Nihat Demirkol

Rozaryo’da Yaşayan “Sararmış Notalar…”

3 Ekim 2016
Cuma akşamı, kökleri 1700’lere kadar uzanan ve 1900’lü yılların başında inşa edilen, “1200 tane borusu ile İzmir’de çalışan en büyük org”a sahip olan Alsancak’taki Santissimo Rosario İtalyan Katolik Kilisesi’ne, daha doğrusu ayinden sonraki piyano ve org konserine gidip de, kilisenin tahta sıralarına, son 10 yılın gazete arşivlerine göz atmadan oturanlar; ya da sadece “…İtalyan rahipten Karadeniz türküleri” diye atılmış magazin kokan başlığa takılanlar, Tıpkı “libretto”yu bilmeden, okumadan operaya gidenler gibi, “sıradan dinleyici” durumuna düştüler sanırım.

 

Oysa, Galata St. Pierre Kilisesi’ndeki, “Camillo Bianchi”nin eseri olan antika orgu onarmak için, 1993 yılında Vatikan tarafından görevlendirilerek İstanbul’a gelen (halen Rosario Kilisesinde görev yapan) Dominiken Rahibi Giuseppe Gandolfo’nun;

 

“…Seròle’de (Asti) doğduğunu, çocukluğundan beri müziğe tutkusu olduğunu, hem kilise müziğine hem de popüler müziğe ilgi duyduğunu, Bolonya ‘Giambattista Martini’ Devlet Konservatuarında eğitim aldığını, org ve kompozisyon dalında diploması bulunduğunu,

Gregoryan kantoları ve modern katolik müziğinin yanı sıra, 19. yüzyıl İtalyan org edebiyatı hakkında da araştırmalar yaptığını, aynı dönemin önemli müzik yorumcularından biri ve bir doğaçlama ustası olarak dikkat çektiğini, İtalya, Londra ve Prag’da (ve 1993’ten bu yana da İstanbul’da da) konserler verdiğini, Bu şehirde yaşadığı yıllarda gündüzleri kilisesini yönetirken,

geceleri de alto Atilla Enginol’dan, koloratur soprano Leyla Pekin’e kadar değişik sanatçılarla aynı sahneyi paylaştığını, farklı proje ve konserlerde birlikte olduğunu,

aryalardan türkülere, tasavvuf müziğinden alaturka şarkılara

ve popüler batı müziğine kadar geniş bir repertuvaru bulunduğunu,

Yazının Devamını Oku

Konser sezonu açılırken, “FÖŞ” listesi

30 Eylül 2016
İster “araştırmacı gazetecilik” filân gibi abartılı isimler yakıştırıp alkışlayın, önemseyin, hattâ sosyal yansımalarını, algı yönetimini ve popüler kültürün kıskacındaki değer erozyonunu sorgulayın.

İster, “müzevirce bir girişim, icat çıkartmışsın, ne lüzumsuz bir merak” diyerek hafifseyin; ben tespitimi paylaşacağım !

 

Akıllı telefonların, “Otomatik Kelime Tamamlama” seçeneğini biliyorsunuz… Kurgusal olarak yazılım, sık kullanılanları öğreniyor ve belleğine ekliyor, gerektiğinde tanıyor. Ama,  fabrika ayarlarıyla gelen bir “tanınmış isimler” listesi de mevcut içinde… Benzer bir yazılım, web’teki arama motorlarında da var. Onlar da buna “arama tahminleri” adını koymuş. Otomatik tamamlamanın nasıl çalıştığına ilişkin kendi verdikleri bilgi (özetle) şöyle:

 

“…Arama başlattığınızda, arama tahminlerine bakarak bilgiye daha hızlı ulaşabilirsiniz. Tahminler, yazdığınız terimlerle ve diğer kullanıcıların yaptığı aramalarla alâkalı, kullanabileceğiniz olası ve sistemde yerleşik olarak bulunan sözcüklerdir… / …Arama tahminleri, yazdığınız terimleri, geçmişte yaptığınız ilgili aramaları, ‘trend olanlar’ dahil diğer kullanıcıların yaptığı aramaları, bölgenizdeki popüler ve gün içinde değişen konuları kaynak olarak kullanır. Trend olan haberler arama geçmişinizle ilgili değildir… / …’Arama tahminleri hiç kimsenin müdahalesi olmadan, algoritma kullanılarak oluşturulur’. Diğer kullanıcıların bir kelimeyi arama sıklığı gibi nesnel faktörler temel alınır…”

 

Merakınızı biraz daha koyulaştırırsanız, benim asıl ilgilendiğim boyuta da yanıt alabiliyorsunuz: “ Arama önerileri içinde istediklerinizi-beklentilerinizi görmememe nedeninize gelince… / …Belirli bir kelime veya konu için herhangi bir tahmin görünmüyorsa, bunun nedeni aşağıdakilerden biri olabilir; /…’Arama terimi popüler değildir’ veya arama terimi çok yenidir…” Yetinmemiş, “ne olur ne olmaz” diyerek, bir de not sokuşturmuş meselâ Google; “Arama tahminleri, yaptığınız aramanın yanıtı olmadığı gibi, arama terimlerinizle ilgili olarak başkalarının veya Google'ın düşüncelerini ifade eden beyanlar (da) değildir…” Örnekleyelim:

 

Yazının Devamını Oku

KODA ve 3 sayısının büyüsü

26 Eylül 2016
“ÜÇLEME” romanda ve şiirde “eksiği tamamlamak” içindir.

Sinemada devam filmleriyle iz bırakırken, “İsis, Osiris ve Horus” tadında mitolojide, “hat trick” vurgusuyla futbolda kullanılır.

Hattâ inanç sistemleri gözlüğünden “omne bonum trium” (üçlü olan her şey iyidir) anlamına gelen Lâtince bir deyiş bile vardır.
Astor Piazzolla’nın “Libertango”su bir “üçleme” ile başlamasa da ilk 3 notanın “müzikal yorumları” arasında bendeniz “ilk seferin kazara, ikincisinin alışkanlıktan” yapıldığını, sonuncusunun ise “halinden emin olma”yı simgelediğini söyleyen “şakacı” (?!) yaklaşımı seviyorum.
Kişisel tercihim ise “bu 3 nota”da “dün, bugün ve yarın”ı görebilmekten yanadır.
KODA’nın (Karşıyaka Belediyesi Oda Orkestrası) sezon açılışında da aynı şeyi hissettim. “Merhaba” konserinin repertuvarındaki ilk eser geçmişten getirdiklerinizi hatırlatabilmeli, üstüne ânı yaşatabilmeli, dahası, dinleyiciye gelecek ayların bütün enerjisini yükleyebilmeli, sanatçılara da bütün yılın yükünü çekecek bir şeyler katabilmeliydi. Salondakilerin kulağına kaçırılan o ilk “3 nota” işte bunu başardı diyebilirim.
“3 sayısının büyüsü” burada bitmedi. Çünkü KODA sahneyi “Kerem Görsev Trio” ile paylaştı bu konserde. Orkestra Şefi Oğuzhan Kavruk’un bagetinde topluluğun çok başarılı bir “Gösteri Orkestrası”na dönüşebildiğini gördük. “Jalousie Tango”da Başkemancı Deniz Toygür Conus’un “titreten” yay çekişi, seyirciye “Bu salonda bizi dinlerken artık beklentilerinize gem vurmayın” mesajı veriyordu.
Orkestra ve “Trio”nun başarılı birlikteliğinde Kerem Görsev’in farklı albümlerinden “özlenmiş” bir seçki dinledik. “A Morning in New York, Simple Life, I Remember Your Face, Storyteller, Meeting Point, Sunday, Painter, Jumping to the Void ve Expectations”un arasına serpiştirilmiş “doğaçlamalar” nefesleri kesti. Konrtabasta Kağan Yıldız’ı, davulda Ferit Odman’ı İzmir’de tekrar dinlemek ayrıcalıklıydı. Kerem Görsev’in koltuk değneği ile önüne oturduğu piyanosuyla olan “ilişkisi”ni tarif etmek ise her zaman olduğu gibi hayli zor. Tuşlara yer yer dokunmaya kıyamadığını, yer yer de kavgacı bir yorumla onları hırpalamaktan geri kalmadığını yazmakla yetinelim; meraklısı için, tek kelime ile “doyumsuz”du.

Yazının Devamını Oku

“Kendi zehrine bağışıklığı olan memleket…”

23 Eylül 2016
Web-ansiklopedik maddeler, “Akrep” için, “örümceğimsiler sınıfının ‘Scorpiones’ takımını oluşturan, genellikle sıcak ve nemli bölgelerde yaşayan, vücutları sert kitin bir tabaka ile örtülü, kıvrık ve kalkık kuyruğunda zehir iğnesi bulunan eklembacaklılara verilen ad” diyor.

Son 5 yılın rakamlarına göre, akreplerin yaşayan 1753 türü varmış ve 11 cinste toplanan 23 türüne Türkiye'de rastlamak mümkünmüş.  Dünyanın en uzun akrebi 23 cm boyuyla “Heterometrus swammerdami”,  ikincisi uzunu ise 20 cm boyuyla “Pandinus imperator” türleriymiş; hayli “uzun”lar yani… Teraryumda (içinde sürüngenler, böcekler, bazı bitki türleri için -ortamının taklit edildiği- kara akvaryumlarında…) bakılan bazı akrepler 8 yıla kadar yaşasa da, doğada ömürleri bundan daha kısaymış. Dahası, uzmanlar, “küresel ısınma yüzünden (örümcek ve) akreplerin sayısı da, türleri de artacak” görüşünde birleşiyorlarmış…

 

“Şimdi nereden çıktı bu ‘akrep’ merakı” diyeceksiniz. “Hani yaz başında olsak, Ege coğrafyası için bir bilgilendirme yazısı sayılabilirdi” diye üsteleyeceksiniz; biliyorum. Tamamen tesadüf ! Açıkcası, “zoolojiyle araknoloji, ilk yardımla ilâhiyat ve şiir ile takımyıldızı, “ arasında savruldum desem yeridir. Ben “çeşitlerimiz bunlar” diyeceğim; seçimi elbette siz yapacaksınız.

 

Malûm serde kampçılık var, dört mevsim toprağa yakınız. Akrep sokmalarında, (ısırma ve zehirlenmelerde de…) ilk yardım amacıyla kullanılan bir vakum pompasına ulaşmak için internet’te sörf yapıyordum. “Arama motorlarındaki önceliğin, tıbbî cihazlar ve ilkyardım önerileri yerine ‘akrep sokması için okunacak dualar’a ait olduğunu fark edince”, yazının ilk satırları şekillenmeye başladı.

 

Açıkcası, “öncelik verilmiş olmasına rağmen”, dua bahsinde tavsiyeler bir tane değil. (Siz yine de niyete bakın derim…) “…Yedişer kere okunursa, büyü, nazar, zehirli hayvan sokması ve bütün dertlere için iyi gelen” dualardan bahsedildiği gibi, “tuza okunup, suda eritip içerek veya söz konusu eriyiği, ısırılan yere sürerek de netice alınabileceği”ni söyleyen web siteleri de var. Bir başkasında, “rivayete göre” diye başlıyor ve “…Nûh -aleyhisselâm- yapmış olduğu gemiye yılan ve akrebi almak istemedi. Bunun üzerine onlar, ‘senin ismini zikredenlere zarar vermeyiz !’ diyerek söz verdiler” açıklamasıyla noktalanıyor cümle. Buradan,  “Sâffât” âyet-i kerîmesinin 79. sûresine yönlendiriliyor okuyucu; hâlis niyetle “Bütün âlemler içinde Nûh’a selâm olsun !” denilirse, onların zararından korunulacağı bildiriliyor. “… Akrep ve yılan gibi zehirli hayvan sokmasından ölenlerin şehit sayılacağı” bilgisine ise, İlk defa rastladığımı itiraf etmeliyim.

 

Yazının Devamını Oku

Kent Belleği…

19 Eylül 2016
 Yoooo, her zaman iyi şeyler çağrıştırmaz !

Aslında, “hatırlamak istemedikleriniz” de dahildir hesaba.

Sadece, onları hiç konuşmaz, halının altına süpürürsünüz…

Bazen “pişmanlık ve keşke”dir;

“neyse” ya da “boş ver” olur bir başka gün.

Geç kalmış olmaktır, erken gitmektir…

Bir yağmurda ıslanmış olmaktır;

“Islanamamış olmak, asıl ıslanmak istediğinde…”

Diline dolanan şarkının, aklına gelmeyen güftesidir.

Yazının Devamını Oku

Sanat hakkınızdan gelecek; er ya da geç !

16 Eylül 2016
Geçen yıl mart ayında, Sarah Quigley’ın, “Leningrad Senfonisi’nin, Şostakoviç tarafından yazılışını, ‘872 gün süren ünlü kuşatmanın parlak bir izdüşümü olarak’ kurguladığı romanı”ndan söz etmiş ve (şair, yazar, besteci, tiyatrocu, kim olursa…) sanatçılara seslenmiştim:

"Güzel ülkem, nasıl olsa atlatır bu günleri. ‘İz bırakın ! Rezilliklere tarih düşün…’ Eserleriniz, bu dönemin silinemez, değiştirilemez, unutulmaz ve unutturulamaz -gizli- tarihi olsun… / (adresi de eklemiştim) …Sanat hakkınızdan gelecek; er ya da geç…”

Bu yazıdan aylar sonra, bir de “kalkışma” yaşadık. Yani yıllardır el üstünde tutulan “gaflet, dalalet ve hattâ…” torbasına, daha nice “ibret verici utançlar” atıldı. Ama baktım ki, bu süreç “sanatçı” dostları da yorgun düşürmüş, “elini korkak alıştırıyor” herkes; kendince atabileceği “münasip” bir tokat fırsatı mevcutken… “Davetimi yineleyeyim; köşemin, (özellikle İzmirli) sanatçıların ‘#diren’ biçemindeki yeni eserleri için bir ‘serbest kürsü’ olduğunu duyurayım” dedim kendi kendime.

“Nereden aklına düştü ?” diye sorarsanız, iki sanat kitabının İzmir’deki imza gününde, “Operayı karartmaya çalışanlara, Türkiye’yi karartmaya çalışanlara inat olsun diye –bir fener- yaktık” diyen kadîm dostun kulaklarını çınlattım önce. Sonra, Dostoyevski’nin, “…İnsanın değerini, varlığı değil yokluğu gösterir. Unutma; yokluğu bir şey değiştirmeyenin, varlığı gereksizdir…” sözünün ferahlatıcı ironisi ile yelpazelendim. Ardından, yeteneksizlerin, “sizden öğrenecek değiliz” “kelâm-ı adiyye”si ile sulandıramayacakları bir vaha olduğunu hatırladım sanatın; yüreğime su serpildi. “Sanatçılardan öğreneceksiniz” dedi içimdeki ses tebessümle ve muhatabım, “iyiye ve güzele düşman kim varsa karanlıkta bekleyen; onlardır…” diye ekledi aynı ses.

Böyle bakınca hemen fark ediyorsunuz ki, sanatçıların elinde “fazladan bir as vardır” tarihçilere göre. Bu sebeple, “sanat tespit etmez, olacakları sezer” demiş olmalı, Everding. Çünkü, tarihe not düşen tarihçiler değildir aslında; “gerçeğe ve etik olana sadık kalanlar” bile… Sadece sanatçılar olmazsa “yapılanlar yapanların yanına kâr” kalır; unutulur. Bu sebeple, direnme gücümüzdür sanat; yaşama sebebimiz, savaşma gerekçemiz…

Dahası, düzenli gazete arşivlerinden bile fazlasıdır bir sanat eseri. Düşünün ki, “sanat görüneni tekrarlamaz; görünür kılar” diyen Klee, “mütareke basını”ndan haberdar bile değildi bu lâfı ettiğinde. Yani ayrıcalıklıdır; “kirliye parmak basınca”, kendi parmağı kirlenmeyendir sanatçı…

Ama “hangi sanatçı ?” Sorunun yanıtı için, (meselâ) “Hangi Edebiyat ?” kitabının arka kapağında Attilâ İlhan, şöyle bir ipucu veriyor: “Her gün hesaplaşacağız, bazen ben sizin ayağınıza basacağım, bazen siz benim; sürgit bir eleştiri, özeleştiri ortamında adeta ortaklaşa bir fıkracılık modeli oluşturacağız; yani bu iş ciddi, sorumluluğu bu satırların yazarına düştüğü kadar, okuyanlarına da düşüyor; yine yanılmış diye burun kıvırıp, kaytarmaca yok; yazacaksınız, yanılgı nerdedir, doğrusu ne olabilir; tartışacağız, iyisini elbirliğiyle araştıracağız. Hadi hazır mısınız ? Ben hazırım, ne eleştirmekten korkarım, ne eleştirilmekten; üstelik o çok sevdiğim kusurumu hala düzeltemedim: Fena halde doğru söylerim…” Yani, (şimdilerde hiç bahsi geçmeyen) “sanat tüketicisi”nin sorumlulukları da var (olmalı !) bu direnişin içinde…

Batıda “komünist besteci” (sonraları sistematik propagandayla anti-komünist) diye tanınan, ülkesinde ise eserleri “burjuva” damgasını yediği için iki arada bir derede kalmış Şostakoviç, “Bir Sovyet sanatçısı olarak Tarihe Tanıklığım” (Yazılama Yayınevi – 2010) adını verdiği kitabında, “…gerçek sanat, insan için ve insan adına yaratılır; gerçek sanat insanı geliştirmeli, daha bilge yapmalı, onu arındırmalı, ona neş’e ve umut vermelidir. Sanat, doğası gereği hümanisttir, değilse zaten sanat değildir…” tarifinin yanına (tesadüfe bakınız ki) Türkiye gezisinin anılarını da sıkıştırmış. (Krasnaya Gazeta’da 25 mayıs 1935’te yayınlanan yazısı…) “…İzmir yakınlarındaki bir köyde türkü söyleyenleri dinledim ve Ankara’da halk danslarının oynandığı, türkülerin seslendirildiği bir konsere gittim. Bu türkülerin kayıtlarını da dinledim. Ankara Konservatuvarı (?! Kuruluşu 1936 / muhtemelen Musiki Muallim Mektebinden söz ediyor / nd), çok sayıda halk türküsünün notalarını armağan ederek beni çok mutlu etti…”

Bakın nereye çıktı yolumuz ? Hemşehrimiz (7 Bilgelerin birincisi) Milet’li Thales’ten bu yana biliyoruz ki, “bir ülkenin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha değerlidir”. Yani, “türküler önünde eşitlik”, sanatın doğasında vardır. Siyasetçilerden en ufak bir iz kalmadığı zaman evrende, ben ruhlar âleminden dil çıkartıp keyifleneceğim: “-Sanat hakkınızdan gelecek; er ya da geç- demiştim; naaber ?”

Yazının Devamını Oku

‘Bayram artığı günlerdeki akıl’, ‘hoş geldin evimize’

12 Eylül 2016
BAŞLIKTAKİ “yakıştırma” da, dize de bana ait değil; keşke olsaydı!

Malûm; ilki Can Yücel’in, diğeri de Sadettin Kaynak’ın, güftesi Vecdi Bingöl’e ait Mahûr/Düyek şarkısından alınma.

“-Bize her gün bayram- diyenler mi haklı dersiniz?” diye soracaktım tam...
Aklıma, Can Baba’nın hep bir bölümü yayınlanan şiiri düştü.
Tamamını okudum; içlendim biraz, üstüne dilime takılmaz mı yukarıdaki şarkının nakaratı?
“Şiir oldun dilimize, bayram gecesi...”
İşte size, “intihal”den ibaret bir bayram yazısı...

“Nefes almak bayramdır mesela...

Yazının Devamını Oku

Son yılların “9 Eylül” yazıları

9 Eylül 2016
EFENDİM, “benim yazı günüme denk geliyorsa” bir şeyler karalamışım. Gönül isterdi ki “eskisin bu yazılar!” Ama öyle değil galiba...

Bir yazıda, “9 Eylüller...” demiş ve sıralamışım;

1921 - Sakarya Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa, bazı komutanlarla Yunan birliklerinin mukavemetinin kırıldığı Zafertepe’ye gelerek, Yunan Ordusunun durumunu inceledi.
1922 - Yunan ordularını önüne katan Türk orduları İzmir’e girdi. İzmir’in Kurtuluşu.
1923 - Cumhuriyet Halk Partisi, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu.
1933 – Sergi’den Fuar’a uzanan yolda, “9 Eylül Panayırı”, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından açıldı... Üzerinden nice 9 Eylül’ler geçti...
“Ve İzmir, bir daha hiç o günler kadar mutlu olamadı...”
Tekrar tekrar kutlu olsun!

Bir başka yıl, “9 Eylül sadece bir noktadır ama” demişim... “Nokta her zaman bir son demek değildir! Adam Fawer’in deyişiyle, ‘Bazan, kendinden sonraki harfin büyük olacağını gösterir’. Gazi’nin ‘Anadolu İhtilâli’ne İzmir’de konulan nokta da bu sınıfa girer. Tarih, o büyüklüğü bugün küçük göstermeye çalışanları, hep ‘küçük adam’ olarak hatırlayacaktır...”

Yazının Devamını Oku