Nihat Demirkol

Kavala notları

8 Temmuz 2016
Geçen yazımın bir bölümüne “Lavanta ve Mandalina Kokusunda Huzur” adını vermiş ve sevgili Tunç Başkan’la Ege TV ekranlarında yaptığımız sohbetten bahsetmiştim.

Tahmin edeceğiniz üzere bu programla ve sohbeti özetleyen yazıyla ilgili pek çok telefon, mesaj ve e-posta aldım.

İzmirlilerin, “ferahlık yanında, aydınlık siyasetçiler adına umut da veren” konuğum ve söyleşi hakkındaki yorumlarını başka bir yazıda paylaşacağım.
Ama “kendini doğrulayan kehanet” misali oluşan gündemin uzantılarını sizlere Kavala’dan duyurmak isterim.

***

Volkswagen BUS’ların, Balkanlar’daki 6’ncı buluşması için Selanik’e gitmek üzere yollardayım.
Bizim emektar (1973 model Westfalia Camper) “Şirin Baba” ile önce Sakız’a, oradan da yine feribotla Kavala’ya ulaştık.

Yazının Devamını Oku

Küreselleşen arefe

4 Temmuz 2016
PRENSES Diana 1997’de öldüğüne göre, ‘bu konudaki en eski yakıştırmalar’dan biri demek ki aşağıdaki paragraf.

 

Asalında daha iyileri de vardı ama, bunu bulabildim. Soru basitçe şöyle soruluyordu:
“Küreselleşme nedir?”
Yanıt karmaşıktı biraz:
“Bir İngiliz prensesi, Mısırlı erkek arkadaşıyla, bir Fransız tünelinde, Hollanda motoruna sahip, İskoç viskisiyle sarhoş olmuş bir Belçikalı’nın kullandığı bir Alman arabası ile kaza yaptı. Japon motosikletli İtalyan paparazziler tarafından takip ediliyorlardı. Amerikalı bir doktor tarafından, Brezilya yapımı ilaçlarla tedavi edilmeye çalışıldılar. Bu mesaj sana bir Türk tarafından Bill Gates teknolojisi kullanılarak gönderildi ve sen de muhtemelen bunu bir Singapur tesisinde Bangladeşli isçilerin yaptığı Tayvan malı çiplerin ve Kore malı monitörlerin kullanıldığı bir bilgisayardan okuyorsun. Büyük olasılıkla da bu bilgisayar Hintlilerin kullandığı kamyonlarla taşındı, Endonezyalılar tarafından kaçırıldı, Sicilyalı liman personeli tarafından boşaltıldı, Meksikalı kaçakçılar tarafından taşındı ve son olarak da Yahudiler tarafından sana satıldı. Sen de bir Türk olarak okuyorsun. İşte küreselleşme budur.”
Köprülerin altından çok sular geçti. Etrafa biraz alıcı gözlerle bakarsanız, “Küresel arefeniz hayırlı olsun” dileğimi geri çeviremeyeceksiniz.

***

“Almanya İtalya’yı penaltı atışlarıyla yenerek yarı finale çıktı.”

Yazının Devamını Oku

Ramazan’da börtü böceğin âhını almak

1 Temmuz 2016
HAYVANLARI nasıl bilirsiniz?

Şu, “Kumluca ve Adrasan”da yanan kaplumbağayı meselâ...

Cenaze namazı kılınabilseydi de bir soran çıksaydı diyorum, “Kaplumbağayı nasıl bilirdiniz?” diye.
Bir başkası şu yanıtı verseydi:
“Kur’an’daki sûrelerden 5 tanesi, adını hayvanlardan alır. Bakara (Dişi Buzağı) Suresi, Nahl (Bal Arısı) Suresi, Neml (Karınca) Suresi, Ankebut (Örümcek) Suresi ve Fil Suresi...”
Sonra konuşmaya devam etseydi, “İsrâ Suresi’nde (17/44), ‘Kainatta hiçbir şey yoktur ki, hamd ile Allah’ı tesbih etmesin, O’nu anmasın, O’na dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz...’ diye buyurulur. İnananların kâinata bakışı budur. Yani sözün kısası sadece insanlar dua etmez. Bütün mevcudat, bütün varlık kendi dilinde dua eder... Bütün mahlûklar, ibâdetlerini, bulundukları form içinde yapmaktadırlar...”
Cemaat, kaplumbağaya dair hakları için “helâl olsun...” derken de ekleyiverseydi, “İncittiğiniz gönlün, kırdığınız kalbin bedduasından korkun” diye seslenir Hz. Muhammed.
“İnsan” diye seslendiklerimize gelince...

Yazının Devamını Oku

“Kırmızı ve çıplak ayaklı”ydı “Fırtına...”

26 Haziran 2016
PROGRAM kitapçığının, kulağımıza, “1713 Huberman Stradivarius kemanıyla sahne alıyor ve François Tourte tarafından yapılmış bir 18. Yüzyıl Fransız arşesi kullanıyor…” diye fısıldamasının üzerinden yaklaşık 1 ay geçti.

Joshua Bell & Sam Haywood konseri ile başlayan 30. Uluslararası İzmir Festivali, 116 yıllık müzik geleneğini, yenilikçi projelerin cebinde taşıyan, bir “kültür elçisi”nin ziyaretiyle sona erdi. Viyana Senfoni Orkestrası’nın Efes Antik Tiyatro’daki varlığı, “Festivaller Kenti”nin imbatına, “Fırtına”lar estirerek karıştı. Genç kuşağın en parlak piyanistlerinden sayılan Alice Sara Ott ise, kırmızı elbisesi ve “çıplak ayaklı” özgüveni ile sahne aldı.

“Kalpleri ¾’lük atanların şehri” ifadesi, kuşkusuz hoş bir “yakıştırma”dır Viyana için… Nitekim, 1946 yılından beri, Bregenzer Festspiele’de misafir Orkestra olarak yer alan bu efsane Orkestra, opera ve senfoni türünden performanslarının büyük çoğunluğunu, yılda bir kez denizin üstüne kurulan sahnede gerçekleştiriyor. “Yılda bir kez” deyince aklıma düşen ironiyi de paylaşmak isterim… “Açılış gecesinde, İzmir Valisi ve Büyükşehir Belediye Başkanını görmek, kentin sanat ufku açısından umut vericiydi… / Ama hemen karar vermemek lâzım” demiştik; iyi de etmişiz. İKSEV’in evsahipliğinde 30 yaşına basan Uluslararası İzmir Festivali’nin, başka hiçbir etkinliğinde kendilerini göremediğimize göre, “denizin üstüne yazılan yazı misali, ‘yılda bir kez’ yeter de artar…” diyorlar herhalde.

Orkestra, açılışta, Çaykovski’nin, Shakespeare’in aynı adlı eserinden esinlenerek yazdığı fantezi uvertürü “Fırtına”yı, “çağımızın heyecan uyandıran şeflerinden” biri olarak tanımlanan Amerikalı Şef Robert Trevino yönetiminde yorumladı. Finalde, Dvorak’ın, bir besteci olarak “müzikal tasarımının zirvesi” kabul edilen 7. Senfonisi vardı. Özellikle, “Scherzo vivace / Poco meno mosso” bölümü, Orkestranın (sürpriz olmasa da…) nefes kesen yetkinliği ile “finalin de finali” tadındaydı. Viyana Senfoni ve Maestro Trevino, “Bölüm aralarında alkışlanmaz” kural ve nezaketini, her konserde olduğu gibi, Akdenizli pervasızlığı ile hiçe sayan (ve sadece böyle parlak konserlere, biz de oradaydık demek için gelen –profesyonel-) seyirciye, dinmeyen alkışlar üzerine “3 Bis” ile teşekkür etti. Önce, Dvorak’ın 1 numaralı Slavanic Dansı, ardından Brahms’ın 5 numaralı Macar dansı ve Strauss’un Thunder and Lightning adlı eseri seslendirildi. Açıkcası, Viyana Senfoninin yaş ortalamasını bu kadar genç beklemiyordum. Bir güvercin uçurdum, oturdum yerden Müzik Direktörü Philippe Jordan’a; “sefere evde bıraktıklarınızı da getirin…”

Sanatseverler, “Çıplak Ayaklı Kontes” fikriyle tanıştıklarında, takvimler 1954’ü gösteriyordu ve başrolde Ava Gardner vardı. Benim kuşağım Demis Roussos’u da unutamaz… 28. Festivalde, “İpek Yolu ve Yo-Yo Ma”nın İranlı virtüözünü, sanatın yalın ayak sadeliğinde ağırlamıştık. Haziran’ın başında da, Bahar Dördüncü aynı resmi vermişti bize… Cumartesi gecesi, topraktan aldığı enerjiyi, tuşlara aktaran bir başka sanatçıyı alkışladık. Liszt’in 18 yılda tamamladığı ve son haline 22 yılda getirdiği, bazı müzikologların “bir melodinin hayatı ve maceralarını resmeden senfonik şiir” olarak tanımladığı, “2 numaralı La Majör piyano konçertosu”nu, Alman-Japon piyanist Alice Sara Ott’tan dinledik. Her piyanistin çalmaya cesaret edemeyeceği bu eserin icrası, The Guardian’ın, sanatçı için kullandığı, “insanların ağzını açık bırakan, hayranlık uyandırıcı efsane bir performans…” ifadesinin bir abartı olmadığını söylüyordu. 2.74’lük (yol yorgunu) Steinway’in başında, konçerto içinde, önce Çello, sonra da Flüt ile flört etti bir müddet… Seyircinin, sert, rüzgârlı, tavizsiz ve özgür yorumuyla sersemlediğini kendisi de biliyor olmalı ki, “Bis” olarak seçtiği “Chopin’in la minör valsi”nde, kan kırmızı elbisesinin, “gül kokulu, yumuşak tuşesi” vardı bu kez.

Yazının Devamını Oku

Bakü notları

24 Haziran 2016
“Bakü’deki İzmir...” başlığı ile çok rahat birkaç günlük bir yazı dizisi hazırlanabilir. Aslına bakarsanız, işin hoş tarafı, “İzmir, daha İstanbul’dan başladı...”

Nasıl mı? Kahvemizi, Atatürk Havalimanı’nın dış hatlarında içtik, “Selamlık”ta... O da bir İzmir markası sayılır, değirmen, İzmir’deki “Selamlique” fabrikasında çünkü... Bakü, (bir meslektaşın söylediği gibi), bir Türk’ün “fabrika ayarlarına dönmesi” için, görünmeyen fırsatlar saklıyor hâlâ. Nitekim, seher yemeğinde, “çay süzüm size...” diyen seste, hırpalanmamış Türkçe’nin filizlerini buluyorsunuz. “-Akıtma- bizde ne zaman –krep- oldu?” diye sorasınız geliyor, ama yanıt umut kırıcı, “merak etmeyin çok fazla Türk dizisi izliyorlar, yakında bozulur dilleri...” Olsun! Ben Bakülüleri, “piyade keçidi”nde yayalara yol veren medenî ve “Yüksek Ehval Ruhiyye” (pozitif enerji) sahibi kimseler olarak hatırlayacağım.

 

Formula: 3 - UNIVERSIADE: 0
2005’te ilk yazıyı yazdığımda skor 1-0, benzer bir yazıyı 2011’de tekrarladığımda 2-0 idi... “Göreceksiniz, birkaç yıl daha geçsin üzerinden, UNIVERSIADE’ın adını bile hatırlayan olmayacak. Skor büyüdükçe dövüneceğiz...” diye koymuştum noktayı. Maalesef yanılmamışım. Monaco’nun biricikliğini silen “sokak yarışı”nı düzenlemek ve projenin tanıtımı için epeyce para harcanmış. Dünyanın en hızlı pilotlarını Bakü caddelerinde gördükten sonra, tabelada, artık “Formula: 3 - UNIVERSIADE: 0” yazıyor, şimdilik!

Bakü’ye çok yakışmış, İzmir’e yakışırdı!
İzmir’in alamadığını Bakü’de bulmak, beni hem çok üzdü, hem de yıllar öncesine götürdü... 2002’de, Adnan Menderes Havalimanı’nın VIP salonunda, Formula 1’in patronu Ecclestone’a “İzmir-Efes’in Proje Sunumu”nu yaparken, kendisini yıllar sonra (epeyce göbeklenmiş bir halde) Bakü’de, Aliyev’in yanında, Bakü Avrupa Grand Prixi açılışında göreceğimi tahmin bile edemezdim elbette. “...Herodotos, Anadolu’dan göçen Etrüsk’leri, M.Ö. IX. Yüzyıla tarihler. Gladyatör oyunları bize Anadolu’nun ve onların armağanıdır. Ve kulak verirseniz pistlerden yükselen seslerin değişmediğini, hâlâ, ‘Ave Ceasar, Morituri te salutant - Varol Sezar, Ölüme gidenlerden sana selam’ denildiğini duyarsınız” cümlesinden çok etkilenmişti. İzmir meseleyi süzemedi. Lobi yapamadı, ciddiye almadı, başaramadı. İstanbul zaten “tescilli bir karadelik”ti, organizasyonu yuttu ve un ufak etti. Bugün, “yarın”ı da kaybetmemek için yapılması gereken, sadece ve sadece “kentlerin ufuk algısı”nı karşılaştırmaktır. Olimpiyatlara eşdeğer bir ulusal tanıtım fırsatını, “yer seçimindeki beceriksizliğimizle başlayan bir hatalar zinciri” sonunda elimizden uçurduk. Aynı tarihlere rastlayan iki organizasyonu, biri diğerini gölgelemesin diye hafife alan İzmirliler ise, şimdi kendi vicdan muhasebelerini yapmak zorundalar. Azerbaycan’ın, F1’in düzenlendiği ve dünyanın ekonomisi kuvvetli ilk 20 ülkesi arasına girerek “ben de varım” demesi, ülkenin uluslararası arenadaki imajı ve bilinirliğinin artması adına müthiş bir adım. Kaldı ki, Bakü’nün, 2002’den beri, farklı alanlardaki 36 uluslararası turnuvaya ev sahipliği yaptığını söylemek ve “bizim çapsızlar”ın gözüne sokmak da boynumuzun borcu olsa gerek!

 

Yazının Devamını Oku

Ve Festival yeniden açıldı

16 Haziran 2016
BAZEN böyle olur! Bazı gösteriler, kendinden öncekileri sıfırlar ve her şey yeniden başlar...

Bu kez de, Arapça, “Fellah Mangu - Minküm” (aynı tarlada çalışan insanların-çiftçilerin şarkıları, müziği...) anlamına gelen kelimelerden, (kibirli, küstah, hoyrat ve az biraz da argo halleriyle) evrilmiş, “Flamencura” başardı bunu... Kim ne derse desin, salı akşamı böyle bir parlak tablo yaşadık. Öncelikle, 30’uncu Uluslararası İzmir Festivali’nde “iki kez açılış” yapabilen İKSEV’i kutluyorum.

Müziği de dansı da “rüzgârlı” olan “Flamenko”, kadın ve erkek dansçının, birbirine dokunmadan neler anlatabildiğini gösterdi yine. Ama rüzgâr dediysek, öyle İzmir meltemi filan değil... İzleyenleri “tutkunun tarifini yeniden yapmak zorunda bırakacak” kadar tafralı; üstelik aşk, acı, kin, hasret taşıyan öfkeli bir rüzgârdı bu... Aralık kalmış pencereden, perdeyi kendine doğru çekip, dışarıya doğru savuran cinsten... İşte o perde, “manton” (uzun püsküllü bir şal) oldu da, “tavırlandı” Festivalde...
Bu rüzgâra ayak uydurmak, dahası kapılmak için, zannımca, sadece zarif veya sert olmak (tek başına) yetmiyor. Mağrur olmak da lâzım! Kararında bir meydan okuma ekleyince üstüne, ihtişamın içindeki naifliğin sert yüzünü de görüyorsunuz. Evet; belki de bu yüzden kırılgan... Aynı anda hem pençe atıp hem de okşar gibi kalabilmekteki işve, bir rengi adresliyor olmalı... Ve bu muhakkak kırmızı olmalı! Çünkü Flamenko, kırmızı kadar yakıcı ve gerçek... Kırmızıya bu kadar yakınlaşmışken, bu âteşten mamûl renk, ya “Ruh, şarabı gördü üzümden önce / Süt kan olmak için devinir...” diyen Melih Cevdet ile izah edilecek; ya da “Her rengi istemez, gözümüz şimdi aldadır...” diyen Yahya Kemâl ile, “Şevk akşamında üç defa kırmızı” olan Endülüs’ün hayaline dalınacak. Sahnede gül yoktu, ama biz gördük... Kadeh yoktu, dokunduk. Şarap yoktu, yudumladık, zil yoktu işittik... Şairin, “yosma” dediği Gırnata (Granada) şehrine de uzandık, 74 yaşındaki Paco Peña’nın doğduğu Cordoba’ya da...
Efsane gitaristin, 1970 yılından beri, özenle seçilmiş dansçı, gitarist ve şarkıcılardan oluşan bir toplulukla düzenli olarak, nefes kesen performanslar sergilediğini biliyorduk. “Flamenko’da dansın, müzikten önce geldiği ve bu yüzden bazılarının dans edilmeyen bir ortamda gitar (bile) çalmadığı” bilgisi doğruysa eğer, “Büyük Usta”nın “gölgede” kalmayı tercih etmesinde, karşılıklı bağımlılıktan güç alan bir olgunluğun gizlendiği, rahatlıkla söylenebilir. Nitekim, İspanya’nın en iyi Flamenko dansçılarından biri olan Angel Munoz Lopez’in gece boyunca seyirciyi avucuna alan performansı, yükseldi, yükseldi ve son bölümdeki “solo” ile mükemmel noktasına ulaştı. Onlar bu nadir zamanlar için, “duende...” (aramızda) derlermiş. Lopez, final dansını, Maria Del Carmen Arando Rivas, Maria Del Rosario Delgato Espino ile birlikte yaptı. Seyirciler, hava muhalefetinin bir lûtfu olarak, adetâ bir “Cafe Cantante”ye dönüşmüş olan AASSM’si “Aficionado” (cesaret veren, destekleyici) alkışlarıyla sallayınca, Grubun dumanlı sesi olan Inmaculada Rivero Cinta, salona, “parlak dans geçmişinin mihrabı”nı işaret eden kısa bir dans ile yanıt verdi. Gösteri sırasında, bir Flamenko geleneği-ritüeli olarak zaman zaman sesini duyurmuştu izleyenlere. Sahnedekileri yüreklendirmek için “Asi se baila! / “işte böyle dans edilir, Asi se toca! / İşte gitar böyle çalınır, Asi se canta! / İşte şarkı böyle söylenir...” diye seslendiğini program kitapçığının içine not olarak eklemek, algıyı daha yüksek ve canlı tutabilirmiş.
“Her sineden” bir “Ole!” yükseldi elbette... Salonda, bir destek, hayranlık ve kutlama ünlemi olan “Ale”nin, Allah kelimesinden geldiği bilenler, “Allahın bildiğini kuldan saklamanın ne mânâsı var” diyerek tebessüm ettiler. Çünkü zaten herkes, “aykırı, kışkırtıcı ve baştan çıkartıcı” olduğunu biliyordu Flamenko’nun... Masum bir temaşâ ile (dokunmadan) başlayan yolculuk, “Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi” dizesinde gizli “gibi” yüzünden, dokunmaktan beter izler bırakarak sonlandı...

Yazının Devamını Oku

“Mikrofonda Tiyatro”dan “Festivalde Tiyatro”ya bir “çivi” hikâyesi

12 Haziran 2016
“...BİRİNCİ adam falanca, ikinci adam filanca, efekt Ertuğrul İmer (veya Korkmaz Çakar), oynayanlar Devlet Tiyatrosu sanatçıları...”

 

Biz “Mikrofonda Tiyatro” nesliyiz!
Yani, benim gibileri tiyatro koltuğundan önce radyonun başına çivileyen biraz da bu anonslardır.
İKSEV’in geçen haftayı, “...İzmir’in en eski yerleşik sanat kurumu İzmir Devlet Tiyatrosu, 30’uncu Uluslararası İzmir Festivali’ne, ‘Ermişler ya da Günahkârlar’ ile katıldı” diye takdim ederek aradan çekilivermesi ise, “seyirciyi koltuğuna soru işaretleri ile çivileyip kaçmak”tan farksız oldu bana göre... Festivalin, (Konak Sahnesi’nin sadece 208 koltuğu bulunduğu için) tiyatro gündemi açısından başardığı da İzmirli tiyatro severlere, “Sezonu iple çekmelisiniz” demekten ibaretmiş gibi görünüyor; daha ne olsun?
Anthony Horowitz’in yazdığı tek oyun!
Tarif ederken, kimsenin ağzını korkak alıştırmadığı Horowitz:
“Yüzyılımızın en önemli polisiye ve gizem yazarı, gizem ve gerilim konusunda uzmanlaşmış, korku senaryoları yazarı... 125 yıllık tarihinde ilk kez yeni bir Sherlock Holmes romanının yayımına onay veren Arthur Conan Doyle Vakfı’nın 2011’de romanı kaleme almak üzere seçtiği (davet ettiği) Horowitz...”

Yazının Devamını Oku

  Stravinsky, neredeyse salyangoza basıyordu…

6 Haziran 2016
Dostlarına, “Yavuthânede Yaşam Var” demişti Sevgili Lütfü Dağdaş. Akşam saatlerinde, “İkiçeşmelik, Mezarlıkbaşı”ndaki, “orta avlu”da buluştuk.

Bugün, Manisa Akhisar Oteli adıyla hizmet vermeye devam eden “Kortijo”nun, “limon ağaçları, kedileri, ışığı, gölgeleri, mavi kapıları, aşı boyalı sütunları, çarşafları, çorapları; Sâkinleri ve o sükûneti mecburen biraz bozan, sanatçının “dışarıdan renk taşıyan Kültür İnsanları” dediği misafirler, 2 yıllık bir projenin “son karesi”nde “poz vermek” için bir araya geldik. Şükrü Tül’ü görür gibi oldum bir ara. Telâşsız sesiyle anlatıyordu; “Yoksulluk da İzmir kentinin zenginlik kadar bir yazgısıdır…”

 

Sonra baktım, onun yanında Stravinsky… Beni görünce sordu: “akşama geliyorsun değil mi ?” Belleğimin beni mahcup edeceğini anlayınca sordum, “bu akşam mıydı ‘Sahnede İsyan’ yoksa ?” “Tabii” dedi, “Festivalde, ‘Ufuk & Bahar Dördüncü Piyano İkilisi’, benim ‘Bahar Ayini’mi de çalacaklar; Debussy de gelecekmiş hattâ, kaçırma…”

 

Yavuthânedeki akşam üstü fotoğrafı ile AASSM’deki “Bir Pan’ın Öğleden Sonrası İçin Prelüt”, böyle yumuşak bir geçişle el ele tutuştular. Ama yumuşaklık orada bitti ! Yüz yıl öncesinin devrim ruhunu, “Dördüncü Kardeşler”in piyanolarından dinledik. Sinemanın asi çocuğu Jean- Luc Godard’ın asistanı ile gerçekleştirdikleri olağanüstü projede, Fabrice Aragno’nun repertuvara özel, müzikle senkronize edilmiş filmi eşliğinde, “isyan”ı yaşadık… Her ne kadar, günümüzün büyük Fransız piyanisti François-Rene Duchable, Ufuk ve Bahar Dördüncü için ,“eksiksiz bir teknikle donatılmış, gayretli çalışan, bize canlı ve hayal gücüyle dolu yorumlar sunan iki piyanist” ifadesini kullanıyorsa da, devâsa perdede, izleyiciyi-dinleyici kendi yorumunu yapmaktan alıkoyan bir gösteri vardı. Dinlendik, yorulduk, uçuştuk, konduk… Ayaklarımız yere bastığında, program kitapçığındaki bir paragraf dikkatimizi çekti: “sanatçılar, çocuk eğitimi ve sağlığı, kadın hakları ve eğitimi ile de ilgileniyorlar. Bu yüzden, 2007 yılında Prim’enfance ve Cercle de Grange adlı vakıf kendilerine “marraine” (koruyucu anne) olma teklifi ile gelince büyük bir heyecan ve istekle bu görevi kabul ettiler / Bu tip görev ve yardımlar onların yaşam felsefesi içindedir ve önemli bir yer almaktadır…” İçimden bir ses, “keşke İzmir’de birkaç gün daha kalabilselerdi de, onları (Kültürpark İzmir Sanat Merkezi’ndeki) ‘İzmir Olgunlaşma Enstitüsü Fotoğrafçılık Kursu Sergisi’ne davet edebilseydim” dedim. Bütün gelirin, Behçet Uz Çocuk Hastanesi Onkoloji Bölümüne bağışlanacak olması, mutlaka ilgilerini çekerdi.

 

Sergideki fotoğrafların pek çoğuyla “göz göze” geldim; birkaçıyla da dertleştik ayaküstü. Objektifte ölümsüzleşmiş “salyangoz”a sordum, “Çakırcalı Efe”yi tanır mısın ? “Adını duymayan var mı ?” diye cevap verdi. Bu cesaret ve gurur verici geri-bildirim ile MÖTBE Kültür Merkezi’ne “Yetişkinler”i izlemeye gittim akşam. “Geleneksel sanatların gerekliliğine inanmış; dil, din, ırk ayırmaksızın, ‘bir orman gibi’ kardeşçe yaşamak istediğini dans yoluyla anlatmayı hedef belirlemiş, geçmişin deneyimlerini bilmeyen bir toplumun geleceğe sağlam adımlarla yürümesinin mümkün olmayacağını bilen, evrensel öngörüde ‘Ata’sını örnek almış bireyler…” diyor onlar kendilerine. “Anadolu Kadınları ve Efe’ndileri, Ege Üniversitesi Mezunları Derneği, Anadolu Kadınları ve Ege Üniversitesi Hastane Çalışanları”nın ortak performansında, İzmir’den Ankara’ya, Bitlis’e, Artvin’e, Aydın’a, Kırklareli’ne kadar uzandık… İki günde, “gelenekten geleceğe, yerelden evrensele” tam bir ufuk turuydu anlattıklarım.  İzmir’in sanat ve kültür gündemini yakalamak, giderek zorlaşıyor; ne güzel…” diye geçirdim aklımdan.

 

Yazının Devamını Oku