Evimizdeki yağlı boya ve bezir kokusu, zaman zaman, kavrulmuş kahve ve kızarmış ekmek kokusuyla birbirine karışırdı çocukluğumda… Bugün, bir sanat dalı olarak resmin beni çokça etkilemesi, yeteneğim olduğundan ya da derinlemesine anladığımdan değil, biraz da babamı ve resmini özlediğimdendir.
Onun için, Tülin Kuyumcu’nun “Anneme…” ithafını taşıyan “Bir Tutkunun İzinde…” isimli sergisini, diğer gözlerden belki biraz daha farklı bir buğuyla hissediyor ve farklı duygularla adımlıyorum… Ve yine onun için, “sanat alanında inceleme ve makaleler yazmakta olan”, Ressam Filiz Pelit’in, sergi için hazırlanan kataloğun iç kapağındaki değerlendirmesini sizlerle paylaşıyorum:
“…2003 yılından başlayan sanat serüvenini, alanlarında yetkin ressamların eğitimiyle geliştiren Tülin Kuyumcu, sırasıyla Şeref Bigalı, Soner Göksay, Handan Olcav, Orhan Taylan ve halen devam ettiği Serdar Leblebici atölyelerinde çalıştı. Sanatçının yapıtlarını kronolojik olarak incelediğimize; Desen, kompozisyon ve pentür alanlarında sanatsal bir yetkinliğe ulaştığını net bir şekilde görüyoruz. Ele aldığı konularda, bireyin dış dünya ile ilişkisini oluştururken, güçlü bir içsel buluşmanın etkisini hissedebiliyoruz. Figürlerden yola çıkarak, mekânlar ve soyut kompozisyonlarla devam eden tabloları, bize yol gösteren, ilişki kurabileceğimiz yapıtlara dönüşüyor. Birbirine sokulmuş kumrular, yalnız bir kadın, izleyiciyle gözleriyle bağ kuran bir portre, sisli bir günde balıkçılar; tam da yaşamın merkezinde, bizden, bize ait olan, sahici kompozisyonlar… Pentür geleneğimizden gelen, seri üretimden uzak olan eserlerinde özgün bir dil ve bu dilin sağladığı teknik ve içerik yönünden zengin işleri gözlemliyoruz. Tuvallerindeki iç içe geçmiş katmanlı lekeler yanında sadeleşen yüzey, renksel bütünlük ile birlikte izleyiciyi içine alıyor. Tülin Kuyumcu, yaratım sürecinde görsel olarak çevreyi algılama, kurgulama sonucu güçlü bir görsel etki oluşturan eserlerini ilgi ve merak uyandırıcı hale getirip İzleyiciyi bu serüvene ortak ediyor…”
Aslında Diş Hekim olan ve 1982’den beri serbest Diş Hekimi olarak, kendi kliniklerinde eşi ile birlikte çalışmakta olan Kuyumcu, resim çalışmalarına, annesi Aysun Altunhan’ın teşvikiyle başlamış. 2003-2005 yılları arasında, birlikte, merhum Şeref Bigalı atölyesine (Usta’nın vefatına kadar) devam etmişler. Bigalı’nın bilge kişiliği, seçilmiş öğrencileri ve belki de en önemlisi, annesi ile paylaşılacak yeni ve çok güzel bir alanın ortaya çıkması kendisini atölyeye ve resme bağlamış. Tülin Kuyumcu, daha sonra kısa bir süre Soner Göksay ile 2007 – 2011 yılları arasında Handan Olcav ile 2008 – 2009’da ise Orhan Taylan atölyesinde (İstanbul) sürdürmüş çalışmalarını. 2011’den beri ve halen, Serdar Leblebici atölyesinde resim yapmaya devam ediyor. Çok yakınında durarak izleyenler, “yeteneğini keşfetti, ortaya çıkardı ve çeşitli hocaların katkısıyla da parlattı…” diye özetliyorlar bu süreci.
2009’dan beri çeşitli karma sergilere katılan Sanatçı, ilk kişisel sergisini annesinin doğum günü olan 8 Mart’ta açtı. “Hayatın içinde” süzülen bazı talihsizlikler, Aysun Hanımefendi’nin açılış günü bizlerle birlikte olmasını engelledi. Diliyorum ki şartlar, 20 Mart’a kadar açık olan sergiyi ve eserleri, yerinde görmesini sağlayacak yönde gelişsin.
Geçen yıl kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Söz konusu Cahide Sonku olmasaydı tiyatroya dönmezdim / ‘Cahide Müzikali’ çok heyecan verici bir teklif” demişti zaten.
“Besbelli özlemişti, - yalnızlıktan korktuğu bilinen - Cahide, alkışı...”
Projenin sahnelere taşınması fikrinde ise, “adından etkilenip, heyecan duyup da izlemeye gelen ortalama seyircinin tarifleri” gizliydi.
Sanatçı, açıkça aynı resmi çiziyordu zaten; “Cahide Sonku çocukluğumdan beri büyük hayranı olan annem ve babamdan dinlediğim çok dramatik bir figürdür / Ailemin içinde bana da geçmiş olan derin bir hüzün vardır. Bu hüznü dile getirmeyiz. Ben onların tavrından bu rolün benim için uygun olduğunu anladım.”
Bütün bunların üstüne salondaki yaş ortalaması da tiyatro seyircisinin “Sinemamızın Marlene Dietrich’i denilen” ismin hâtırası için, üstelik tazelenmiş bir merakla orada olduklarını doğruluyordu.
Oyunu yöneten Kemal Başar’ın teksti Gökhan Erarslan’a, özellikle Nilüfer Açıkalın’ın oynaması için yazdırdığı da bilindiğine göre olabilecek en iyi şartlar oluşturulmuştu ve salondaki alışverişin tarafları yüksek ve karşılıklı bir performansa hazır gibiydiler.
Geçen yıl; “Billboard’larına İKSEV gelmiş şehrimin…” diye başlık atmıştık. Bizler, köşe yazarı olarak, yılda bir kez, “okuyucunun ilgisini çekecek bir başlık” bulmakta zorlanırken, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlediği “Avrupa Caz Festivali” için, her yıl “yeni bir kilometre taşı icat etmesi”, hiç de kolay olmasa gerek…
Hattâ yine bizler, eski yazılarımızdan, “…onca sıkıntı ve gönül darlığının üstüne, ne zaman ki kentin ilân panolarına çıkar Avrupa Caz Festivali, mevsim döndü demektir İzmir’de…” gibi alıntılar yaparak kaytarırken, İKSEV’in, her yıl yeni ve dokunulmamış bir rüzgâr yaratmayı başarması, anlaşılır gibi değil.
Sizler bu yazıyı okuduğunuzda, “…Dünya caz sahnelerinde fırtına gibi esen İlhan Erşahin, alkışlanan projesi -Ilhan Ersahın’s Istanbul Sessions- ile Festival’in Açılış Konserini (dün gece itibariyle) vermiş olacak”. “…İlhan Erşahin’in free-from caz rif’lerini, Türkiye’nin en yetenekli basçılarından Alp Ersönmez’in groovy sound’u, Turgut Alp Bekoğlu’nun güçlü davulları ve İzzet Kızıl’ın kıvrak perküsyonları tamamlıyor...” açıklamasını ıskalamayalım ve açılışı kaçırmış olanlar için, konserde seslendirilen ve “Istanbul Underground” adını taşıyan 3. albüm hakkında, “…Bizim gözümüzden İstanbul gece hayatının bir aynası / İstanbul’un karanlık ve dinamik ruhunu iliklerinize kadar hissedeceğiniz, içinde jazz’dan rock’a, disco’dan dub’a pek çok müzikal tını duyacağınız zenginlikte; ama ısrarla kendi özgün sound’larında...” nitelemesinin yapıldığını paylaşalım.
Takvimler, Festival’in kapanış etkinliğini, yani 19 Mart 2016 Cumartesi gününü ve “Piort Baron Quintet konseri”ni göstermeden önce; “11 konser, 1 sergi (Caz Afişi Yarışması), 1 seminer ve 1 film gösterisi”nin yer aldığı bir programı izlemek fırsatı olacak İzmirlilerin.
Son alkışta zaten ayaktaydı seyirciler. Alkışlar da bitince yavaş yavaş boşaltmaya başladık salonu. Kulisin önünde sanatçıları beklerken dostlardan biri sordu: “Ne yazacağınızı çok merak ediyorum?” “Ben de” diye yanıt verdim, “Ben de...”
Koltuklara “Son Müzikhol”ün müşterisi olarak oturtulduğumuzu bilmediğimiz için, daha oyun başlamadan kulağımıza üflenen “arabesk” oynanan “oyun”a gerçekten “seyirci” kaldığımızı vurmuyordu yüzümüze. Nitekim, “güle oynaya” başladı oyun.
“Zenne”nin çarpıcı raksıyla yükselen heyecan yerini “başka bir dünyanın içine çekildiğimizi hissettiğimiz” bir tedirginliğe bırakırken, yüzümüze tokat gibi inen bu “ağzı bozuk” oyun giderek “aslında daha pek çok şeyin yolunda gitmediği”ni ve gözümüzü, kulağımızı kaçırsak da gücümüzün “görmezden geldiğimiz bozuk düzeni” yok etmeye yetmediğini anlatmaya başlıyordu.
“Kâr” ise Farsça bir edattır ve (iş, kazanç anlamı ile ilişkilendirilmeden) isimlere eklenerek “işi yapan, o işin sahibi” anlamını verir. Bunlar birleşince huy değiştirir ve tanımı hayli karmaşık, “muhafazakâr” sıfatını yaratırlar ki, “değişiklik istemeyen, olageleni bırakmama taraflısı” muhafazakâr, aslında bu haliyle, “koruyan, saklayan, bekçi” anlamındaki “muhafız” kelimesinden de uzağa düşmelidir. Sündürülen “muhafazakâr terkibi”, din dışı literatürde (siyasî, kültürel, felsefî, örf, âdet, hatta ekonomik) “korumacı” anlamıyla öne çıkarılırken, dinî literatürde; “dinî amel ve işlere muhabbet eden, gelişmeleri ve yenilikleri abartılı bir ihtiyatla benimseyen, millî ve manevî değerlerin sosyal değişim sürecinde imha edilmemesi”ni vurgulayan kesimi tarifler. Bir başka bakış açısıyla, “gerici, tutucu ve kapalı” yaklaşım ve nitelemeleri anlatır. Bu son görüşün karşısında ise, “maziyi ve mazideki tutum ve davranışları, ekonomik, siyasî ve kültürel unsurları olduğu gibi muhafaza etmek düşüncesi değil, bir takım manevî değerleri ve toplumun sosyal ve siyasal misyonunu çağın icaplarına ve şartlarına göre ıslah ve ihyâ etme fikir ve idealidir” düşüncesi mevzilenir. Öte yandan, sağ kanat bir siyasi ideoloji olarak vitrinlense de, “kazanımları korumak” gözlüğünden bakıldığında muhafazakârlık, sürecin içinde yuvarlanırken herkesin paçasını kaptırabileceği bir rüzgârdır. Örneğin, Sovyetler Birliği’ndeki Stalin rejimine karşı olan “Troçkistler”, devrim sahiplerini, rejimi muhafazakârlaşmakla suçlamışlardır. Son tahlilde, “statükocu” gibi göreli etiketlerle de pazarlandığı olur. Değerli okuyucuyla, “kusursuz” bir tanım üzerinde uzlaşamayacağımızı bilmeme rağmen, bu ayrıntılara, yazının muhatabını netleştirmek için katlandığımızı hatırlatmak isterim.
Bu bir siyaset yazısı değil! Son Ankara – İzmir seyahatimde, biraz da “eksik kalmış ritüelin can havliyle”, İzmir Mavi Treni’nde yazıldı bu satırlar... Bakın neden yazıldı? Ankara Garı, hem fikren hem de mimarî olarak Cumhuriyetin anıt yapılarından biridir. Aslında, kendisinden daha eski olan Haydarpaşa ile de ciddi benzerlikler vardır arasında. Gözden kaçırmış olabilirsiniz meselâ; Nâzım’ın, 1938’de, “Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği/ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar. Buna rağmen / Hasan Şevket / rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle içiyordu / ve saat / on sekizi otuz sekiz geçiyordu...” diyerek gelişini tasvir ettiği mevsim, Ankara’da, “paçanga böreği” ile açılır, denk gelirse “hamsi tava” ile sürerdi. Ama Ankara Garı’nın (Gazi’nin) Lokantası’nda da, “hâtıraya hürmeten”, “rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle” içen müdavimler bulunurdu. Şimdi kocaman bir tabelâ asmışlar kapısına, “Çorba bulunur / Lokantamız alkolsüzdür...” Çorbamı içerken, “neden?” diye sordum. Pek konuşmak istemediler. “Mukavele bitti, tâlip çıkmadı, zaten ‘kâr’ etmiyordu, kendisi işletecek...” gibi uyduruk yanıtlar verildi. Ardından “Yataklı Tren”e bindim. “Yemekli Vagon açıldı mı?” soruma aldığım yanıt ise daha da ilginçti; “Yemekli Vagon kaldırıldı” dediler. Ortalıkta dolaşan bir ilân çarptı gözüme: “Lezzetimize lezzet katmak için kısa bir mola / kalitemizi artırmak için yemekli vagon hizmetlerini yeniden yapılandırıyoruz...” yazıyordu. Kondüktör dayanamadı, “alkolü kaldıracaklar, bütün mesele o Hocam” dedi. “Mesele”, alkol değil dedim. Ona söylemediklerimi burada yazıyorum.
İlk bakışta, “Osmanlı’nın Haydarpaşa”sını, “Cumhuriyet’in Ankara Garı”na karşı zannedebilirsiniz. Oysa, iki garın da sürüklenmek istedikleri kader ve son, her şeyi açıklıyor. Çünkü “anlattığım garabeti akleden muhafazakâr”, “Osmanlı Şerbeti”ni de bilmiyor. Bu mütevazı satırların yazarı bile, “bir şerbet kitabına önsöz yazacak kadar” büyük resmin içinden konuşuyor oysa... Peki, mesele nedir? Aklımın erdiği kadarıyla anlatayım: Uygarlık, insan eliyle yaratılan küçük ayrıntılardan oluşur... Mesele, güzele ya taraf ya da karşı olmaktan ibarettir. Güç, bilgi ve estetik birbirini tamamlar. Onun için Gar Lokantası, “yemekhâne”, Yataklı Vagon da “yatakhâne” değildir. Herhangi bir rekreasyon alanının Atatürk Orman Çiftliği, sıradan bir AVM’nin mahalle bakkalımız olamadığı gibi... Hattâ, Çetin Altan’ın “Üçüncü Mevki” isimli ilk kitabındaki tasvirler de dahil olmak üzere, uzak - yakın kültür mirasımızdır bunlar.
Topyekûn kasabalı olmaya razı olmakla, kentlilik bilinci arasındaki tercihin köşeli halinden söz ediyorum. “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak”, vatandaşının, bekleme salonunda, soğanlı lahmacun yediği bankta, gazete kâğıdına sarılıp uyumak zorunda kalmaması, camide başkasının ayak bastığı yere yüz sürmemesi için, “incelmektir” çünkü...
“Değerli edebiyat severler, katıldığım bir edebiyat seminerinde, çocuk edebiyatının yetkin isimlerinden Mine Soysal şöyle demişti: ‘Edebiyatı en zengin topraklarda yaşayıp edebiyata en uzak durabiliyoruz.’ Elbette boş yere yapılmış bir saptama değildi yazarımızınki. Son 10 yılda 7 bin kitapçının kapandığı, 2014 verilerine göre kişi başına 7.14 yayının düştüğü, bunun da sadece 0.5’inin edebiyata ayrıldığı bir coğrafyada edebiyatın varlığından ya da edebiyat sevgisinden söz etmek çok zor.”
“Oysa yine Soysal’ın deyişiyle: Edebiyata sığınmayı beceremezsek çabuk tökezler ve düşeriz” diye bağlıyordu ilk paragraftaki sözlerini.
Konuşmanın sonunda ise “edebiyat yoluyla insanî değerleri ortaya çıkarmak, gençlerin toplum içindeki duruşlarına olumlu ve kalıcı bir nitelik kazandırmak, ana dil bilincini geliştirmek, dilin doğru ve etkin kullanımına katkı sağlamak” amacıyla yola çıkan bu yarışma, “nasıl oldu da 15 yıla dayanan bir başarı öyküsüne dönüştü?” sorusunun yanıtını veriyordu:
“...Öncelikle insani değerlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gereken bir dönemeçteyiz. Üretemeyen bir toplumun evrenselin içinde yer bulması ya da yüksek değerleri biçimlendirmesi beklenemez. Peki ne üretiyoruz? Toplumsal sorunlarımızın kısırlığı içinde yüzyıllardan beri yakınmanın dışında yaşamsal bir çözüm bulabiliyor muyuz? Şu bir gerçek ki, geleceğin dünyası varlığını bugünden doğrulamış toplumların çabalarıyla gerçekleşecektir. Demokrasiyi, hukuku, insan haklarını, insan sevgisini içselleştirmiş bir nesil yetiştirebilme gayreti içinde olmanın ağırlığı altında ezilecek miyiz, yoksa bu elimizdeki pırıl pırıl gençleri dünya vatandaşı yapma çabası içinde onlara yol haritası sunup iyi birer model olabilecek miyiz? Dünyaya yeni ufuklar, yeni açılımlar getirebilen, sorgulayan bir insan modeli üzerinde zarafeti, merhameti, vicdanı, hoşgörüyü içselleştirmiş bir insan yetiştirebilecek miyiz? Şu bir gerçek ki, geleceğin dünyası varlığını bugünden doğrulamış toplumların çabalarıyla gerçekleşecektir. Onlar yaşamı, dünyayı sorguladıkça gerçeklere ulaşma daha sağlıklı ve çabuk olacaktır. ‘Günaydın Edebiyat’ yarışmasını da Özel Ege Lisesi’nin ‘dünya vatandaşı’ yetiştirme misyonunun önemli yapı taşlarından biri, gelecek için atılmış ciddi bir adım olarak değerlendiriyor ve bu nedenle çok önemsiyoruz. Bizim bu çabamızı destekleyen katılımcılarımıza, eğitimcilerimize, seçici kurulumuza bir kez daha yürekten teşekkür ediyorum.”
Sözünü ettiğim yarışma 15 yılını, ölçeğini “bölgeselden ulusala taşıyarak” kutladı.
Neredeyse başlangıcından beri seçici kurula davet edilerek onurlandırıldığım yarışmaya bu yıl 410 dosyanın katılması ve bunların Türkiye’nin çok değişik yörelerinden gelmesi edebiyat adına umutlarımızın yeniden yeşermesine yardımcı oldu.
Onlara anlatmak için GPS koordinatlarını vereyim: 39° 54´ 27.9504” ve 32° 50´ 17.1348”.
Çocukluğum o mahallede geçti. Okulum, okullarım oralardaydı... Tazecik “ofis ekmeği...”nin kokusu da oradaydı; kestane satanlar da.“Bakanlıklar” deyip kısadan büzmemek lazım. Ankara’nın kalbinde bulunan bu mahalle, (dillerdeki adıyla Saraçoğlu...) Devletin ilk toplu konut alanı olarak üst düzey bürokratlar ve askerler için yapılmış bir alandı.
Sonra ilk gençliğim; Millî Kütüphane, Ankara Türk Müziği Derneği... O duraklarda otobüs bekledim.
Param kalmadığında, o sokakları arşınladım. O sokaklardaki ağaçlardan, kuş pisledi tepemize. “Kırkikindi” denilen “memur ıslatan yağmurlar”a o mahallede yakalandık.
Eylül 2011’de Kumrular sokakta olan patlamayı hatırlarsınız. Oraya çok yarın bir yerde gerçekleşti; işte Çarşamba günkü patlama da. Çocukluğum ikinci defa bombalandı. Üzgünüm; çok üzgünüm. Ölenlere, yaralananlara... Ama en çok neye üzgünüm biliyor musunuz? O mahalle, Çankaya ilçesine bağlıdır. Resmi adı da, “Devlet Mahallesi” dir. Bombalanan, sadece çocukluğum gibi gelmiyor bana; ona yanarım!
Perde burada açılacak ama, asıl hedef, davet edildikleri “İtalya’da Türk Kahvesi Günleri” kapsamındaki Roma performansı… Ulusal ve Uluslararası ölçeği bulunan yeni projelerinin, pek buğulu da bir adı var: “Hicazdır aslında Ferah Kahvesi…”
Topluluğun Genel Sanat Yönetmeni, Halûk Derinöz, Hürriyet EGE okuyucusuna şunları iletmemi istedi: “…Adını, ’ferah kahveleri olsun’ dileğimizden alan proje, birkaç alt başlıktan oluşuyor. Öncelikle, alaturka musiki ile Türk Kahvesi arasında, müzikal-edebî bir bağ kurmaya çalışıyoruz. Çıkış ve sentez noktamız, kahve kültürünün sivrilmiş-içimize işlemiş deyimleri ile makamların anlam ve seyir özelliklerini birleştirmek… Aruzun müziğiyle, ama hece ölçüsüyle yazılmış dörtlükler, hem konserlerimizdeki alışılmış ‘hasbihâl’in içinde değerlendirilecek, hem de güfteyi bestelenmiş olarak seslendireceğiz. Muhtelemen, 13 ayrı makam geçkisi yorumlanacak...”
“…’Kahveci Konserleri’ ile başlıyoruz… / …Kahveci’nin, o kentte seçeceği şubesinde, tıpkı bir konser salonu performansı gibi, ‘Geleneksel Türk Oda Müziği’nin seçkin örneklerini sunacağız. Sınırlı bir dinleyici kitlesine haliyle… Dinletiler, 40-45 dakikalık… Aynı mekânın bir köşesinde, ‘Kahveci Sergileri’ açacağız. Mevsime göre açık veya kapalı alanlarda, öncelikle ‘kahve, çekirdek, cezve, fincan, telve, fal, ocakçı, tespih… vb’ objelerin siyah-beyaz olarak çekilmiş sanat fotoğrafları sergilenecek. Bu fotoğraflar, sınırlı sayıda basılacak; geliri bir ‘bna geleneği’ olarak, sosyal sorumluluk projelerine aktarılacak… Konseptin çarpıcı yönlerinden biri, ‘Kahveci Tiyatrosu…’ Hemen tamamı müzikli tablolar halinde, kukla ve oyuncunun iç içe geçtiği bir tiyatro-performans anlayışıyla, (zaman zaman geleneksel Türk Tiyatrosunun kukla, meddah, Karagöz, orta oyunu gibi renklerinden de esinlenilen) kısa, tadımlık gösteriler bunlar… Bornova’daki son ‘Sada-ı Aşk’ konserinde olduğu gibi, ‘Sahne Konserleri’miz devam edecek elbette …”
Derinöz, son olarak şu cümleyi özellikle ekledi: “Dizelerde hiçbir sözcük tesadüfen seçilmemiştir. Kullanılan semboller, hep anlamlı göndermeler içerir”. Yazının sonunda, köşedeki yerimiz elverdiğince, Projenin “püf noktası” olan şiirden bazı bölümler paylaşmak istiyorum:
• “FERAHFEZÂ değil, fincan faslında / HİCAZ’dır aslında, ferah kahvesi / Zemîni olsa da, ‘dinlendi başım…’ / ‘İltifât et bana’, son kafiyesi…
• Hatırı kırk yıldır, vâde üç vakit / Bulunur içmeye, bir bahanesi / Hâdise canânla, ‘cân arasında…’ / HİSARBUSELİK’tir, zira şarkısı.
• ‘Hânene ay doğmuş’, demekten maksat / Taze elden taze, mızrap darbesi / Çiğ iken kavrulup, pişen misâli, / SEGÂH’ta istikbâl, olur telvesi…
• Keyfini tazeler, ya ehl-i keyfin, / Şekerlisi, orta, veya sâdesi… / Bazen de teselli, olur ki siyâh / Müjgânı ağlatır, MAHÛR bestesi…