Nihat Demirkol

Bir Kuleli deyişi...

5 Ağustos 2016
KULELİ’nin tarihini okuyunuz; “gitti - geldi”lerle doludur! “Taşındı, nakledildi, birleşti, ayrıldı... Hastaneydi, yetimlere yuva oldu, kışlaydı - okuldu... Yandı, tekrar inşa edildi...” derken; mazisi, bir tür “açıldı - kapandı”lar kronolojisidir. Başlıkta sözünü ettiğim “deyiş”e gelince... Kuleli’de acemiler ve kıdemsizlere haddini bildirmek için (affınıza sığınarak) “...tığın bok daha denize düşmedi” derler. Bakmayın “ecdâd” diye çığırışıp, “biliyor gibi” yapılmasına. Devlet yönetiminde kıdemsizlik, sırıttı mıydı, kötü sırıtıyor. Basit bir mukayese, “kimseyi itham etmeden”, bu “Kuleli deyişi”nin “cuk” oturduğunu göstermeye yetecek zaten... Nasıl mı?

Efendim, Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak, Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209 yılı esas alınır. İlk kez bu tarihte kurulan düzenli Türk Kara Ordusu, “aşağıdan yukarıya doğru emir - komuta zinciri içerisinde birbirine bağlanmış”; Mete Han ile tarih sahnesine çıkan bu teşkilâtlanma modeli, günümüze kadar uzanan yelpaze içerisinde hüküm süren diğer Türk devletleri ile süregelmiş, özellikle Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet döneminde de (devletin kurucu unsuru olan) Türk Ordusu, dünyanın sayılı ordularından birisi olmuştu... Lise seviyesindeki askerî okullar ise 1845 yılında İstanbul ve Bursa’da, 1846’da Edirne ve Manastır’da, 1847’de Şam’da, 1872’de Erzurum’da ve 1875’te Bağdat’ta açılmıştı. Bu hafta itibariyle, artık “hiçbiri” yok!

Karar mekanizmasının, (Anayasal defolarıyla birlikte) nasıl işlediğine bakınca, “2200 yıllık bir ordunun tarihinde, 10-15 yıllık kıdem nedir ki?” diye sorasım geliyor. “Kuleli” alışıktır bu “gitti – geldi”lere de OHAL ile yapılan son düzenleme, bence sadece ve sadece bir farkı vurgulaması bakımından önemli. CHP, tarihe “Kuleli’yi kapattıran muhalefet...” yaftasıyla geçmeyi de başardı sonunda. “...Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış...” satırına kadar geldik. Yaşayanlar, kim bilir daha neler görecek?

KULELİ’DEN FİRAR EDENLER
“...Şanlı Yuva Kuleli Askerî Lisesi’nin tarihinde, Millî Mücadele’nin önemli bir yeri vardır. ‘İşgalden sonra İngilizler, (neden ihtiyaç duydularsa?) öncelikle İstanbul’da bulunan bütün askerî okulların faaliyetlerini engellemeye çalışmalarına rağmen’, vücut ve yaşça olgun, silah kullanmasını bilen Kuleli öğrencileri, kafa kafaya verip, Anadolu’ya geçme kararı aldılar. Kuleli Askerî İdadisi ‘Öğrenci Künye Defterleri’nin incelenmesinden, 1919–1920 yıllarında firar ederek, Millî Mücadele saflarına katılan birinci, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencileri toplam mevcudunun, 230 olduğu anlaşılıyor. Öğrenciler, eğitimlerini Ankara’da tamamladıktan sonra asteğmen olarak cepheye gönderildiler. Bu kahramanlardan 88’i şehit olmuştur...”

KISA KISA NOTLAR
“...Hindistan’dan Osmanlı toprağına sıçramış olan vebanın Avrupa’ya yayılmasını önlemek amacıyla kışla, 1837 yılında, ‘tahaffuzhane’ (karantina binası) olarak kullanılmıştır... / ...Mondros Mütarekesi’nden sonra, 1920’de, İstanbul’u işgal eden İngilizlere Kuleli, depo ve transit ambarı olarak kullanılmak üzere teslim edilmiştir... / ...İngilizler, kışlanın doğusundaki yamaç üzerinde mezarlık yaparak, ölen askerlerini de buraya defnetmişlerdir... / ...İngilizlerin izniyle ‘Ermeni Eytam (Yetimler) Okulu’ olarak Ermenilere tahsis edilen kışla, 1923’e kadar İstanbul’dan gelip geçen Ermeni göçmenlerin de barındığı bir mekân olmuştur... / Büyük Taarruz ve Zafer sonrasında başlayan Lozan Barış Görüşmeleri ile beraber İngilizler, Kuleli Kışlası’nı boşaltarak Türk makamlarına teslim etmişlerdir... / ...Kuleli Askeri Lisesi’ne 2006 yılında dikilen dev Türk Bayrağı, 43 metrelik boyu ile İstanbul’daki en büyük 2. Türk Bayrağı’dır...”

LÂF OLSUN

Yazının Devamını Oku

“Darbe teşebbüsü sebebiyle”, önceki yazımı düzeltiyorum !

31 Temmuz 2016
Aslında tam bir düzeltme sayılmaz; “yazdıklarıma, yeni bir boyut ve açıklama getiriyorum” diyelim. Birkaç yıl önce, (geniş anlamıyla Anadolu’yu kastederek…), şunları söylemiştim:

“ -Paradoks’un kitabı, hattâ tarihi bu topraklarda yazıldı- dense, abartılı olmaz. ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir…’ söyleminden tutun da, ‘Kimsenin çözemeyeceği soru yanlıştır. Çünkü aksini iddia edecek kimse yoktur. Doğruluğu kabul edilemez’e varıncaya kadar; düşünce âleminin Ustalarını yetiştiren bu topraklar, paradoks merakını hemşehrilerimin genetiğine sokuşturmuş gibidir… Bu paradoksların hemen en meşhuru ise ‘Giritli filozof, Knossos’lu Epimenides’e aittir;  ‘Bütün Giritliler yalancıdır’.  Zaman zaman ‘Yalancı paradoksu’ veya ‘Giritli paradoksu’ olarak da anılan  ‘Epimenides paradoksu’ bir mantık sorunu içerir ve çelişki şuradan kaynaklanır: ‘Eğer "bütün Giritliler yalancıdır’ önermesini doğru kabul edersek, kendisi de Giritli olan Epimenides'in yalancı olması gerekir. Eğer Epimenides yalancıysa, tüm söyledikleri gibi, ‘bütün Giritliler yalancıdır’ ifadesinin de yanlış olması gerekir. Doğru söylediğine inanırsak, yalan söylediğini anlarız. Böylece, önermenin hem doğru hem yanlış olduğu sonucu çıkar. Eğer ‘bütün Giritliler yalancıdır’ önermesini yanlış kabul edersek, kendisi de Giritli olan Epimenides'in doğru söylüyor olması gerekir. Şu halde, ‘bütün Giritliler yalancıdır’ önermesi doğru olmalıdır. Yine çelişkili bir sonuç çıkar ortaya; bir önerme hem doğru hem yanlış olamaz.

 

Literatürde, matematikçileri ve mantıkçıları yıllarca uğraştıran cümlenin, ‘gözden kaçırılmış bir ayrıntı içerdiği’ yazıyor. Püf noktası: ‘bütün Giritliler yalancıdır’ önermesinin tersi, ‘bütün Giritliler doğru söyler’ değildir ve  onun yerine, ‘en az bir Giritli vardır ki, doğru söyler’ olması gerekmektedir. ‘Bütün’ kelimesinin zıddının, ‘en az bir’ demek olduğunun keşfinden sonra tıkanıklık aşılmış ve Epimenides paradoksunun aslında bir paradoks olmadığı ortaya çıkmıştır. Günümüzde, bu bilgiler ışığında, ‘bütün Giritliler yalancıdır’ önermesi yanlışsa, yani ‘eğer yalan söylüyorsa; Giritlilerden birisi, en az bir kez doğru söylemiş demektir’ (en az bir Giritli doğru söyler) önermesinin doğruluğu kabul edilmekte… Doğru söylemekte olan (en az) birinin de Epimenides olması mümkün bulunduğundan, paradoks buharlaşmaktadır…”

 

Özellikle görsel medyanın zenginliği (?!) ve bu halin sosyal medyada da taraftar bulması hayretinin de tesiriyle, birkaç sene önce yazdığım yazının ikinci paragrafını, “darbe karşıtları ve darbeciler” öznelerini kullanarak, (ayrı ayrı) yeniden yazdım. Görülen lüzûm üzerine, necip milletime duyurulur !

 

“Bütün darbe karşıtları yalancıdır” önermesinin tersi, “bütün darbe karşıtları doğru söyler” değildir ve onun yerine, “en az bir darbe karşıtı vardır ki, doğru söyler” olması gerekmektedir. “Bütün” kelimesinin zıddının, “en az bir” demek olduğunun keşfinden sonra tıkanıklık aşılmış ve Epimenides paradoksunun aslında bir paradoks olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu bilgiler ışığında, “bütün darbe karşıtları yalancıdır” önermesi yanlışsa, yani ‘eğer yalan söylüyorsa; darbe karşıtlarından birisi, en az bir kez doğru söylemiş demektir” (en az bir darbe karşıtı doğru söyler) önermesini doğru kabul edebiliriz… Doğru söylemekte olan (en az) birinin de “bir darbe karşıtı” (Epimenides) olması mümkün bulunduğundan, paradoks buharlaşmaktadır…

 

Yazının Devamını Oku

İnalcık’a vefâ borcu: “Mahûr Bafeus Senfonisi”

29 Temmuz 2016
SALI günkü HÜRRİYET’in 6. sayfasındaydı, sürmanşet verilen vefat haberinin devamı, “Hürriyet Sanat” sayfasında yani... (?!) Bu seçimin bir tesadüf olduğu muhakkak. Ama iki sebeple isabetli:

Birincisi, İlber Hoca’nın “etrafındaki şarlatanları ürküten bir tarihçiydi” ikazı dikkate alınır gibi olmuş. Bu sayfada daha az kişiyi tedirgin etmiştir.

İkincisi ise, “...Beni hayata bağlayan, kötülükleri, hastalıkları unutturan bir şey var, klâsik müzik... / Çalışırken muhakkak Haydn, Mozart dinlerim. Beethoven hakikaten yaratıcıdır, ama çalışırken gürültülü gelir bana...” diyen “Kutbun”, olur da (garp müziğine ilişkin) vasiyetini okumak isteyen çıkarsa, onlara da “arşivlik” bir işaret fişeği patlatmış, “sanat sayfası”.

Demem o ki, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu, “Bizans kayıtlarında ilk defa o zaman geçiyor Osmanlı. İlk defa o zaman Bizans ordusu denize dökülmüştür. Devletin kuruluşu budur...” diyerek, 1302’deki Bafeus (Koyunhisar) Zaferi’ne tarihlediğinde ona yan bakanlara inat, bir senfoni bestelenmeli veya bir piyano konçertosu… Nevzat Atlığ’ın yorumunu da beğenirmiş “Usta”. Atalarından Kırım Hanı Gazi Giray’ın “Mahûr Peşrev”ine, Ferid Alnar tarzı hoş bir nazire-yanıt yakışır belki de; ne bileyim ?

“72 kitabı olan (üstelik bunların çoğunu 80 yaşından sonra yazmış) bir “Âbide”nin, anısı için böyle bir şey yapılmasına ne hâcet var ?” denilebilir. Bunu daha çok bir saygı duruşu olarak öneriyorum. “…Bir keşiş gibi çalıştım / …Dünya beni okuyor. Dağa çıkmak gibi; zirveye ulaştım, şimdi zirveden bağırıyorum, herkes beni dinliyor…” söyleminde, bu haklı özgüven açıkça görülüyor zaten. Ben sadece, (dünyada bile) “meraklısına özel bir disiplin olan tarih”in sınırlı rüzgârını, müzik gibi popüler-evrensel bir alana taşıyarak kitlelere sunmaktan söz ediyorum.

“…Bütün Osmanlı çalışmalarımı beş cilt halinde neşretmekteyim. Bu kitaplarla Hammer’i falan çöpe atmaya hakkımız var...” cümlesinin sahibi İnalcık’ın arkasından yazı yazarken bile, eli ayağına dolaşıyor insanın. Çünkü, “bir asır biriktirdiği enerjisiyle”, son verdiği mülakatların birinde, “…nedense yenilikler benimsenmiyor. Yeni olanı anlamaya çalışmak enerji istiyor, o enerjiyi vermek istemedikleri için evvelce ne yazılmışsa onu devam ettiriyorlar…” diye söylenen, “…kullandığımız belgeler de önyargılıdır / (tarihçinin) daima elindeki belgeyi sıkı bir tenkitten geçirmesi lâzım…” diyen ve “sözde tarihçilik”ten yorgun düştüğünü saklamayan “Şeyh-ül müverrihin” için, haddini bilerek yazmak o kadar zor ki…

Meselâ, “günlük siyasetin üzerindeyim, bilim adayım” dese de, satır aralarından çıkarımlar yapmak, anlayana bedava. Sadece, “…Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor / …1432 tarihli, Arnavutluk nüfusunu anlatan bir defter bulmuştum arşivlerde. 1950’lerde onu neşrettim. Bu Balkanlarda büyük akis yaptı. Osmanlı’nın kılıçla değil, uzlaşmayla geldiğini orada gördüler…” öğüdünden payımıza neler düştüğünü sorgulamak, yeter de artar bile.

DTCF’ye yatılı olarak giren ilk kırk kişi içinde… Millî Eğitim Yayınlar Müdürü, Faik Reşit Unat, imtihan heyetinde. Sonradan gelip fısıldıyor; “sen birinciydin…” 2005’te yayınlanmış “Nehir Söyleşi”nin bir yerinde, gençlere, “…mânâlı bir hayat için kendinize uzak, büyük bir gaye koyun. Sonra da onu gerçekleştirmek için çok çalışın” diye seslenmiş. Geçen sene ise, “1500 yıllık bir tarihimiz var. Canımızla, başımızla bu büyüklüğü devam ettirmeliyiz. Pesimistlik korkaklıktır…” dediğini biliyoruz.

Gazetelerin Ekonomi-Magazin sayfalarında, hemen her gün, bir “dünya markası”nı tanıtıyorlar. Başına “dünya” getirip, alfabedeki harflerden türetilen, onlarca “üfürükten unvan” da diğer sayfalara serpiştiriliyor. Salı günkü HÜRRİYET’in 6. sayfasındaydı, sürmanşet verilen vefat haberinin devamı; “Hürriyet Sanat” sayfasında yani… Bu seçimin tadını çıkartın lütfen ! Bir “tarih sanatçısı”ydı İnalcık. Hem notist, hem yorumcuydu… Kitaplarını henüz okuyamamış olanlar, tarihte, “yazılan notayla çalınan nota” arasındaki farkla, henüz tanışmamış olanlardır…

Yazının Devamını Oku

İyi de biz ahmak değiliz!

24 Temmuz 2016
DARBELER acıdır, girişim halinde kalsalar bile! Çünkü yıllar sürecek bir “toplumsal travma”dır arkalarında bıraktıkları girdap.

Batan bir transatlantik gibi daha uzun bir süre her şeyi içine çekmeye devam ederler. Belki de bu sebeple, “Yurdum insanı” acılarını katlanılabilir hale getirmek için her darbeden “bir -kara- mizah esintisi” çıkartmıştır. 27 Mayıs’tan sonra İsmet Paşa’nın, “cumhurbaşkanlığı”nı kastederek, “Birinci Cumhuriyet’te Kemal’e, ikincide Cemal’e kaptırdım...” dediği yakıştırmasını hatırlayın. Ya da 12 Eylül paşaları için icat edilen ve “ihtilâl yapmanın turşu kurmaktan daha kolay olduğu tarifiyle” gülümseten fıkrayı tazeleyiverin zihninizde.

Kimileri günlerdir, “Hasan Mutlucan’sız bir darbenin başarıya ulaşması mümkün değildi zaten” diyerek yelpazeleniyor. 15 Temmuz için ZAYTUNG’un tespiti ise şöyle: “Devlet’in FETÖ’ye sızmış olduğu sanılıyor.” Güler misin, ağlar mısın? Ama bence, (son olmasını dilediğimiz) bu darbenin asıl fıkrası, Bülent Arınç’ın tarihe not düşen açıklamasıdır. Kendisini dünya durdukça bu beyanı ile hatırlayıp, güleceğiz.


Yakın geçmişte, “paralel yapı”yla ilgili davalar konusunda “Üstüme cübbeyi tekrar geçirmeyi arzu ediyorum” beyanıyla hatırladığımız Arınç, Twitter’daki resmi hesabı aracılığı ile 5 bölümlük bir video halinde yaptığı açıklamada, “Silahlı terör örgütünün Fethullahçı olduğunu o gece öğrendim, bana ahmak diyebilirsiniz./Ben düz ve dürüst bir insanım. Şunu herkesin bilmesi gerekir. Bunu ben darbe gecesi öğrenmiş olmakla beraber, -Ne kadar ahmak bir insanmışsın halbuki bunu herkes söylüyordu sen buna itiraz ediyordun- denilebilir. Silahlı terör örgütünün Fethullahçı olmasını ben o gece öğrenmiş olabilirim, ama Cumhurbaşkanı da Genelkurmay Başkanı da o gece öğrendi” buyurmuşlar.


Estağfirullah... Açıkçası (doğrusunu yine siz bilirsiniz ama) kendinize bir çırpıda “ahmak” demeniz pek içime sinmiyor. Böyle kestirip atmanız yani... Bir karar vermeden önce “ahmak” kelimesinin etimolojisi üzerinde biraz düşünmek istiyorum. Malûm, Arapça bir sıfat. (Ha ile seslendiriliyor ve Humk kökünden geliyor.) Mustafa Nihat Özön sözlüğünde, “akılsız, budala, kalın kafalı” gibi karşılıklar verilmiş. Hattâ, “Humk-i himarî / eşekçe aptallık” gibi dereceleri de mevcut. Siz ki, uzun yıllara dayanan bir siyasî tecrübeye sahipsiniz, Millî Selamet Partisi, Refah Partisi günlerini yaşadınız. AKP’nin kurucularındansınız, Ege’den, Manisa’dan Meclis’e yolladık sizi yıllarca. O Meclis’in başkanlığını yaptınız. Başbakan yardımcılığı, hükûmet sözcülüğü filân... Bütün bu ikbâli tek kelimeyle “sıfırlamak” bilmem ne kadar hakkaniyete uygun? Kendinize haksızlık ediyor olmayasınız?


Yazının Devamını Oku

Medya’nın darbe ile imtihanı…

22 Temmuz 2016
Bugünlerdeki gazete kupürlerini kesip saklayın; servis edilen fotoğrafları, hattâ köşe yazılarını da…

 

İmkânınız varsa, haber bantlarını, tartışma programlarının kayıtlarını da… İleride torunlarınıza gösterir ve efelenirsiniz. Tıpkı, benim kuşağımın, 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, “hüznün arkasına gizlenmiş bir bilmişlikle tefrika ettiği” gibi, “o zamanlar…” deyip gürlersiniz… Âdettendir ve “darbe görmüşlüğün” raconunda vardır; ıskalamayın ! Çünkü yıllar sonra, “bugünlerle göz göze geldiğinizde”, Halide Edip’in, “kin ve nefret gibi basit şeyler”in, devâsa sonuçları hakkındaki öngörü ve yakıştırmasını anımsayacak, 1931’de “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” diyen “Büyük Adam”ı anlar gibi olacaksınız…

 

O Halide Edip ki, Kurtuluş Savaşının hangi şartlar içinde kazanıldığını  anlattığı, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” isimli kitabının girişinde şöyle der: “…Anlatacaklarım basit şeylerdir. Türk’ün ateşle imtihanı esnasında, o mücadelede yer almış olan Türkler'in ve düşmanlarının gençliği, gelecekte bunu okudukları zaman, birbirlerinin kanına girdiren düşmanlık perdesini yırtacak, göz göze gelecek, o eski kin ve nefret harabesinin üstünde bir insanlık ve barış dünyası kuracaklardır… / …bu hatıralar asıl, bütün bir memleketin, üç yıl sonunda İzmir'e nasıl önüne geçilmez bir sel gibi beraberce aktığını gösterir…”

 

Aynı kitapta, Adıvar'ın, (1922 Ağustosunda cephe karargâhında görüştüğü) Mustafa Kemal'in mizacına ilişkin kendince verdiği ipuçlarına da bir göz atalım:  “…Neş’esi insana rahatlık veriyordu. Dedim ki: 'İzmir'i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.' / 'Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.' / 'Niçin ? O kadar yapılacak iş var ki !' / 'Ya bana muhalefet etmiş adamlar ?' /…Bu sözler, Mustafa Kemal Paşa’nın mizacının anahtarıdır."

 

Facebook,

Yazının Devamını Oku

Dedeağaç Notları

17 Temmuz 2016
Yunanca adıyla, “Aleksandropolis”teydik…

Sahildeki ünlü Deniz Feneri’nin altında otururken,

sağdan soldan gelip geçen Türklerden duyduk; “darbe” lâfını ilk kez…

(Kara Şahin tipi Türk Askerî helikopterinin,

Dedeağaç havalimanına inmesine, daha yaklaşık 12 saat varken…)

 

Kaldığımız  (şehrin tam içinde ve yürüyüş mesafesindeki)

“Aleksandropolis Camping”

Yazının Devamını Oku

Halkidikya notları

15 Temmuz 2016
TURİZMİN İnsan Kaynakları bacağına, 30 sene önce hayli emek verdim.

Onun için, (bu yazıyı yazdığım Halkidikya’dan bakınca) Çeşmeli turizmcilerin, “Yunan adaları bizim dengimiz değil” feryadına da hak veriyorum ister istemez.

“Doğrudur; onların dengi olabilmek için, daha 40 fırın ekmek yemeniz icap eder...”
Önce fırsatçılık ve açgözlülükten vazgeçmeniz lazım. Yaptığınız işi sevmeniz lazım.
Hepsini bırakın bir tarafa, “tabakları, masaya müşterinin kafasına atar gibi koymamayı” bir öğrenin gelin, fiyat ve geride kalan ayıplarınızı ondan sonra konuşalım. Tavsiyem, mahcup (hatta rezil) olacağınız bu konuları, çok da kurcalamamanızdır. Alan memnun, satan memnun! Mekanınıza gelenleri kazıklamakla yetinin işte...


***


Yazının Devamını Oku

Selanik notları

10 Temmuz 2016
Volkswagen BUS'ların, Balkanlardaki 6. buluşması için Selanik'teyiz...

Langadas bölgesinde, içinde eski bir SPA merkezi de bulunan büyük bir kamp alanı. Çınar ağaçlarının gölgesinde, "yaş ortalaması hayli yüksek", 100'ü aşkın Motorkaravan, Camper ve Kaplumbağa...  Yunanlı dostlarımız, misafirlerini ağırlamak için ellerinden geleni yapıyorlar...

 

Dün, (rivayeye göre) Atatürk'ün doğduğu köye gittik. (Sarıyer ya da Sarıdağ...) Selanikteki, yaşadığı eve göre daha az bilinen ve daha az gidilen bir bölge. Çünkü, yol yok, iz yok ! Sadece Syncro araçlarla çıkılabiliyor. Köyden eser kalmamış. Doğduğu evin yıkıntısı dahi yok. Belli belirsiz bir temel ve etrafa dağılmış taşlar...Gördüklerimizle bildiklerimizi birleştirerek, "karga kovalanan tarlalar"da dolaştık. Köyün genç muhtarı (ya da Belediye Başkanı) Mihallis Xordas bize eşlik etti ve bazı bilgiler verdi.

VW sahipleri, yolun neden bu kadar perişan olduğunu sordular. "Hiç değilse bir tabela konulamaz mı ?" diye sıkıştırdılar Başkanı. Hatta, "aramızda para toplayıp size verelim; siz bir tabela yaptırıverin" teklifinde bulunanlar bile oldu.

Yazının Devamını Oku