Bu “ortak akıl”dan yenilerini ve daha büyüklerini beklemek için çok sebep var ! Hemen hemen bütün ulusal TV’lerin, kendini, “etkinliği canlı yayınlamak zorunda hissettiği” bir iş çıkartmak, Bayraklı Belediyesi ve Başkan Hasan Karabağ’ın “halkla ilişkiler” becerisini gösterir. Saat tam “19:23”te, Cumhuriyet vurgusuyla başlayıp, 2123 kişiyle, 200. yıla göndermede bulunmanın; “100. yılda hesap görmek isteyenler”e, bir “ilelebet payidar kalacak” mesajı vermek iddiası taşıdığı da, altı çizilmesi gerekenler arasında…
Malûm tekerlemeyi bile zorlayan istatistikler vardı; En genci 5, en yaş almışı 78 yaşındaki katılımcılar, sanki “Çanakkale ruhu”nun, “her evden biri oradaydı” sembolizmasını yeniden yaşayıp, yaşattılar hepimize. “Ben de oradaydım” diyerek tarihe not düşen heyecan için, bizim hâneyi de eşim temsil etti meselâ.
Perşembe akşamki tabloyu yöneten Volkan Bakkallar’a, daha Nisan 2008’de teşekkür ederken, “Çakırcalı Efe, Yörük Ali Efe derken, sonunda salonun özlemine ve isyanına ‘Sarı Zeybek’ ile tercüman oldular; BORDER’i ciddiye alın” diye başlık atmışım. Görevimiz, sadece ve sıradan bir “alkış çavuşluğu” olmamalı. Sadece görüntüye takılıp kalmayalım. Bu çalışmaların şekillendirdiği tazelenme, “seyirlik bir kazanç”tan çok fazlasıdır. Başarıya asıl rengini veren zaman yönetiminden, bu etkinliğin perde arkasındaki tedarik zincirinden,
teknik donanım ve yeni nesil düzeneklerden ve en önemlisi, “2 kazı güdemeyen insanların çoğunlukta olduğu bir memlekette”, Genetik şifremizi inkâr eden, atipik bir dokunuşla, deneyimin parladığı “organizasyon becerisi”nden kimse bahsetmiyor. Teşekkürün ve kutlamanın adresi 2123 kişiden fazla olmalı…
Malabadi İzmir’deydi…
Bölge gazeteciliğinde, “Ege şehirleri”ne farklı yaklaşan bir bakış açısı tanıtılıyor...
“Sorunların takibinden, ‘spor’a, ‘şehirlinin hukuku’ndan ‘okur köşesi’ne, 24 saati resmeden bir yayın anlayışı dile getiriliyor.
Bu bizler, yani köşe yazarları için de “Ege ve İzmir” demek!
Ege’nin “kaderini, tasasını, kıvancını yazmak” hem büyük sorumluluk, hem de onur...
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV) Basın Danışmanlığı’ndan bir bülten geldi.
“15. Caz Afişi Yarışması”na davet ediyor grafik sanatçılarını...
“Yarışma şartnamesi www.iksev.org sitesinden, info@iksev.org ve Atatürk Caddesi No: 458 Alsancak adresindeki MÜZİKSEV’den alınabilir” notu da düşülmüş sonuna.
“Taş devri”ne bile , sahipleri yani çağdaşları yakıştırmadı bu ismi…
“Ortaçağ” da öyle,“Karanlık Çağ” da, “Aydınlanma Çağı” da, “Devr-i Saadet” de…
Bu isimlendirme işinin, nasıl da “ahlâksız” bir döngüyü beslediğini anlamak için,
sadece, üzerinde zaten insan yaşayan bir kıta için
“onları, yerlerini ve var olduklarını fark edenler tarafından” dayatılan
“Amerika’nın keşfi yalan”ı, yeter de artar bile.
“Keşif meşif yok kardeşim sen yeni haberdar olmuşun; hepsi bundan ibaret…”
Hayli zengin ve çeşitlendirilmiş bir etkinlik hazırlanmış ve aslında hoşuma da gitti… TV’de “Ferah Kahvesi” adıyla program hazırlayıp sunan kimliğimle, (davetli olmasam da) “kahve ve deniz kokusu” birbirine karışacak iddiasına kayıtsız kalamazdım. “İzmir'de ilki ve Türkiye'de en büyüğü gerçekleşecek olan İzmir Coffee Festivali” deniyordu duyurularda. Geçtiğimiz hafta sonu, İzmir Arena'da buluştu meraklısı…
İstanbul, bu yıl üçüncüsünü, Ekim ayı başında (Maçka’da Küçükçiftlik Park’ta) düzenledi. Geçen yıl Haydarpaşa Garı’nın (3 vakte kadar buharlaşacak) eşi-menendi olmayan atmosferinde ağırlanan 25.500 kişi ile Londra ve New York’un geride bırakıldığı bilgisi ve “Dünyanın En Büyük Kahve Festivali” unvanının almış olmak iddiası, çarpıcıydı kuşkusuz. Acaba katılımcı sayısı, İzmir’de hangi sayıya ulaşabilecekti ? Bu merakla, oradaydım…
Yurt içi ve yurt dışında şubeleri olan, İzmir’den, Karşıyaka çarşısından çıkmış bir “dev bir marka”nın CEO’suna, “Festivalde siz neden yoksunuz ?” diye sordum geçen hafta. “Genellikle 3. nesil (dalga) kahveler sunuluyor” ayrıntısıyla geldi yanıt. “Peki bu kötü bir şey mi ?” diye üsteledim. “Elbette değil ! Ama Siz gidin; ne söylemek istediğimi anlarsınız” diye zenginleştirdi cevabını; “koyu kahve”sinden bir yudum alırken… “Gönül dostu”nun, önyargı sunmayan açıklaması sayesinde, Festivalde bilgilendim, öğrendim, eğlendim, içimdeki “babadan kalma kahve tutkusu”nu gezdirmiş oldum… “Eee, daha ne istiyorsun ?” diye ısrar ederseniz, sanırım “beni çoğaltmadı; bir şeyler eksikti” demek ihtiyacındayım.
Popüler kültür, küreselleşme adı altında, her alanda “yerel”in nefesini kesmeye devam ediyor; edecek de... Konsept, “coffee” olunca, onca zenginliğin içinde, haliyle öksüz kalmış Türk kahvesi. Samimi fikrim, “farklı damak tadıyla büyüyen bir kuşağın temsilcisi olarak”, Türkiye’de düzenlenen ve “kahve”nin başrolde olduğu bir festivalde, Geleneksel Türk Kahvesi’nin bu kadar küçük bir gölge vermesini, “yadırgadım” yollu olacak.
Vakıa, workshoplar (atelyeler) içinde, “Kahve demleme yöntemleri”nin yanında, “Türk Kahvesi Pişirme Tekniği” de vardı. “Sleeve tasarımı ile Bir Cafe nasıl dizayn edilmeli” türünden, yetkinlik artırıcı söyleşilere de yer verildi, “İyi kahve için iyi su” ayrıntısı da irdelendi ama
Daha yavruyken aldılar; “elimize doğdu” misali…Zeki hayvanlardı; sevimli, cana yakın, gösterişli.Haliyle taklitçi, konuşkan, hatta gevezelerdi…Dostlarımız, papağanlar büyüdükçe,onlara iyice aile ferdi muamelesi yapmaya başladılar.Kafeslerinden çıkardılar onları.Evin içinde serbestçe dolaşıyorlardı.Ahbaplık etmek serbestti.Elinizden beslenirler, lâfa karışırlardı.Bizlerle birlikte sevinir, üzülür, kızar, heyecanlanırlardı.Kapris yapar, sitem eder, nazlanır, gönül alırlardı.Pek çok insandan daha iyi sosyal ilişkileri vardı…
Ama zamanla, el üstünde tutulsalar da, “ev hali”nden sıkıldıkları belli oldu.Meraklı tabiatlarıyla, kalıtsal olarak dar gelmeye başladı “4 duvar”.“Evcil olmak” da bir yere kadardı. Elektrik kablolarını kemirmeye dadandılar.Sahipleri, başlarına bir şey gelecek kaygısıyla,“Ne yapalım ? Bağrımıza taş basarız” deyip,onları güvenli bir şekilde özgür bırakma kararı aldılar.
“…Kentsel gelişim süreci içerisinde, toplumun doğaya olan özlemini gidermek, doğal ve korunaklı ortamlar yaratmak, çevre bilincine ve tehlike altında olan ekolojik değerlere vurgu yaparak, İzmir halkının doğa ve hayvan sevgisini arttırmak, yaşanabilir bir kent ortamı yaratılmasına katkıda bulunmak…” olarak tanımlanmışmisyonuyla açılmış bulunan,“İzmir Büyükşehir Belediyesi Doğal Yaşam Parkı”na götürdüler kuşlarını.
Çok iyi karşılandılar…“Elbette” dedi “görevli; “papağanlarınızı, seve seve kabul ederiz.Onlar doğal yaşamlarına döner, parkımızın da misafir çeşitliliği artar...”Dostlarımız çok sevindiler bu yanıta. “Sıra asıl zor olan vedâlaşma faslına geldi” diye düşünüyorlardı ki,Park’taki uzman hanım, işi yokuşa sürdü.“Ama öyle pat diye kabul edemeyiz ! 2 ay kendi kafeslerinde karantinada kalmaları gerekiyor…Biz, ‘Avrupa Hayvanat Bahçeleri ve Akvaryumları Birliği’ (EAZA) üyesi,-ciddi- bir organizasyonuz…”Kerâmet söylüyor gibi, bir de müjde ekledi cümlesinin sonuna:“Ama bu süre içinde isterseniz, gelip ziyaret edebilirsiniz…”
Yaşadıklarını bize anlattılar.“Ne ?” dedim, “2 ay karantina mı ? Siz işi bilmediğiniz için gelmiş bunlar başınıza.‘Bu papağanlar Suriyeli…’ diyecektiniz; “hani mülteci diye yutturulan sığınmacılar var ya ? Onlardan…”Bakın nasıl açılırdı ‘Yolgeçen Hanı’nın kapıları; sorgusuz sualsiz…”
Karantina süresi geçenlerde bitti… Papağanlar, (görece) ait oldukları ekosistem içinde yaşıyorlar artık. İzmir Büyükşehir Belediyesi Doğal Yaşam Parkı'na, bu “işgüzarlık kokan kurumsal kararlılık ve gereksiz bilinç gösterisi” için teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Üstelik, açılışta Turgay Erdener’in “Teo” adlı ağıtsal eseri ile tanışma fırsatı bulacağınızı, ikinci bölümde Karşıyaka Belediyesi Oda Orkestrası – KODA’nın, şef Rengim Gökmen yönetiminde Beethoven’in (Re majör opus 36) “2. Senfonisi”ni seslendireceğini okumuşsanız programda; ucu ucuna da olsa yetişmeyi göze almaz mısınız , sezonun açılış konserine ? Bitmedi…
Uluslararası arenada istisnai bir Chopin icracısı kabul edilen, üstelik Polonya Hükümeti tarafından Chopin yorumları sebebiyle Polonya Devlet Nişanı ile onurlandırılan Devlet Sanatçısı Gülsin Onay’ın, konsere solist olarak katılıp da Chopin’in (Fa minör opus 21) 2. Piyano konçertosunu yorumlayacağını bilseniz; kanatlanmaz mı niyetiniz ? Dahası, “…orkestraya özgü tınıları piyanoda taklit etmediği” ve eserlerini, enstrümanın kendi tını karakteri ve zenginliğiyle bestelediği için bazılarının “piyanonun tanrısı” diye selamladığı, Liszt’e bile, “senin eserlerini başkası çalmamalı” dedirtecek kadar özgün bir eşik yaratmış Chopin’in repertuvara konuk olduğunu fark edince, taklalar atmaz mı beklentiniz ?
Andre Gide’in, “…Chopin’in bestelerini çalarken eserin ruhunu vermek zordur. Sadece onun eseri kökünden, özünden bütünüyle çarpıtılabilir. Bu yüzden sadece Chopin’e ihanet edilir…” söylemi ortada dururken, “işte cuma yazısını taçlandıracak bir konser” diye ışıldamaz mı ümidiniz ? Her Chopin dinlediğinizde, bu deneyimden bir Chopin yazısı çıkacak diye bir kural yok elbette ! Çünkü, virtüöz sanatçının, “yaşayan bir efsane” olması, sizin, sözcükleri beceriyle art arda dizebileceğiniz anlamına gelmiyor. “…Chopin önerir, varsayar, sezdirir, sevdirir, inandırır; hiçbir zaman kesinlemez, kestirip atmaz…” diyenlere karşı da sorumlusunuz çünkü…
Konseri bir köşe yazısına sığdıramayacağımı anladığımda, elimde bütün kurguyu “Bis” üzerine inşa etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Rubinstein’ın “ölüm şiiri” diye adlandırarak yücelttiği, Schumann’ın ise, “bu bir sonat değil, son bölüm müzik bile değil” diyerek diğer uca savrulduğu, Chopin’in, ülkemizde daha çok “Cenaze Marşı” olarak tanınan (Marche Funèbre - Funeral March) “Si bemol minör (opus 35) 2. Piyano sonatı”nın son bölümünden söz ediyorum.
Bestecinin, George Sand ile gittikleri Mallorca’da bestelediği ve manik depresif hallerinden güçlü izler taşıdığı söylenen eseri, Gülsin Onay’ın, gecenin açıklanan temasına uygun bir incelikle, (bütün) “Cumhuriyet ve Demokrasi Şehitleri”nin anısına armağan ettiğini anlamak zor değildi. Öyle ki, güler yüzlü; ötesinde bütün yorumunu çehresinde yaşatan Sanatçının, “bis” dakikalarında yüzüne yerleşen kederi, ömrüm boyunca unutamayacağım ! Dramatikti ama asla bir ağıt değildi bu… Ölümün karanlık ve bilinmezliğindeki, henüz pek de tariflenmemiş, buruk bir methiye gibiydi daha çok ! İnsanı serseme çeviren parlak bir sükûnetti. Baş döndürücüydü… Nereye varacağı belli olmayan bir akışın sonunda, kendinden birkaç adım uzaklaşıp, kendine oradan bakmak ve sanki biraz da kendimizden utanmak için verilmiş bir fırsat gibiydi.
Çağrışımlar, John Reed’in 1917 Ekim Devrimi’ni anlattığı “Dünyayı sarsan 10 gün” isimli kitabında anlattıklarıyla birleşince, hayalhânemde, (çevirisinin şuna benzer bir şey olduğu söylenen) bir başka cenaze marşının (Rus cenaze marşının) sözlerini duydum biraz da sanki; derinden derine: “…Öldünüz bu kaçınılmaz savaşta / ...adalet daha güçlüdür kılıçtan / Çünkü çektiklerinizin hesabı sorulacak bir gün… / …vakti geliyor, istibdat yıkılacak, ayaklanacak halk, büyük ve özgür… / Söz veriyoruz mezarlarınızın başında dövüşmeye… / Çalışmaya, mutluluğu için halkın…”
Beni hep “mahveden” (orkestranın ayakta çaldığı)” İstiklâl Marşı İle başlayan konser, “tek başına bir piyano resitali”ydi denilecek “bis”in bıraktığı, derin “çizik” ile hatırlanacak.
Bakın, bu “özürlü olduğumuz netâmeli konuyu”, hece'nin büyük şairi, ailemizin aziz dostu, baba yadigârı rahmetli Halil SOYUER amca, “içkisini yudumlamaktan mahrum bırakıldığı son günlerinde”, hastanede yazdığı (bir nevi) vedâ (ÖZÜR) şiiriyle nasıl paketleyivermiş:
“Mey’i savunduğum şiirler dahil / Bütün dizelerden özür dilerim,İçki dosyasını artık kapattım / Bütün mezelerden özür dilerim.Demek yıllar beni, fazlaca yormuş / Altmış yıllık dosttan kopmak ne zormuş,Zamanla İnsan da bayatlıyormuş / Bütün tazelerden özür dilerim...”
Balıkesir- Havran’ın yetiştirdiği Ustayı, 2004’te kaybettik… Kasım 2011’de, şunları yazmıştım: “... Ben kısa pantolonlu çocukken, o ‘dev bir şair’di… / Büyüyordum; ‘Cümle şarkılar yarım gözlerinde bu akşam / Bütün unuttuklarım gözlerinde bu akşam’ mısralarıyla tanıştım. Aynı yıllarda, radyolardan da Zeki Müren’in sesi yükseliyordu; ‘Hançer-i aşkınla ey yâr sinem üzre vurma hiç / Öyle bir derde giriftârım ki halim sorma hiç...’ diyordu, SOYUER’in güftesiyle, Ekrem Güyer’in hicaz şarkısında... /…’Gideceğin yere beni de götür’ diyen de oydu, ‘Nasılsın?’ diye soranlara, ‘Suya düşmüş söğüt dalı gibiyim’ diye cevap veren de... “
Şiirlerindeki ucu bucağı olmayan kavram zenginliği, sözcüklerin hayret uyandıran raksı, en önemlisi, “dolaştırdığı lâfın dolaysız ve açık gücü”, O’nu “ozan geleneğimiz”in de ayrılmaz bir parçası yaptı. SOYUER’in sohbet sofrası, sadece düzeyli rekabetin boy attığı şiir akşamlarından ibaret değildi; aynı zamanda bir anılar albümünün sayfaları çevrilirdi geriye doğru… Dahası, içki içmesini bilen “Beyefendi” insanların, yeme-içme kültürünü de sakındığı meclislerdi. “Mey”, hoş bir vesileydi aslına bakarsanız… Ocak 2014’te; ölümünün 10. Yılında, (Halil amca ve eşi Münevver teyzenin ölüm yıldönümünde) oğlu Emrah SOYUER, Şairin “BÜTÜN ŞİİRLERİ”ni tek kitapta topladı. Bir ömre sığdırılmış yaklaşık 900 şiiri içinden, Sizler için (özellikle) “özür dilediği sofra”dan ilham almış, o sofralara ilham vermiş birkaç tanesini seçtim. Yerim dar; sadece alıntılar yapabileceğim.
Yıllar öncesinden, “Ne söylense yeri var / Beni yakan biri varBin içki tesiri var / Gözlerinde bu akşam…” diye sesleniyordu. Bazen yakınıyordu;“Üzümler çürürse asma dalında / Görünce ağlarmış bağ durup durupYazdan kapılırsa göz telâşına / Yer yer sararırmış dağ durup durup…” tadında.Sevdânın esrik halleri de nasibini alıyordu, yeri gelince elbet;“Yıllar geçse gördüğünü terk etmez / Dediğinden vazgeçip de çark etmezRakı içmiş votka içmiş fark etmez / Sarhoşsa bağrımda sızar gözlerin…”Bir devrin terbiyesine mensup olduğu için, masadaki önemli eksikliğin altını da çiziyordu:“Dünyada içki için kurulan masalarda / Ah çekermiş kadehler içkiyle dolmayıncaKadehlerin dolması öyle zor bir şey değil / Masalar ağlıyormuş bir hanım olmayınca…”Hayata hep gülerek baktı; ama bazen sitem de sıkıştırırdı araya;“Kadere sözüm yok dertle arama / Girmeyin kadehler bugün keyfim yok,Kalkıp kalkıp beni ince yerimden / Vurmayın kadehler bugün keyfim yok…”O sofralar ki, zaman zaman üstatları da ağırlıyordu:“Tanbur mahallesinin (yay) sokağı içinde / Sadun Aksüt o gece neler neler var etti…Gönüller öylesine coştu ki o gecede / Kadehteki içkiler mezeyi inkâr etti…”Ya, kadehle, çapkın bir zerzenişin şu zarif buluşmasına ne demeli ?“Şu yollarda kaybolsa da izlerin / Gecelerden farkı yok gündüzlerinBakış bakış içki verir gözlerin / Bana, dudaktaki meze yetişmez…”Baki hasreti, “Yıllar yılı kış ömrümü içerim / Kadehime bir parçacık yaz doldur,Nasıl olsa giden geri dönmüyor / Az doldur bu akşam garson az doldur…” deyip savuştururken, “mey faslının vaktini”, sevgilinin gelişiyle tarifliyordu:“Şaşırmışım hem günleri hem vakti / Akşam olur çıkar gelir dem vaktiDem vaktiyle sen de gelsen tam vakti / Zaman daha geç olmadı bir tanem…”
Hâtırası kalbimizdedir; nûr içinde yatsın !
“...Medyayı ve kamuoyunu yakından takip ettiğimiz bilmenizi isterim” diye başlayıp,
“Türkiye Futbol Direktörlüğü kavramının
ve görev tanımının ne olduğuna ilişkin,
sanıyorum bir kafa karışıklığı var...”
şeklinde devam etmiş,
“...Bunu açmak istiyorum.
Türk Futbolunun gelecek tasarımında,