz. Üç vakte kadar o da olacak çünkü... Dünya işte bunlarla uğraşıyor. Bir de bizim “yapay” gündemimize bakın. Bu dönüşümün İzmir’e katkılarını konuşabilmeliydik aslında! Konuyu çok önemsiyorum ve gelecek yazılarda tekrar dertleşmek niyetindeyim. Çünkü zekânın bile “yapay”ı makbul artık!

Yazının Devamını Oku