Nihat Demirkol

“Sonsuzluğa taş atacak”, kaç bestecimiz var ?

5 Eylül 2016
Birkaç yıl önce, “Sanatçılara sordum: ‘Türkiye’de 3000 tane piyano öğrencisi var mı?’ Yok!’ dediler…” diye dert yanıyordu Doğan Kuban; “Cumhuriyet”te…

Aynı müzik yazısında, Klâsik müziğin inceliklerini, ”…ayrıntılar, gelişmiş uygarlık ritüelleri, bir uygarlık ayininin parçalarıdır” diye açıklıyor, Orkestra şefinin “arı beyi” hallerinden söz ediyor; cümlelerini, “…İçinde kıvranan bir şaman ya da bir sihirbaz olduğunu da düşünebilirsiniz” diye tamamlıyordu… Yazı, “Uyumun en büyük örgütlenmesi” için kaleme alınmış hatırı sayılır bir güzellemeydi. Ama satır araları, istatistik mukayeseler açısından can acıtıyordu. Meselâ, “Amerika’da 6 milyon, Çin’de 50 milyon piyano öğrencisi olması”, parametreleri sadece “nüfus ve oran”dan ibaret bir “havuz problemi” değildi çünkü… Aklımız hemen, kütüphane – ibadethâne sayılarına filân kayıveriyordu. Müziğin, uygarlığın en üst göstergesi olduğunu, konser salonlarının da zaman zaman birer ibadethâne, hattâ tapınak hüviyetine büründüğünü, yüzlerce yıllık konser salonlarının, kentli olmanın mimarî tanıkları olduğunu hatırlayıveriyorduk. Bu hafta, Ege TV ekranlarındaki konuğumu “Ferah Kahvesi”ne davet ederken, bilinçaltımda, işte yukarıdakine yakın bir soru ile cebelleşiyordum: “Kaç bestecimiz var ?”

1992 İzmir doğumlu, “genç bir besteci”ydi Mert Moralı… Bilkent Üniversitesi Müzik Hazırlık İlköğretim Okulu’nun yetenek sınavı sonrasında, “Stiliana Stavreva Markova’nın flüt sınıfına kabul edilmesiyle başlayan öyküsü”nde, 14 yaş, ilk bestesini yazdığı kilometre taşıydı aslında… Uğraş Durmuş’tan kompozisyon ve İlhan Baran’dan 20. Yüzyıl müziği analizi ve caz armonisi dersleri aldı. 2009 yılında Bulgaristan’da düzenlenen genç müzisyenlere yönelik mütevazi bir yarışma olan Genç Virtüözler Yarışması’nın kompozisyon dalında “Sonsuz Gece” adını verdiği yaylı dördülü ile birincilik ödülüne lâyık görüldü. 2010 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Teori-Kompozisyon bölümüne kabul edildi. Burada Turgut Pöğün ve Tolga Yayalar ile kompozisyon çalıştı. (Yaz akademileri ve çalıştaylarda, kurşunkalemini açmayı sürdürdü…) İspanya’da Conservatorio Superior de Vigo’da Erasmus Juan Eiras ile kompozisyon çalıştı. 2014 yılında Bilkent Üniversitesi’nden mezun oldu. 2014 yılında “Hanns Eisler” Berlin Müzik Akademisi’nde lisans bestecilik programına Wolfgang Heiniger’in öğrencisi olarak kabul edildi.

Geçen yıl, “Klâsik Keyifler - Kapadokya Festivali” kapsamında gerçekleştirilen ve Tolga Yayalar ile Kurt Rohde’nin yönetimindeki bestecilik ustalık sınıfına katıldı. İçinde bulunduğumuz yıl, Berlin’de okuyan bestecilik öğrencilerinin kendi besteleriyle katıldığı, (ödülün bu bestelerin icrasına verildiği) geleneksel “Hanns Eisler” Besteciler Forumu ve Performans Yarışmasında, bu kez “Sonsuzluğa Bir Taş At” adlı bestesinin yorumu, birincilik ödülünü almaya hak kazandı. (Bestelerinin bazılarına, https://soundcloud.com/mert-morali adresinden ulaşabilirsiniz...) Aynı kurumda yüksek lisans programı ve kompozisyon eğitimini Eun-Hwa Cho ile sürdürüyor. Eylül ayında (birkaç hafta sonra) Lüksemburg’da gerçekleştirilecek olan Bestecilik Yaz Okulu kapsamında Isabel Mundry ve Marcel Reuter yönetimindeki bir ustalık sınıfına katılacak ve bu ustalık sınıfı çerçevesinde, ustalık sınıfı için bestelediği “Valse Fantastique” Lüksemburg’un en önde gelen çağdaş müzik topluluğu olan Ensemble Lucilin tarafından seslendirilecek..

Kendisini uğurlarken, biliyordum ki, sanatçılar “sıradışı insanlar”dır. Onlar için, “çok olmalılar, çoğalmalılar…” diye dilek ve temennide bulunmak yetmez. Onlar, özünde ve doğasında sayıca “az olan”lardır. “Perişanlığımız şudur ki, -ellerinden ne kadar tutabiliyoruz ?- sorusuna yanıt aramak bile, yüzümüzü kızartmıyor artık”. Unutmadan, Bornova EVKA 3’te, son operasyonlarla tabelası indirilen bir “Sağlık Meslek Lisesi”nin (dönüşüm sonrasındaki) yeni tabelasını gördüm dün; “Anadolu Kız İmam Hatip Lisesi” yazıyordu… Tüh; yine “Romantik” bir yazı oldu galiba !

Yazının Devamını Oku

Kaç paralık yazı?

2 Eylül 2016
EFENDİM, “köşe yazıları, geri bildirimler ile yaşar...” Bütün katkılar, başımızın üstündedir. Bu ayrıntı, pazartesi günkü yazım için de geçerli!

Tabii artık, “sosyal medya” da bu resmin içinde. Haliyle, daha “hızlı ve etkili dönüşler” alınabiliyor. Yazdıklarıma, facebook’ta, benim sayfamda ve özellikle “Kültürparkadokunma” grubunda (kendi içinde tutarlı ve açıklanabilir ama...) dozu hayli yüksek yüklenmeler var; görenler olmuştur. İçlerinde, “fazla kaale almayınız, neticede Nihat Demirkol...” derken, sözcüğü yanlış yazanlar da mevcut. (“kale almak”, 2 “a” ile yazılmaz malûmunuz). Yaşar Aksoy Ustamız gibi, GÖZLEM’e bir kahve içmeye davet etmek yerine, (bir ömür ve hâlâ her hafta sonu uyku tulumunda uyuyan benim gibi bir kampçı için...) “Nihat Beyefendi, kentin bir köşesinde azıcık yeşil kalmasını isteyen, hümanist, gönüllü isimsiz hemşehrileri değil, kendisinin de içinde bulunduğu egemen kent oligarşisini tarif etmiş. Bayıldım doğrusu...” diyecek kadar açık sözlüler de... Bazıları için ise, “nezaketlerini çok çabuk kaybediyorlar da cesaretlerini de bu kadar çabuk kaybetmeleri hazin!” diyebiliyorum sadece... “Bu yazıyı yazmak için kaç para aldın?” diye soracağına, “acaba bu yazı kaç para eder?” cümlesinin arkasına saklanmışlar çünkü...

Bu yakışıksız iddianın aksine, “yazının 5 para etmez olduğu”nu düşünenlerden, hatırı sayılır bir eleştiri aldı görüşlerim. Kuşkusuz, değerli okuyucu ile her konuda aynı düşünmek zorunda değiliz. Ama bu farklılığımızı, “her koşulda düzeyli bir alış-verişe dönüştürebileceğimize yönelik inancım, zedelenmese” iyiydi... Kendi adıma, “grup psikolojisi”nin, ne kadar hızla ve ne kadar yanlış noktalara savrulabileceğini (tekrar) görmek açısından önemli bir turnusol oldu.

Düşünün ki, “yakın dost, çok eskiden beri hukukumuz olan, sadık okuyucu, ciğerimi bilen...” kontenjanından olanlar bile, en iyi ihtimalle, “suskun” kaldılar. “Olumlu ya da olumsuz” hiçbir görüş bildirmediler; yorum yapmadılar... Herhalde, “kırmayalım, bir de biz sıkıştırmayalım” fikri ağır bastı. Özellikle birkaç kişiden, “-bir dakika arkadaşlar, bugüne kadar ki düşünceleri şunlardır... Yazıp-çizdikleri ortada... Bir fırsat versek de derdini anlatsa...- demelerini beklemedim” dersem; yalan olur... Sadece, yine birkaç kişinin, “-bunu size yakıştıramadım- lezzetindeki yadırgama, hayret ve sitem”lerinin, beni iyi tanımaktan ve bana duydukları güvenden kaynaklandığını hissettim ki, bu yaklaşıma şükran duymamak mümkün değil...

Bendeniz, “okuyucunun da yazar kadar sorumluluğu olduğu”na inanırım. Ve bana göre, bu sorumluluğa, “söylenmeden önce, okumak, anlamak, araştırmak, bir mazi, çizgi ve duruş tahlili yapmak” dahil olmalıdır. Tuhaflığa bakınız ki, yazımın içerdiği mesajları, “her zaman olduğu gibi, gerçek muhatapları ve üstüne alınması gerekenler” almadı da görüşlerim, “algıda seçici, aceleci, samimi ve telâşlı bir grup hemşehri”ye malzeme oluverdi. (Bu yazıyı yazdığım dakikalarda, gelen telefondaki, “biz sizi tanıyoruz; keşke ‘gerçek zamanlı’ bir yanıt verseydiniz” mesajını da ekleyivereyim...)

Yazının muhatabı, “kültürparkadokunma” inisiyatifi değildir, nokta! Sosyal medyada sadece “kopyala-yapıştır” ile ürettiğini zanneden, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluveren” münferit kullanıcılara armağan edilmiştir... Ben “6 Eylül’deki toplantıya katılmak için hazırlanırken”, (-TV’de Fuarın duvarı yıkılmamalı- diye konuştuğumuz hafta...) bir anda karşı tarafta buldum kendimi... Yazımın, “ne çukurla, ne duvarla ne de Yeni Fuar projesi”yle uzak yakın ilgisi yoktur! Sadece Kültürpark’ın, “güçlü sponsorlar eliyle panayır olmaktan kurtarılması” ve yerel basınını bile kaptıran İzmirli girişimcilerin taciz edilerek, bu (bir nev’i) konsorsiyuma davet edilmesi ana fikriyle kaleme alınmıştır. Ve bu sebeple “Sponsora değil, sadece Başkan’a teşekkür edilmiştir...” Oysa, İzmir’de, Aziz Başkanı alkışlayacak en son köşe yazarı benim! Vakti olan dostlara, Hürriyet arşivindeki “ağır muhalif” yazılarıma şöyle bir göz atmalarını öneriyorum. Yazılarımı sürekli takip edenler, “AKM otoparkından, Tramvay’a kadar” hemen her “mucizesi”ne karşı olduğumu bilirler...

Elmayla armudu ayırmaya bir davetti bu yazı... Aksine hepsi birbirine karıştı. “Fuar’ın, panayır olarak, pislik içinde ve gustosuz bir halde nefes alıp vermesine karşıyım; karşı olmayı da sürdüreceğim... ‘Basit, doğal, yeşil, sakin ve akıllı projeler’ ve büyük işler için çok para lâzım; Belediyenin aklı da parası da yetmez bu ufka... İzmirli, -elin oğlu gelip üstüne oturmasın- istiyorsa, mutlaka elini cebine atacak...” demekti derdimiz; demek ki anlatmayı beceremedim.

“...Hepsi aynı çöplükten yazıyorlar...” diyenlere de yazımı, “...temelsiz, taraflı bir ayraç...” olarak görenlere de samimiyetle, “kendisine hiç bohem olmayan kötü sözler söyledim” diyenlere de hepsine, herkese teşekkür ediyorum... “Köşe yazıları” geri bildirimler ile yaşar; doğruya da böyle ulaşılır. Sadece, hatırlatmak isterim ki, Aziz Başkan, “inatlaşılarak sonuç alınacak bir -seçilmiş- değildir...” “kültürparkadokunma” inisiyatifi, bu işin yönünü ancak çok sakin ve güçlü bir iletişimle değiştirebilir. Kolaylıklar diliyorum.

Kendi adıma konuyu zamana bırakmak en iyisi gibi... Çünkü İzmir için, “birlikte yapabileceğimiz, daha çok şey var...” Aşağıdaki linkte, GEZİ zamanında (Haziran 2013’te) yazılmış, “matrak, uçuk–kaçık ve aykırı” bir yazımı bulacaksınız. Aklınıza yatarsa, şu işe beraber el atalım mı?

Yazının Devamını Oku

85 yıl sonra, “Yapmam – Yaptırmam Ailesi…”

29 Ağustos 2016
 Siyah-beyaz televizyon zamanının, en “ezoterik” dizilerinden biriydi; “Kaptanlar ve Krallar…”

Dünyayı yöneten birkaç ailenin,

hep kazanmaya yönelik “oyun teorisi”ni anlatan bir senaryoydu.

Bugünlerde, artık hemen herkesin inandığı ünlü emperyalist kurguyu,

daha o yıllarda “hadi canım sen de…” tepkilerini avlayan bir

halkla ilişkiler düzeneği ile alıştıra alıştıra vitrinliyordu.

Siz bir süre sonra vitrinden sıkılıp, başınızı başka tarafa çevirseniz de

“Vitrine, hem de en öne koyduk; daha ne yapalım ?“ diyenler tarafından,

tebessümle bir başka “gala” hazırlanıyordu.

Yazının Devamını Oku

“Her iş bitti de” söylemine gizlenmiş hallerimiz

26 Ağustos 2016
 Yaratılıştan bu yana; “Gaz hali, sıvı hali, katı hali…” Yaz hali… Ev hali, insanlık hali, olağanüstü hal !

 

Ve bir kadehin buğusunda; “Ne olacak bu memleketin hali ?” derken, “savaş hali” de gündemimizde artık… Bombalardan, dehşet saçan hediyeler olarak irkilirken; “savaşın ve bombaların türevleri hakkında, algılarımız hâlâ umarsızlıkla malûl…”

 

“…Sanatçı, kaostan form çıkarandır. ‘İmaj bombardımanı’ altında saf anlamsızlık olarak yaşadığımız bir yaşamdan, nasıl bir form damıtabilir sanatçı ? Ve patlayan bombalarla algılarımız dumura uğramışsa, damıttığı bu formu algılayabilir miyiz?” diye soruyor; Rahmi Öğdül, “Gökkuşağı  Forumu”nda… Yanıtı, 1992’de Çetin Altan şöyle vermiş: “…Aslında tarih tekerrür etmiyor. Nedenler değişmeyince sonuçlar da değişmiyor… Nedenleri değiştirmek ise öncelikle köylülüğü aşmakla mümkün...”

 

Timur Selçuk, “Babamın Şarkıları” albümüne, “…‘Dinlence – eğlence müzikleri’, yaşamdan bir kaçış, küçük bir molayla, küçük bir güç toplayıp, sıradanlığa devam ediştir. ‘Sanat müzikleri’ ise, yaşamla yüzleşmedir… / … besteci, inancı doğrultusunda, doğanın ya da Yaradan’ın ona armağan ettiği üstün yeteneği, toplumu uyarma, mümkünse bilinçlendirme adına kullanır. ‘Pastoral Senfoni’ yalnızca müzik değildir, insanın öteki canlılara ve doğayla birlikteliğini ve bu gerçeğin, evrendeki yerini sorgular sanki. Ve barıştan yana bir dünya özlemini sesler…” diye not düşmüş. Altan ise, yine 1992’de, (tartıştığımız gündeme) şöyle destek vermiş; yazısında: “Müzik bir başka boyuttur. Söz ve yazının bittiği yerde başlar. Nice nice kalemler, hep göz göze bakışıp durmuşlardır müzikle…Tolstoy, Kreutzer sonatıyla; Gide, Pastoral Senfoni’yle; Sagan Brams’ın 3. Senfonisiyle… Ama kalem, müziğin penceresi önünde, asla içeriye giremeden tur atar sadece…”

 

Büyük Usta

Yazının Devamını Oku

Tamam, hesabı ben ödeyeceğim

22 Ağustos 2016
ddBİRKAÇ hafta önce, “büyüklerimiz”in cümlesini, “Narlıdere Huzurevi”nde, “karavana” yemeğe davet etmiştim.

 

Taaaa Eylül 2014’te yazdığım ilk yazıya göndermede bulunmuş, “alanında, Türkiye ve Avrupa’nın birinci, dünyanın ise ikinci büyüğü olan tesisin, ‘yemek kalitesinin daha da bozulduğu, yemeklerin artık yenilemez hale geldiği...’ yakınmalarına itibar edilmediği”ni yazmıştım.
“Gelin; analarımıza, babalarımıza revâ görülen yemekler”i birlikte tadalım.
Ben de kalemimi, bir dahaki sefere, daha ağır kullanmak zorunda kalmayayım...” diye eklemiştim.
Yazıyı, “...herkes kendi kesesinden yesin / içsin saltanatım var benim...” diyen Silifke türküsüyle bitirdiğim için olsa gerek (?!) “büyüklerimiz”in hiçbirinden aks-i sadâ gelmedi.
Tamam hesabı da ben ödeyeceğim! Yeter ki gelin.
Yeter ki, bu yazılar, bir kişinin umurunda olsun.

Yazının Devamını Oku

Fischer Satrancı…

19 Ağustos 2016
Toplumun geçirdiği travma, hayatımızın her köşesine siniyor…

Yıkıcı artçıları, gün geçtikçe daha fazla hissedilecek.

Şayet mümkün olabilirse, yıllar sürecek “darbenin açtığı yaraları sarmak”.
Hâl böyleyken, bazı köşe yazarlarımızın,
“başka bir maç seyretmiş gibi” icat ettikleri iyimser çıkarımları
veya sadece “piyonlar üzerinden kaleme aldıkları yorumlar”ı yadırgıyorum.
Ve “acaba” diyorum;
“ABD’nin yetiştirdiği ‘tek’ dünya satranç şampiyonu olan

Yazının Devamını Oku

Sanatta,”farklılıklar ve benzerliklerin yönetimi…”

15 Ağustos 2016
Öncelikle ifade etmek isterim ki,taraf, hattâ “taraftar” olmadığım bir tartışmanın ortasında kalmak niyetinde değilim.

Sadece, sanatın içinde olup da, güzel şeyler üreten insanları,

“yelpazenin renklerine daha bir toleransla yaklaşmaya davetten ibaret”tir bu yazı.
Yani, sadece büyük resme bir tutam faydamız olursa, kendimi mutlu sayacağım.
Yoksa, her birini fikren anladığım ve “muhterem” bulduğum farklı görüşleri eleştirmek
ya da desteklemek adına yazmıyorum bu satırları…
Kimseyi incitmek, ya da kimseden hesap sormak gibi bir hadsizlik peşinde de değilim.
“Kurumsal eğilimler ve kişisel tercihler” başımızın üstündedir.

Yazının Devamını Oku

Liderleri, “Narlıdere”de yemeğe davet ediyorum

12 Ağustos 2016
SADECE liderleri değil! Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, mitingde Malazgirt’ten girip İstanbul’un fethinden çıkan, lâkin ağzı Atatürk demeye bir türlü varmayan, “Gazi Meclis” diye gururlanıp, o Meclis’i açanın “rahmetli Gazi” olduğunu unutmuş görünen olan Meclis Başkanı’nı; ana muhalefet partisi başkanını, (sevgi pıtırcığı olan dahil) diğer muhalefet partisi liderlerini...

“Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı”nı, İzmirli bakanları; bakanlar yetmez “görenler”i de İzmir milletvekillerini, partilerin İzmir il başkanlarını, Narlıdere ilçe başkanlarını, İzmir Büyükşehir ve Narlıdere belediye başkanlarını, İzmir Valisi’ni, Narlıdere Kaymakamı’nı ve konuyla ilgisi olup da unuttuğum kim varsa hepsini... (T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) “Narlıdere Huzurevi”nde, bir öğlen “karavana” yemeğe davet ediyorum.

Neden mi? Hani, şu 1923’ten beri ilk defa tesis edildiği söylenen ve (bunun bir yanılsama olduğunu fark etmiyor görünmelerini tuhaf bulduğum, yeni “kandırılmış ve -bana ahmak diyebilirsiniz- namzetleri” de dahil...) hemen herkesin saf saf alkışladığı “millî birlik” hallerimiz var ya? İşte bu hallerimiz “normalleşmeden”, eski bir yarayı kaşımak için, “fırsat bu fırsattır” diyorum.

İki yıl önce bu köşede, “zan yok, iddia yok...” tadında yazmıştım. “Kulağımıza böyle ulaştı, dileriz yanlıştır” dileğimi de eklemiştim. 9 ana başlıktan söz etmiş ve hepsinin sonuna, “doğru mu, yanlış mı?” diye bir soru işareti yerleştirmiştim. “...Maksadımız, ‘üzüm yemek’tir... İzmir’in göz bebeği olan bu ‘efsane yuva’nın, haklı şöhretine yakışır bir çizgide hizmetine devam etmesine katkıda bulunmaktır. Dileğimiz, varsa, ‘gözden kaçanlar’ın fark edilmesi, olası ‘yanlış anlaşılmalar ile algıda seçici yorumlar’ın ortadan kaldırılmasıdır. Beni her ziyaretimde çok etkileyen ve tesisin ana bina girişinde, misafirleri ‘Yaşlı yok düzen yok’ diye karşılayan Uygur Atasözü’ne gerçekten inanıyorsak, birlikte çok daha iyisini yapabilmeliyiz... Bu köşenin yazarı, ne zaman istenirse, elini taşın altına koymak üzere hazır beklemektedir” diye de noktalamıştım yazıyı. (“Meraklısı”nın, web arşivinden, mutlaka eski yazının tamamını okumasını öneririm).

Eylül 2014’te yazdığım bu yazıma, hâlâ bir yanıt alamadım! Çünkü, o yazıdan hemen sonra, “ben yeni atandım, araya bayram giriyor; Önümüzdeki günlerde sizi bir kahve içmeye davet edeceğim, ilginize teşekkür ederim...” nezaketiyle beni arayan yetkilimiz, “kahve ikramı ve daha iyisini yapmak” hakkında verdiği sözü (aradan 2 yıl geçmiş olmasına rağmen...) tutmadı da ondan. Özellikle, alanında, Türkiye ve Avrupa’nın birinci, dünyanın ise ikinci büyüğü olan tesisin, “her gün birçok kuruluşa yemek yollaması neticesinde, yemek kalitesinin giderek bozulduğu...” yönündeki duyumumuza hiç itibar edilmediği, aksine ihmalin her geçen gün büyüdüğü ve yemeklerin artık yenemez hale geldiği, sakinler tarafından bana tekrar iletildi de ondan...

Hazır diyorum, şu “millî birlik” rüzgârı atarlanmışken, “ikinci bahar”ını yaşayan eli öpülesi kuşaklara da bir faydamız dokunsun. Her şeyden, herkesten tasarruf edebilirsiniz. Ama bu memleketin “emekli”lerine “ucuzcu” yaklaşamazsınız. Onların hakkı, “vasatın üstü”dür her zaman. Üstelik bu insanlar, aldıkları bu hizmet ve yedikleri yemek için (Meclis ve Orduevi tarifelerinden daha yüksek...) bir bedel de ödüyorlar. “Bedavacı” da değiller yani!

Narlıdere’ye bekliyorum hepinizi... “Analarımıza, babalarımıza revâ görülen yemekler”i birlikte tadalım. Kızaracaksa, hep birlikte kızarsın yüzümüz, “millî birlik” şuuru içinde... Bu işlerin “şiirle değil şuurla düzeleceği”ni hep birlikte fark edelim. Ben de kalemimi, bir dahaki sefere daha ağır kullanmak zorunda kalmayayım...

“Bu kadar kişiyi davet ediyorsun. Hesabı kim ödeyecek?” diye sorarsanız, iş oraya varınca bir Silifke türküsü (Keklik) çalacağız: “Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim, herkes kendi kesesinden yesin içsin saltanatım var benim...” diyeceğiz.

Yazının Devamını Oku